Şiir gibi akan bir başyapıt.
Alejandro Jodorowsky’un nevi şahsına münhasır sinemasının
son şaheseri hatta belki de en büyük şaheseri olan Poesia sin fin, yönetmenin
kendi biyografisi olan üçlemenin ikinci ayağı. La danza de la realidad ile
kendi çocukluğuna bakan Jodorowsky, şimdi de belki de hayatının en renkli, en
sıra dışı, en dopdolu yıllarına, gençliğine uzanıyor Poesia sin fin ile. Şilili
Jodorowsky, cinsel hayata adım atmasından ailesinden kopmasına, kendini
tanımasından şair olmaya karar vermesine, sanat dünyasına karışıp ülkesinden
kopmasına kadar gençliğin ateşiyle ard arda karşılaştığı dönemeçlerin hepsine
kamerasını döndürüyor. Renklerin, sanat eserlerinin, sanatçıların, müziklerin,
politikanın ve daha nicelerinin perdede layığıyla temsil edildiği şiir gibi
akan bir başyapıt olan Poesia sin fin’in en unutulmaz anlarından birisi karakterimizin
aile bağını kırdığı sahnede vuku bulmaktadır kuşkusuz.
Alejandro (Adan Jodorowsky) özellikle ergenlik yıllarında
babasının istekleri ile kendi isteklerinin farklılık arz ettiğini, anne ve
babasının yaşayışı, hayattan beklentileri vs gibi birçok noktada ayrı düştüğünü
anlamıştır. Ne başına gelen her şeyi tevazu ile karşılayan, kendi dünyasında
yaşayan, oldukça pasif annesi ile ne de aşırı despot, aç gözlü, acımasız babası
ile hiç mi hiç ortak noktası bulunmamaktadır. Alejandro bir yandan kendini bir
yandan da ebeveynlerini tanımakta, aradaki uçurumu gün geçtikçe daha da net
görmektedir. Bu süreçte Jodorowsky, annesi ile babasını şaşılacak derecede
acımasız olarak çizer. Hatta elinden geldiği kadar karikatürize eder onları.
Peki, Alejandro, bu noktada aile kavramına nasıl bir tavır ortaya koyacaktır.
Alejandro’nun hayatının ilk ve en önemli özgürleşme hareketi.
Alejandro, bir aile toplantısında ilk kez şair olmak
istediğini dile getirir ve tahmin edileceği üzere başta babası olmak üzere aile
bireyleri tarafından ciddiye alınmaz. Kâğıt oyunu oynamak için masada buluşan
aile bireyleri bir nevi çıkıntılık yapan ve henüz birey yerine konulmayan
Alejandro’yu bahçeye aforoz etmişlerdir. Tıpkı saflığı nedeniyle annesini
koltukta örgü örmeye layık görmeleri gibi. Ne de olsa kumar masasında
oturanların her biri sahtekâr, yalancı riyakâr ve son derece küstah kişilerdir.
Yani en azından Jodorowsky, onları böyle görmektedir. Üstelik bu cinsel
tercihlerini saklayan, birbirlerinin yüzüne tonlarca yalan söyleyen,
birbirlerinin arkasından iş çeviren, inandıkları dini bile para gibi türlü
zevklerine ortak etmekten çekinmeyen aile bireylerine iyi bir ders vermeye
karar verir.
Ailenin bir nevi temsili olan ağaca, eline geçirdiği
baltayla büyük bir zevkle darbeler indirir. Her bir darbesi aslında ağaca değil
de aile bireylerinin örümcek beyinli kafalarına, geleneklere, aile kurumuna
iner. Jodorowsky, aile kurumunu kutsayan klasik sinema kodlarının aksine, ona
sırt çevirmekle kalmayan, onu cezalandıran bir sinema ile bizleri buluşturur.
Alejandro, belki ağacı tam olarak müdahaleler sonucu ortadan ikiye ayıramaz ama
güçlü bir darbeye maruz bırakır. Öyle ki ağaç yani aile bir daha asla eski
sağlığında olamayacak ve gittikçe çürüyecektir. Bu da Şili’nin faşist bir
diktatörü alkışlarla iktidara getirecek kadar hastalıklı bir toplumun oluşmasına
kadar sebebiyet verecektir. Zaten bu son
da Alejandro’nun, ilerleyen yıllarda çok daha büyük bir yol ayrımına gelmesinin
sebebi olacaktır. Lakin Alejandro’nun hayatının ilk ve belki de en önemli
özgürleşme hareketi unutulacak gibi değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder