13 Ağustos 2018 Pazartesi

!f İstanbul: Tanna



Kabileler arasında yaşanan husumetin gölgesinde filizlenen bir aşk…

Martin Butler ile Bentley Dean, 2009’dan itibaren birlikte başarılı işlere imza atmışlardır. Özellikle 2013 yılında birlikte kamera arkasına geçtikleri Avustralya’nın 50.000 yıllık Aborjin tarihini anlatan First Footprints adlı belgesel ile bir sonraki işlerinin de rengini vermiş olmuşlardı kuşkusuz. Avustralya’da çektikleri bu belgesel, belki de o zaman duydukları aşk efsanesinin filmini yapma fikrini ortaya çıkarmıştı kim bilir. Fikir nasıl ortaya çıktı bilemiyorum ama ikilinin bu yıl Oscar yarışında son düzlüğe tırmanmalarını sağlayan Tanna, belki de hayatlarındaki en unutulmaz eser olarak yer alacak.

Vanuatu Adası’nda yaşayan bir kabilenin öncelikle günlük ve kültürel rutinlerini izliyoruz. Komşu kabileyle aralarında olan husumet ve kabile içerisinde filizlenen bir aşka şahit olmamız ile devam ediyor film. Bir süre sonra komşu kabileyle olan ilişkiler iyice palazlanırken, filizlenen aşkta iyice dallarını vermeye başlıyor. İşte bir nevi birbirine paralel ilerleyen bu iki durum bir süre sonra çetrefilli bir şekilde birbirleriyle ilişkilenerek geriye dönülmez hataları ve pişmanlıkları doğuruyor.  Üstelik tüm bunlar seksenli yıllarda yaşanmış gerçek bir olaya dayanıyor.


Kavuşamayan âşıkların hikâyesi dünyanın her yerinde aynıdır.

Wawa ve Dian pek çok kez masal kitaplarından okuduğumuz, tiyatrolarda, filmlerde izlediğimiz, efsanelerle dilden dile dolaşan aşklardan biri. Siz ister Romeo ve Juliet ister Aslı ile Kerem ister Leyla ile Mecnun’un hikâyesi deyin buna. Zira birbirlerine duydukları büyük tutkuya rağmen bir türlü kavuşmayan âşıkların hikâyesi dünyanın neresinde olursa olsun, hangi inançtan hangi ırktan olursa olsun değişmemektedir. Tabii bana kalırsa aşkımıza ev sahipliği yapan, yanardağ eteklerinde konumlanmış bu kabile, modern toplum ile hiç karşılaşmamış olsaydı her şey çok daha farklı olabilirdi.

Fakat ne yazık ki ada, İngiliz ve Fransız sömürgecilerin, böylelikle de Hıristiyan misyonerlerin tecavüzüne uğramıştır. Bazı kabileler bu nedenlerle özlerini fazlasıyla yitirmeye başlamışlardır hatta. Her ne kadar kıyılardan daha uzakta, sınırlı bir alanda hayatlarını devam ettirmeye çalışan kabilemiz, dilini, dinini, gelenek ve göreneklerini yaşatmaya çalışsalar da mülkiyet kavramının toprak temelinde oluşmaya başlaması ya da ellerine geçirdikleri İngiliz dergilerinden edindikleri bilgiler onlarda bazı kırılmalar yaşanmasına neden olmuştur.

Özellikle kabile şamanının, Wawa ile konuşurken görücü usulü evliliği övmek amacıyla Kraliçe Elizabeth ile Prens Philip’i örnek göstermesi, ne yazık ki modern toplumun – burada modern toplumu elbette özünü, benliğini kaybetmiş bir yalanın içinde yaşayan toplum manasında kullanmaktayım- iki kan emici bireyi üzerinden yapması oldukça ironik bir durum. Bu çarpıcı diyalog gibi etkili olan bir diğer sahne ise Wawa ile Dian’ın zor durumda olmasına rağmen Hıristiyanlığı kabul eden ve onları saklayacak olan kabilede yaşamak istememeleri oluyor. Bir yandan sevindirici bir yandan da özünü yitiren bir şaman kabilesini görmek açısından üzücü bir etki bırakmaktadır.


Özünü kaybetmeyen tüm kabilelere ve kavuşamayan ama teslim olmayan aşıklara selam olsun.

Filmin kendisini ön plana çıkaran en büyük artısı elbette faaliyette olan yanardağ eteklerinde, muhteşem doğanın içerisinde geçmesidir. Bir ağacı, akan suyu ya da lav püskürten bir yanardağı büyüleyici güzellikte kullanıyor yönetmenlerimiz. Karakterlerimiz ile bir ağacın dallarını bütünleştirme, yanardağın ateşini harlaması ile birbirleri için yanıp biten âşıkların aynı karede yer alışlarının, akan suyun dinginliğini dinleyen kardeşlerin görüntüsü tek kelimeyle olağanüstü. Hala Şamanizm’i yaşatan, modern toplumun din, örtünme, mülkiyet gibi birçok şeyinden henüz etkilenmemiş bir kabile ile bazen barışa olan bağlılıklarını bazen de hırstan uzak tatminkâr ama huzurlu, mutlu hayatlarını görmek de oldukça etkili oluyor. Ve tüm bunlara eşlik eden müzikler de cabası.

Hiçbir profesyonel oyuncunun yer almadığı, tamamen yerel halk tarafından çekilen ve diyalogların çoğunun doğaçlama gerçekleştiği filmin bu konudaki başarısı da fazlasıyla etkileyici. Birçok sahnede değme oyuncuya taş çıkartacak denli inandırıcı olan kabile insanları tarafından bizlere aktarılan bu hüzünlü hikâyenin yüreğimize su serpen tek yanı, kabilede değiştirdiği kanunlar oluyor. Ne diyelim, hala özünü kaybetmemiş ya da kaybetmemek için direnen tüm kabilelere ve kavuşamayan ama teslim olmayan tüm âşıklara selam olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder