Thomas Harris’in romanından uyarlanan The Silence Of The
Lambs, bir seri katili yakalamak için başka bir tutuklu seri katilden Dr.
Hannibal Lecter’dan yardım alınması üzerine kurulu, iç içe hikâyelerden oluşan
bir yapım. Aday gösterildiği yedi daldan beşinde heykelciği kucaklayarak adeta o
yıl Oscar’a damgasını vuran The Silence Of The Lambs, aynı zamanda En İyi Film
Ödülü’nü alan tek psikolojik gerilimdir. Filmde toplamda on iki dakika
gördüğümüz ama saatlere bedel olan rolüyle de Anthony Hopkins, en kısa süreli rolle
Oscar’ı kucaklayan oyuncu unvanının sahibi. Devam filmlerinin ve dizisinin
çekilmesini sağlayan filmin, kuşkusuz en başarılı hamlesi Dr. Hannibal Lecter
karakteri. Hopkins’in oyunculuğuyla adeta kusursuz bir katille tanışırız.
Lecter, inanılmaz zeki, kibar, görmüş geçirmiş, sanata sıkı sıkıya bağlı (resim
çizer, klasik müzik dinler) tam anlamıyla kusursuz bir beyaz adam. Ayrıca
ismini de tüm zamanların en büyük askeri dehalarından biri olan Hannibal
Barca’dan alır. Belki de onun bu kadar kusursuz olması acımasız bir seri
katile, namı diğer bir yamyama dönüşmesine sebep olur. Böylesine donanımlı bir adam ile en azından
biraz sonra değineceğimiz sahneye kadar katharsis kurmamak neredeyse imkânsız.
Fakat o sahne yok mu o sahne…
İlahımız, şey yani katilimiz geçici olarak bulunduğu
güvenlikli bir kafesin içerisinde tuvaletteyken başlar sahne. Fonda kusursuz
ezgileriyle Bach’ın ‘’Goldberg Varyasyonları’’ çalmakta, Lecter da eşlik
etmektedir. Bu eşlik etmesiyle bile keyfinin fazlasıyla yerinde olduğunu
anlamak güç değil. Yemeğini getiren, kendi halinde iki polis memuruna bir
gösteri sunmak istediğini kabul etmek istemesek de anlarız. Zaten hapishane
müdürünün daha önce kalemi kaybolduğunda içimize bir kurt düşmüştü. Lecter’ın
elinde küçük metal parçayı görmemizle kaleme ne olduğu da aydınlanır. Dr.
Hannibal Lecter hakkında filmin başından itibaren birçok bilgiye sahip olsak da
hala yapabileceklerini çok da tahayyül edememekteyizdir seyirci olarak. Öyle
değil mi ya? Ancak gözüyle görürse inanır insan. Peki, öyleyse, merak etmeyin.
Çünkü Lecter, filmin başından beri şahit olmadığımız bir gösteri sunacaktır
bizlere. Adeta filmin esas katilinden rol çalarcasına – filmde yakalanmaya
çalışılan seri katili, asla cinayet işlerken görmeyiz- anlara sahip bu sahne,
tek başına bir filme konu olacak denli kusursuzdur. Kan gölüne dönmüş kafesin
içerisinde, ortaya çıkardığı eserinin keyfiyle kafasını hafifçe yukarı kaldırıp
müziği ruhunda hissetmesi ise kan dondurucu değil de nedir? Bu unutulmaz filmi,
tüyler ürperten bu sahneyle hep hatırlayacağınızı da söylemek isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder