Bir sinema şöleni…
Amerika’da gittikçe yükselen bağımsız sinemanın kadın
yönetmenlerinden olan Anna Biller, 1994 yılında kısa metraj ile başladığı
yönetmenlik kariyerini 2007 yılında hem yönettiği, hem yazdığı hem de oynadığı Viva
ile iddialı bir şekilde devam ettirdiğini göstermişti. Özellikle bağımsız
festivallerin oldukça ilgisini çeken, ödüllerle taçlandırılan Viva, gerçek bir
başarıya ulaşmış, Biller’a olan beklentileri yükseltmişti. Bir sonraki işi
merakla beklenen Biller, yaptığı işe olan derin hassasiyetinden dolayı
bekleyenlerini uzun bir hasrete mazur bırakmıştı. Nihayet geçen yıl The Love
Witch’i tamamlayan Biller, yine Viva havasında bir film ile perde ile
buluşuyor.
Kocası tarafından terk edildiği için büyük bir hayal
kırıklığına uğrayan Elaine (Samantha Robinson) kendini modern cadılığa adayarak
erkeklerden intikam almaya karar verir. Elaine, yaptığı güçlü aşk iksirleriyle
beğendiği erkekleri kendine âşık eder. Ve kendisini terk eden kocası da dâhil
olmak üzere birçok erkeği ağına düşürerek, yoluna emin adımlarla devam eder.
İşte aslında oldukça basit bir konuya sahip The Love Witch, etkilendiği
filmler, yönetmenler ve akımlardan tut da Biller’ın kendi elleriyle tek tek
tasarladığı kostümleri, bizzat yarattığı, yıllarca aradığı mekânları ve daha
nice marifetiyle tek kelimeyle bir sinema şöleni.
Bir modern zamanlar Medeia’sı var karşımızda.
Anaerkil toplumların en büyük kraliçesi olarak bilinen
Medeia, Yunan yazarlar tarafından erkek öldüren cadı olarak lanse edilmiştir
hep. Oysaki o gittiği yerlerde erkek egemenliğini kıran, bir kadının ne kadar
güçlü olabileceğini, erkekleri bir kadının alt edebileceğini ve yönetimde
oldukça etkili olabileceklerini gösteren güçlü bir simgeydi. Biller da The Love
Witch’i yaratma evresinde kendine Medeia’yı ilham olarak seçmiş. Ataerkil
toplum tarafından cadı olarak görülen, yakılarak cezalandırılması gereken bir
canavar addedilen Elaine, aslında Medeia’nın bir modern uyarlaması. Üstelik
Elaine, erkekleri tam da onların silahıyla vurmaktadır.
Feminist sinemanın yeni bir temsilcisi olarak göreceğimiz
Biller, özellikle Hollywood sinemasının kadınları koyduğu yere büyük bir tokat
indiriyor filmleriyle. Hollywood sinemasının kadını ikinci sınıf birey yerine
koyduğu, sadece bir arzu nesnesi olmasına izin verdiği, evlenmesi, çocuk
yapması gereken bir işlevselliğe itelediği kadın, Biller sinemasıyla adeta olması
gereken konuma yükseliyor. Üstelik yine ana akım sinemanın yaptığı oyunlarla
her şeyi ters düz yapıyor Biller. Yine çekici, güzel bir kadın yine bir femme
fatale var karşımızda. Lakin bu kez kadın kahramanımız tüm bu ana akım
yakıştırmaları tabiri caizse bir silaha dönüştürüyor.
Sinema tarihine, Hollywood’dan Avrupa Sineması’na kadar selam çakılıyor.
Biller, Robinson ile filme başlamadan önce, günlerce klasik
sinemanın en önemli örneklerini izlemişler. Hollywood’dan başlayıp, Avrupa
Sineması’ndan izlemedikleri film bırakmayan kadınlarımız The Love Witch’e bu
filmlerden nüveleri incelikle serpiştirmişler. Zaten güçlü bir sinefilseniz
birçok ustanın filmlerinden esinlenmeleri görmemek mümkün değil. Alfred Hitchcock’un
gerilimi, Jean-Luc Godard’ın renkleri dile getirme estetiği, Chantal Akerman’ın
feminist bakış açısı ve daha niceleri…
Burada adını saymakla bitiremeyeceğimiz
sayıda yönetmenden adeta bir arının türlü türlü çiçekten bal özü toplaması gibi
toplamış Biller. Hatta klasik sinemaya bu bağlılığı, birçok otorite tarafından
filmin pasdiş ya da parodi olduğu fikrinin ortaya atılmasına sebep olmuş. Lakin
Biller bunların hiçbirini kabul etmemiş elbette. Carl Theodor Dreyer’ın 1964
yapımı Gertrud özellikle bu söylemlerin sebebi olmuştur.
Adeta zamanda yolculuk yapan zamansız bir gezgin The Love
Witch.
Biller, gotik viktoran dönemden, 60’ların Amerika’sına
birçok dönemde gezintiye çıkarıyor biz seyircileri. Tüm bu dönemlerin ihtişamlı
güzelliği, görselliği arasında büyülenmişken pat diye çalan bir cep telefonunun
varlığıyla da afallıyoruz ya da klasik arabaların heybetiyle rüyalara dalmışken
son model arabaların ekrana yansımasıyla zamanda adeta ışınlanıyoruz. Bu
zamanlar ve dönemler arasındaki gezintimizde kıyafetler de eşyalar da her
şekilde kafasına göre takılmakta sakınca görmüyor Biller’ın bu hınzır
çocuğunda.
The Love Witch öylesine altı dolu, öylesine incelikle ilmik
ilmik dokunmuş bir film ki onunla ilgili referansları, yaptığı akıl oyunlarını
vs anlatmakla, dile getirmekle bitirebileceğimi zannetmiyorum. Yalnız şunu
söylemeliyim ki “Kadının fendi erkeği yendi.” sözünün dile gelmiş hali olan,
üstelik tam anlamıyla estetik düşkünü bir sinema sevdalısı tarafından hayat
bulan bu âşık olunası filmin kült olacağını kimse inkâr edemez sanırım. Bunda
filmin dehşete düşüren güçlü finalinin de oldukça etkisi olduğunu belirtmek
gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder