15 Ağustos 2018 Çarşamba

İFF Mayınlı Bölge: Kékszakállú


Bir bakış, kısa bir diyalog ya da minicik bir tereddüt…

Arjantinli Gastón Solnicki’nin, bir uzun metraj ve kısa metrajlarının ardından çektiği Kékszakállú, Venedik Film Festivali’nden Prize–Horizons Ödülü alarak dikkatleri üzerine çekmişti. İsmini Macar besteci Bartók Béla’nın A kékszakállú herceg vára adlı operasından alan film, Arjantinli üst-orta sınıf gençliğine odaklanan, oldukça deneysel bir yapım. 36. İstanbul Film Festivali’nin en gözde bölümlerinden Mayınlı Bölge’nin şanına yaraşır bir üslupta olan Kékszakállú’u izlemesi de hazmetmesi de oldukça zorlayıcı.

Uzun bir prolog sahnesiyle başlayan filmin, devamında da bu kesik kesik parçalardan oluşan bir anlatımdan pek de uzaklaştığı söylenemez. Zira bir ya da birkaç başkarakter üzerinden değil de birçok karakter üzerinden rotasını çizen filmde, kameranın perdeye yansıttığı karakterlere bırak odaklanmayı takip etmek bile zorlaşıyor. Üstelik Solnicki’nin odağına aldığı yaş aralığı da çok net değil. Lara karakteri üzerinden ergen psikolojisine dalacağımızı düşünürken, Lara’nın ablası ve onun arkadaşları üzerinden ise gençlerin tam da yol ayrımında oldukları süreci de masaya yatırdığını anlıyoruz. Bir insanın hayatındaki ilk buhran olan ergenlikten en önemli ikinci buhran olan gençliğe kadar olan süreci, farklı karakterler üzerinden anlatmaya çalışan filmin, bir bakış, kısa bir diyalog ya da minicik bir tereddüt anı ile yetindiği söylenilebilir. Zaten filmin yarattığı nüans da asıl burada yatıyor.

Tıpkı bir opera temsili gibi tasarlanan sahneler...

Kékszakállú’nun aynı yaş aralığına odaklanan filmlerden bir diğer farkı ise sadece duruma odaklanması, sonuç ile neredeyse hiç ilgilenmemesi oluyor sanırım. Ergen ya da genç bir karaktere odaklanıp, o karakter ile tüm yolu birlikte yürüdüğümüz bir film olmadığı gibi yine o kişinin yaşadıklarının suyunda bir nevi vaftiz olup da yenilendiğini yani büyüdüğünü, yetişkinlerin dünyasına geçiş yaptığını gördüğümüz bir hikâye de sunulmuyor seyirciye. Kiminle nerede yola başladığımızı kestiremediğimiz gibi kiminle nerede ayrıldığımıza, onu ne durumda bıraktığımıza da pek şahit aslında.

Tıpkı şaşalı, devasal bir sahnede, kalabalık bir grup opera sanatçısının olduğu bir temsili simgeleyen havuz sahnesi ile açılan film, tramplenden atlayan ergenlik çağındaki gençlerin atlama şekilleri ya da atlayamama halleri üzerinden birden çok karakteri kısa sürede sahneye taşıyor. Elbette tıpkı bir opera temsili gibi tüm film boyunca sadece bir anlığına perdede gözükenlerle karşılaştığımız gibi diyaloglar üzerinden değil belki ama bir süre peşinden sürüklenmemiz açısından daha uzun tanıklıklar da yaşıyoruz. Hatta yine bir sahne metaforu olarak karşımıza çıkan evin terasında bir karakter üzerinde solo bir performansa da tanık olmak mümkün.

Avına sessizce yaklaşıp pençelerini geçiren yırtıcı bir kuş.

Sömürü tarihi ve yoksulluğuyla belleklerde yer edinen Güney Amerika ülkelerinin filmlerinde en azından bir sıkıntı ya da derdin dile getirildiği filmlerin merkezine alt sınıftan bireyleri alması alışılagelmiş bir durumdur. Lakin son zamanlarda Güney Amerika’dan perdeye yansıyan yapımların esas karakterlerini üst-orta sınıftan seçmeleri ve mekân olarak da bu sınıfın fazlasıyla stilize, steril ortamlarında dolaştıklarına şahit olmaktayız. İşte Kékszakállú da büyük bir ekonomik rahatlık içerisinde yaşayan gençlerin büyüme sancılarına, geleceklerine dair ol(a)mayan planlarına, kısacası varoluş sıkıntılarına bakıyor. Ve bu bakış esnasında kamerasına yansıyan gençleri yargılamaktan imtina ediyor.

Nerden geldiği ve nereye gitmek istediği hakkında hiçbir düşüncesi olmayan, çocukken oynadığı oyuncaklarının dünyasından çıkmak istemeyen, hapsedildiği mekanik dünyaların (telefon, bilgisayar vs..) içinden kafasını dahi kaldıramayan bir neslin çarpıcı bir portresi olan Kékszakállú, çok fazla konuşup kafa şişirmeden, nokta atışı yapan anlarıyla oldukça vurucu olmayı başaran bir nüve. Bir hassa genç kadınların hayata baktıkları, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştıkları anlarının kilit önemde olduğu filmin en büyük artısı ise bakılan değil de hep bakan olarak çizilen genç kadınlar olsa gerek. Zira yönetmen bu şekilde onları asla başka bir karakterin görüş açısına güvenip de emanet etmiyor. Özellikle ismini de aldığı opera müziğini dinlediğimiz birkaç sahnesinin akıllardan çıkmayacak denli çarpıcı olduğu filmin, avına sessizce yaklaşıp da pençelerini geçiren yırtıcı bir kuştan farkı yok desek yeridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder