Kabileler arasında yaşanan husumetin gölgesinde filizlenen
bir aşk…
Martin Butler ile Bentley Dean, 2009’dan itibaren birlikte başarılı
işlere imza atmışlardır. Özellikle 2013 yılında birlikte kamera arkasına
geçtikleri Avustralya’nın 50.000 yıllık Aborjin tarihini anlatan First
Footprints adlı belgesel ile bir sonraki işlerinin de rengini vermiş olmuşlardı
kuşkusuz. Avustralya’da çektikleri bu belgesel, belki de o zaman duydukları aşk
efsanesinin filmini yapma fikrini ortaya çıkarmıştı kim bilir. Fikir nasıl ortaya
çıktı bilemiyorum ama ikilinin bu yıl Oscar yarışında son düzlüğe
tırmanmalarını sağlayan Tanna, belki de hayatlarındaki en unutulmaz eser olarak
yer alacak.
Vanuatu Adası’nda yaşayan bir kabilenin öncelikle günlük ve
kültürel rutinlerini izliyoruz. Komşu kabileyle aralarında olan husumet ve
kabile içerisinde filizlenen bir aşka şahit olmamız ile devam ediyor film. Bir
süre sonra komşu kabileyle olan ilişkiler iyice palazlanırken, filizlenen aşkta
iyice dallarını vermeye başlıyor. İşte bir nevi birbirine paralel ilerleyen bu
iki durum bir süre sonra çetrefilli bir şekilde birbirleriyle ilişkilenerek geriye
dönülmez hataları ve pişmanlıkları doğuruyor. Üstelik tüm bunlar seksenli yıllarda yaşanmış
gerçek bir olaya dayanıyor.
Kavuşamayan âşıkların hikâyesi dünyanın her yerinde aynıdır.
Wawa ve Dian pek çok kez masal kitaplarından okuduğumuz,
tiyatrolarda, filmlerde izlediğimiz, efsanelerle dilden dile dolaşan aşklardan
biri. Siz ister Romeo ve Juliet ister Aslı ile Kerem ister Leyla ile Mecnun’un
hikâyesi deyin buna. Zira birbirlerine duydukları büyük tutkuya rağmen bir
türlü kavuşmayan âşıkların hikâyesi dünyanın neresinde olursa olsun, hangi
inançtan hangi ırktan olursa olsun değişmemektedir. Tabii bana kalırsa aşkımıza
ev sahipliği yapan, yanardağ eteklerinde konumlanmış bu kabile, modern toplum
ile hiç karşılaşmamış olsaydı her şey çok daha farklı olabilirdi.
Fakat ne yazık ki ada, İngiliz ve Fransız sömürgecilerin,
böylelikle de Hıristiyan misyonerlerin tecavüzüne uğramıştır. Bazı kabileler bu
nedenlerle özlerini fazlasıyla yitirmeye başlamışlardır hatta. Her ne kadar
kıyılardan daha uzakta, sınırlı bir alanda hayatlarını devam ettirmeye çalışan
kabilemiz, dilini, dinini, gelenek ve göreneklerini yaşatmaya çalışsalar da mülkiyet
kavramının toprak temelinde oluşmaya başlaması ya da ellerine geçirdikleri
İngiliz dergilerinden edindikleri bilgiler onlarda bazı kırılmalar yaşanmasına
neden olmuştur.
Özellikle kabile şamanının, Wawa ile konuşurken görücü usulü
evliliği övmek amacıyla Kraliçe Elizabeth ile Prens Philip’i örnek göstermesi,
ne yazık ki modern toplumun – burada modern toplumu elbette özünü, benliğini
kaybetmiş bir yalanın içinde yaşayan toplum manasında kullanmaktayım- iki kan
emici bireyi üzerinden yapması oldukça ironik bir durum. Bu çarpıcı diyalog
gibi etkili olan bir diğer sahne ise Wawa ile Dian’ın zor durumda olmasına
rağmen Hıristiyanlığı kabul eden ve onları saklayacak olan kabilede yaşamak
istememeleri oluyor. Bir yandan sevindirici bir yandan da özünü yitiren bir
şaman kabilesini görmek açısından üzücü bir etki bırakmaktadır.
Özünü kaybetmeyen tüm kabilelere ve kavuşamayan ama teslim olmayan aşıklara selam olsun.
Filmin kendisini ön plana çıkaran en büyük artısı elbette
faaliyette olan yanardağ eteklerinde, muhteşem doğanın içerisinde geçmesidir.
Bir ağacı, akan suyu ya da lav püskürten bir yanardağı büyüleyici güzellikte
kullanıyor yönetmenlerimiz. Karakterlerimiz ile bir ağacın dallarını bütünleştirme,
yanardağın ateşini harlaması ile birbirleri için yanıp biten âşıkların aynı
karede yer alışlarının, akan suyun dinginliğini dinleyen kardeşlerin görüntüsü
tek kelimeyle olağanüstü. Hala Şamanizm’i yaşatan, modern toplumun din,
örtünme, mülkiyet gibi birçok şeyinden henüz etkilenmemiş bir kabile ile bazen
barışa olan bağlılıklarını bazen de hırstan uzak tatminkâr ama huzurlu, mutlu
hayatlarını görmek de oldukça etkili oluyor. Ve tüm bunlara eşlik eden müzikler
de cabası.
Hiçbir profesyonel oyuncunun yer almadığı, tamamen yerel
halk tarafından çekilen ve diyalogların çoğunun doğaçlama gerçekleştiği filmin
bu konudaki başarısı da fazlasıyla etkileyici. Birçok sahnede değme oyuncuya
taş çıkartacak denli inandırıcı olan kabile insanları tarafından bizlere
aktarılan bu hüzünlü hikâyenin yüreğimize su serpen tek yanı, kabilede
değiştirdiği kanunlar oluyor. Ne diyelim, hala özünü kaybetmemiş ya da
kaybetmemek için direnen tüm kabilelere ve kavuşamayan ama teslim olmayan tüm
âşıklara selam olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder