13 Ağustos 2018 Pazartesi

!f İstanbul: The Love Witch



Bir sinema şöleni…

Amerika’da gittikçe yükselen bağımsız sinemanın kadın yönetmenlerinden olan Anna Biller, 1994 yılında kısa metraj ile başladığı yönetmenlik kariyerini 2007 yılında hem yönettiği, hem yazdığı hem de oynadığı Viva ile iddialı bir şekilde devam ettirdiğini göstermişti. Özellikle bağımsız festivallerin oldukça ilgisini çeken, ödüllerle taçlandırılan Viva, gerçek bir başarıya ulaşmış, Biller’a olan beklentileri yükseltmişti. Bir sonraki işi merakla beklenen Biller, yaptığı işe olan derin hassasiyetinden dolayı bekleyenlerini uzun bir hasrete mazur bırakmıştı. Nihayet geçen yıl The Love Witch’i tamamlayan Biller, yine Viva havasında bir film ile perde ile buluşuyor.

Kocası tarafından terk edildiği için büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Elaine (Samantha Robinson) kendini modern cadılığa adayarak erkeklerden intikam almaya karar verir. Elaine, yaptığı güçlü aşk iksirleriyle beğendiği erkekleri kendine âşık eder. Ve kendisini terk eden kocası da dâhil olmak üzere birçok erkeği ağına düşürerek, yoluna emin adımlarla devam eder. İşte aslında oldukça basit bir konuya sahip The Love Witch, etkilendiği filmler, yönetmenler ve akımlardan tut da Biller’ın kendi elleriyle tek tek tasarladığı kostümleri, bizzat yarattığı, yıllarca aradığı mekânları ve daha nice marifetiyle tek kelimeyle bir sinema şöleni.


Bir modern zamanlar Medeia’sı var karşımızda.

Anaerkil toplumların en büyük kraliçesi olarak bilinen Medeia, Yunan yazarlar tarafından erkek öldüren cadı olarak lanse edilmiştir hep. Oysaki o gittiği yerlerde erkek egemenliğini kıran, bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini, erkekleri bir kadının alt edebileceğini ve yönetimde oldukça etkili olabileceklerini gösteren güçlü bir simgeydi. Biller da The Love Witch’i yaratma evresinde kendine Medeia’yı ilham olarak seçmiş. Ataerkil toplum tarafından cadı olarak görülen, yakılarak cezalandırılması gereken bir canavar addedilen Elaine, aslında Medeia’nın bir modern uyarlaması. Üstelik Elaine, erkekleri tam da onların silahıyla vurmaktadır.

Feminist sinemanın yeni bir temsilcisi olarak göreceğimiz Biller, özellikle Hollywood sinemasının kadınları koyduğu yere büyük bir tokat indiriyor filmleriyle. Hollywood sinemasının kadını ikinci sınıf birey yerine koyduğu, sadece bir arzu nesnesi olmasına izin verdiği, evlenmesi, çocuk yapması gereken bir işlevselliğe itelediği kadın, Biller sinemasıyla adeta olması gereken konuma yükseliyor. Üstelik yine ana akım sinemanın yaptığı oyunlarla her şeyi ters düz yapıyor Biller. Yine çekici, güzel bir kadın yine bir femme fatale var karşımızda. Lakin bu kez kadın kahramanımız tüm bu ana akım yakıştırmaları tabiri caizse bir silaha dönüştürüyor.


Sinema tarihine, Hollywood’dan Avrupa Sineması’na kadar selam çakılıyor.

Biller, Robinson ile filme başlamadan önce, günlerce klasik sinemanın en önemli örneklerini izlemişler. Hollywood’dan başlayıp, Avrupa Sineması’ndan izlemedikleri film bırakmayan kadınlarımız The Love Witch’e bu filmlerden nüveleri incelikle serpiştirmişler. Zaten güçlü bir sinefilseniz birçok ustanın filmlerinden esinlenmeleri görmemek mümkün değil. Alfred Hitchcock’un gerilimi, Jean-Luc Godard’ın renkleri dile getirme estetiği, Chantal Akerman’ın feminist bakış açısı ve daha niceleri… 

Burada adını saymakla bitiremeyeceğimiz sayıda yönetmenden adeta bir arının türlü türlü çiçekten bal özü toplaması gibi toplamış Biller. Hatta klasik sinemaya bu bağlılığı, birçok otorite tarafından filmin pasdiş ya da parodi olduğu fikrinin ortaya atılmasına sebep olmuş. Lakin Biller bunların hiçbirini kabul etmemiş elbette. Carl Theodor Dreyer’ın 1964 yapımı Gertrud özellikle bu söylemlerin sebebi olmuştur.


Adeta zamanda yolculuk yapan zamansız bir gezgin The Love Witch.

Biller, gotik viktoran dönemden, 60’ların Amerika’sına birçok dönemde gezintiye çıkarıyor biz seyircileri. Tüm bu dönemlerin ihtişamlı güzelliği, görselliği arasında büyülenmişken pat diye çalan bir cep telefonunun varlığıyla da afallıyoruz ya da klasik arabaların heybetiyle rüyalara dalmışken son model arabaların ekrana yansımasıyla zamanda adeta ışınlanıyoruz. Bu zamanlar ve dönemler arasındaki gezintimizde kıyafetler de eşyalar da her şekilde kafasına göre takılmakta sakınca görmüyor Biller’ın bu hınzır çocuğunda.

The Love Witch öylesine altı dolu, öylesine incelikle ilmik ilmik dokunmuş bir film ki onunla ilgili referansları, yaptığı akıl oyunlarını vs anlatmakla, dile getirmekle bitirebileceğimi zannetmiyorum. Yalnız şunu söylemeliyim ki “Kadının fendi erkeği yendi.” sözünün dile gelmiş hali olan, üstelik tam anlamıyla estetik düşkünü bir sinema sevdalısı tarafından hayat bulan bu âşık olunası filmin kült olacağını kimse inkâr edemez sanırım. Bunda filmin dehşete düşüren güçlü finalinin de oldukça etkisi olduğunu belirtmek gerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder