Bir bakış, kısa bir diyalog ya da minicik bir tereddüt…
Arjantinli Gastón Solnicki’nin, bir uzun metraj ve kısa
metrajlarının ardından çektiği Kékszakállú, Venedik Film Festivali’nden Prize–Horizons
Ödülü alarak dikkatleri üzerine çekmişti. İsmini Macar besteci Bartók Béla’nın A
kékszakállú herceg vára adlı operasından alan film, Arjantinli üst-orta sınıf
gençliğine odaklanan, oldukça deneysel bir yapım. 36. İstanbul Film
Festivali’nin en gözde bölümlerinden Mayınlı Bölge’nin şanına yaraşır bir
üslupta olan Kékszakállú’u izlemesi de hazmetmesi de oldukça zorlayıcı.
Uzun bir prolog sahnesiyle başlayan filmin, devamında da bu
kesik kesik parçalardan oluşan bir anlatımdan pek de uzaklaştığı söylenemez.
Zira bir ya da birkaç başkarakter üzerinden değil de birçok karakter üzerinden
rotasını çizen filmde, kameranın perdeye yansıttığı karakterlere bırak
odaklanmayı takip etmek bile zorlaşıyor. Üstelik Solnicki’nin odağına aldığı
yaş aralığı da çok net değil. Lara karakteri üzerinden ergen psikolojisine
dalacağımızı düşünürken, Lara’nın ablası ve onun arkadaşları üzerinden ise
gençlerin tam da yol ayrımında oldukları süreci de masaya yatırdığını
anlıyoruz. Bir insanın hayatındaki ilk buhran olan ergenlikten en önemli ikinci
buhran olan gençliğe kadar olan süreci, farklı karakterler üzerinden anlatmaya
çalışan filmin, bir bakış, kısa bir diyalog ya da minicik bir tereddüt anı ile
yetindiği söylenilebilir. Zaten filmin yarattığı nüans da asıl burada yatıyor.
Tıpkı bir opera temsili gibi tasarlanan sahneler...
Kékszakállú’nun aynı yaş aralığına odaklanan filmlerden bir
diğer farkı ise sadece duruma odaklanması, sonuç ile neredeyse hiç
ilgilenmemesi oluyor sanırım. Ergen ya da genç bir karaktere odaklanıp, o
karakter ile tüm yolu birlikte yürüdüğümüz bir film olmadığı gibi yine o
kişinin yaşadıklarının suyunda bir nevi vaftiz olup da yenilendiğini yani
büyüdüğünü, yetişkinlerin dünyasına geçiş yaptığını gördüğümüz bir hikâye de
sunulmuyor seyirciye. Kiminle nerede yola başladığımızı kestiremediğimiz gibi
kiminle nerede ayrıldığımıza, onu ne durumda bıraktığımıza da pek şahit
aslında.
Tıpkı şaşalı, devasal bir sahnede, kalabalık bir grup opera
sanatçısının olduğu bir temsili simgeleyen havuz sahnesi ile açılan film, tramplenden
atlayan ergenlik çağındaki gençlerin atlama şekilleri ya da atlayamama halleri
üzerinden birden çok karakteri kısa sürede sahneye taşıyor. Elbette tıpkı bir
opera temsili gibi tüm film boyunca sadece bir anlığına perdede gözükenlerle
karşılaştığımız gibi diyaloglar üzerinden değil belki ama bir süre peşinden
sürüklenmemiz açısından daha uzun tanıklıklar da yaşıyoruz. Hatta yine bir
sahne metaforu olarak karşımıza çıkan evin terasında bir karakter üzerinde solo
bir performansa da tanık olmak mümkün.
Avına sessizce yaklaşıp pençelerini geçiren yırtıcı bir kuş.
Sömürü tarihi ve yoksulluğuyla belleklerde yer edinen Güney
Amerika ülkelerinin filmlerinde en azından bir sıkıntı ya da derdin dile
getirildiği filmlerin merkezine alt sınıftan bireyleri alması alışılagelmiş bir
durumdur. Lakin son zamanlarda Güney Amerika’dan perdeye yansıyan yapımların
esas karakterlerini üst-orta sınıftan seçmeleri ve mekân olarak da bu sınıfın
fazlasıyla stilize, steril ortamlarında dolaştıklarına şahit olmaktayız. İşte Kékszakállú
da büyük bir ekonomik rahatlık içerisinde yaşayan gençlerin büyüme sancılarına,
geleceklerine dair ol(a)mayan planlarına, kısacası varoluş sıkıntılarına
bakıyor. Ve bu bakış esnasında kamerasına yansıyan gençleri yargılamaktan
imtina ediyor.
Nerden geldiği ve nereye gitmek istediği hakkında hiçbir
düşüncesi olmayan, çocukken oynadığı oyuncaklarının dünyasından çıkmak
istemeyen, hapsedildiği mekanik dünyaların (telefon, bilgisayar vs..) içinden
kafasını dahi kaldıramayan bir neslin çarpıcı bir portresi olan Kékszakállú,
çok fazla konuşup kafa şişirmeden, nokta atışı yapan anlarıyla oldukça vurucu
olmayı başaran bir nüve. Bir hassa genç kadınların hayata baktıkları, anlamaya
ve anlamlandırmaya çalıştıkları anlarının kilit önemde olduğu filmin en büyük
artısı ise bakılan değil de hep bakan olarak çizilen genç kadınlar olsa gerek.
Zira yönetmen bu şekilde onları asla başka bir karakterin görüş açısına güvenip
de emanet etmiyor. Özellikle ismini de aldığı opera müziğini dinlediğimiz
birkaç sahnesinin akıllardan çıkmayacak denli çarpıcı olduğu filmin, avına
sessizce yaklaşıp da pençelerini geçiren yırtıcı bir kuştan farkı yok desek
yeridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder