1) Nymphomaniac (İtiraf) - 2013
Yönetmen: Lars von Trier
Lars von Trier’in şimdilik son harikası olan Nymphomaniac,
birçoklarının gözünde hasta ya da sapık bir kadının sıkıcı bir hayat hikâyesi
olarak görülüyor belki de. Lakin bu filmi bu kadar basite indirgemek, Trier’in
söylediklerine yeterince kulak vermemek, filmin derinliğine inmemek, filmin
kodlarını okumamak olur. Zira Joe Charlotte Gainsbourg’in kıskanılası bir
performansla hayat verdiği Joe karakterinin Shia LaBeouf sayesinde perdede
arz-ı endam eden Jerôme karakterine beslediği ve hiç tükenmeyen aşkına
haksızlık yapılmış olur. Bir ömür bitmeyen, eskimeyen bir aşk… Kimler gelip
geçerse geçsin, kaç erkekle birlikte olursa olsun fark etmez. Sonuçta diğer
erkeklerin hepsi Joe’nin hastalığının kısa süreli, geçici ilaçlarıdır. Lakin
Joe, Jerôme’a kelimelerin kifayetsiz kalacağı türden hisler besler.
Bu acılı hayat hikâyesini kendi ağzından dinlediğimiz Joe’yi
sıkılmadan ya da yargılamadan izlemek istiyorsanız Joe’nin duygularını
hissetmenizi tavsiye ederim.
2) Harold and Maude – 1971
Yönetmen: Hal Ashby
Gelmiş geçmiş en muhteşem, en sıra dışı büyüme hikâyesinin
tartışmasız tek bir karşılığı var. O da Harold and Maude. Lakin baştan
söylemeliyim ki içinde bambaşka bir aşk da barındıran bu eşsiz filmi izlerken
lütfen toplum tarafından size enjekte edilmiş önyargılarınızdan sıyrılın. Şayet
bunu yapmazsanız filmde karşınıza çıkacak belki de en naif, en şiirsel, en
içten aşka sırtınızı dönmüş olursunuz. Harold (Bud Cort ) ile Maude’un (Ruth
Gordon) arasındaki 60 yaşın, hayli fazla olduğunu kabul etmemek mümkün değil
elbette. Fakat aralarındaki çıkarsız, hesapsız, saf sevgiyi görünce inanın yaş
farkını aklınıza bile getirmeyeceksiniz.
Bir kelebeğin ömrü kadar kısa olan bu aşka siz de
duygularınızın kapısını açın bana kalırsa.
3)Lolita – 1962
Yönetmen: Stanley Kubrick
Bu kez de karşımıza henüz yeni ergen bir kıza, tabiri caizse
delicesine tutulan Prof. Humbert (James Mason ) adlı karakterin aşk içinde
çırpınışlarına, bu uğurda yaptığı çılgınlıklara, ahlaksızlıklara şahit
oluyoruz. Aşk derdinden muzdarip olan karakterimiz sadece ve sadece âşık olduğu
kadına yakın olabilmek için onun annesiyle evlenmeyi bile düşünebilecek kadar
yoldan çıkmıştır. Dedim ya Humbert, derin bir hastalığa tutulmuştur adeta. Onu
bu hastalıktan döndürecek ne bir kişi ne de yöntem yoktur zinhar.
Ateşe tutulmuş pervaneler gibi Lolita’ya(Sue Lyon) tutulup, yanıp, tükenmeyi göze almış bir
meczup vardır artık karşımızda. Bu arada aman diyeyim, remake olanı değil
orjinalini izleyin.
4) Léon (Sevginin Gücü) – 1994
Yönetmen: Luc Besson
Unutulmazlar arasındaki yerini asla hiçbir filme
kaptırmayacak bu gönüllerin sahibi olan Léon’u bazıları pedofili diye yaftalama
yanlışına düşmüşlerdir. Fakat bu söylemlerinde asla onlara hak veremiyorum.
Filmde hem oldukça yabancı hem dekendilerinden başka sırtlarını yaslayacakları
kimsesi olamayan Léon (Jean Reno) ve Mathilda’nın (Natalie Portman)
birbirlerine olan aşkları sıcacık bir sarılma dışında ete kemiğe bürünmez asla.
Onların aşkları tamamen kalplerinde yaşanacak kadar çıkarsız ve temizdir çünkü.
Belki küçük kızımız Mathida’ya kalsa bir şeyler ileriye gidebilirdi elbet. Zira
Mathilda için Léon, sadece güçlü ve ona iyi davranan bir erkek değil aynı
zamanda onun hayatını kurtarandır. Fakat Léon, hep bir adım geriye atarak
durdurur onu. Zira Mathilda’ya duyduğu hisler, insanlığın basit tarifleriyle
ifade edilemeyecek kadar başkadır.
Bu bambaşka hislerin sahiplerinin birbirleriyle oyunlar
oynaması, silah kullanma alıştırmaları, yan yana uyumaları ya da sarılmaları
değme romanslara taş çıkarır.
5) Låt den rätte komma in (Gir Kanıma) – 2008
Yönetmen: Tomas Alfredson
Kim demiş vampirler insanların katilidir diye. Bunu diyenin
şimdiki filmimizden haberi olmaması gerek. Låt den rätte komma in iki çocuğun
birbirlerine besledikleri derin aşkı perdeye taşır. Lakin o kadar da basit
değil mesele. Neden mi? Çünkü âşıklardan biri insan diğeri de bir vampirdir.
Hani aç kalınca ilk gördüğü insanın ensesine yapışıp da karnını doyurandan. Peki,
Oskar (Kåre Hedebrant ) ile Eli’nin (Lina Leandersson ) nasıl bir birlikteliği
olacaktır bu şekilde? Cevap aslında çok basit. Bu paradoks aşk ile
çözülecektir. Eli, ne kadar aç olursa olsun Oskar’ı karnını doyuracağı bir
insan olarak bakamaz. Oskar da Eli’ye sonsuz bir güven duyar. Öyle ki Oskar,
Eli’ye sırtını dönebilecek hatta ve hatta Eli ona arkasından sarıldığında bir
an bile tereddüt etmeyecek kadar güvenir.
Şimdi soruyorum size, böylesine bir aşkın karşısında ne
denir? Muhteşem. Tek kelimeyle muhteşem…
6)Her (Aşk) – 2013
Yönetmen: Spike Jonze
Sıkı durun, zira listenin belki de en sıra dışı aşkına geldi
sıra. Bir kiralık katile, büyükannen yaşındaki bir kadına, üvey çocuğun olacak
kıza, vampire âşık olundu anladık da… Peki, bir işletim sistemine? Evet, evet
Theodore (Joaquin Phoenix ) adlı karakterimiz, bir insanın aklını başından
alacak, onu yeniden doğmuşçasına yenileyecek olan duyguyu yani aşkı, yapay
zekâya sahip bir işletim sisteminde bulacaktır. Derin bir yalnızlık içerisinde
kaybolmuş olan Theodore’nin hayatında hissedeceği, belki de tekrarı mümkün
olmayan hislerin, bırak sevişmeyi, göremediği, dokunamadığı bir şeye duyulması
sözün bittiği yer olsa gerek.
Şayet izlerseniz, şahit olduğunuz duyguların, boğazınızda
büyük bir yumru olarak kalacağının şimdiden uyarısını yapmak isterim. O yumrudan
kurtulmanız üstelik çok da kolay olmayacak.
7) Oldeuboi (İhtiyar Delikanlı) – 2003
Yönetmen: Chan-wook Park
Sırada benim de yazarken tüylerimi diken diken eden bir aşk
var; ensest. Evet, evet yanlış duymadınız. Sırada iki kardeşin birbirine
duyduğu aşk var. Film bir intikam temelinde şekilleniyor fakat mesele aslında
kardeşler arasında yaşanan aşkta çözümleniyor. Woo-jin Lee’nin kardeşine,
kardeşinin de ona duyduğu aşk, ne öyle arsızca dile gelir ne de inkâr edilir.
Belki de çok güçlü bir sevgidir bu belki de gerçekten aşk.
Bilemeyiz. Lakin filmi izlemeden ve ikili arasındaki hissiyata şahit olmadan
hüküm vermeyin ne olur.
8) Ultimo tango a Parigi (Paris’te Son Tango) – 1972
Yönetmen: Bernardo Bertolucci
Yakın zamanda Bernardo Bertolucci’nin yaptığı sansasyonel
açıklamayla tekrar gündeme oturan Ultimo tango a Parigi, yasaklanan, mahkemelik
olan, seyirci tarafından da dışlanan sahnelerin sahibi bir film. Listemize bu
filmin girmesinin sebebi deo sahnelerdir ne de olsa. Ya da aradaki aşkın
yaşanma hali mi desek? Gerçi hemen belirtmeliyim ki aşk daha çok bana kalırsa
tek taraflı yaşanmakta bu filmimizde. Paul (Marlon Brando) ile Jeaane (Maria
Schneider) arasındaki ilginç ilişkide, aşk daha çok Paul’de can bulur. Her ne
kadar ilk etapta tam tersi bir intiba çizilse de Paul, ilerleyen sürede bizleri
duygularının yoğunluğu ile şaşırtır. Birbirlerinin adını bile öğrenmek
istemeyen, iki yabancının arafa benzeteceğimiz bir evde seks yaşamalarıdır
aslında en basit haliyle filmin özü. Lakin yavaş yavaş filizlenen aşk her şeyi
tepetaklak eder.
En insanlık dışı uygulamalarla birbirine sahip olmakta
sakınca görmeyen çiftin aşkına şahit olmak şaşırtıcıdır.
9)Wild (Vahşi) – 2016
Yönetmen: Nicolette Krebitz
Liste ilerledikçe sınırlarımızı daha da genişletmeye ne
dersiniz? Zira sırada bir kadının kurda olan aşkına sizi davet ediyorum. Yanlış
okumadınız evet. Filmin arzu nesnesi bir kurt. Çevresiyle pek de sağlıklı
iletişim kuramayan, yalnız bir karakter olan Ania (Lilith Stangenberg), bir
kurda, divane bir şekilde gönlünü kaptırır. Hatta bu aşk ona tam da insanlıktan
beklenecek bir bencillik yaptırır. Kurdu doğasından koparıp, kaçırarak evine
hapseder. Hatta gün geçtikçe aşkından deliye dönen Ania, onunla her türlü
duygusunu tatmin eder. Açıkçası bu sıra dışı aşkta, oldukça şaşkına döneceğiniz
sahneler karşılayacak sizleri.
Kıskanılası bir fikir ve kıskanılası bir sinema örneği olan
Wild, finaliyle de izleyiciyi tatmin eden, insanın tersine evrimine dair eşsiz
bir yapım.
10) Sausage Party (Sosis Partisi) – 2016
Yönetmen: Greg Tiernan, Conrad Vernon
Bir sosis ile sandviç ekmeğinin aşkına geldi sıra. Üstelik
bu âşıklar öyle pek de usturuplu değiller. Daha doğrusu bu oldukça anlamlı,
güçlü bir din, toplum ve düzen eleştirisi olan harika animasyonda âşıklarımız,
modern toplumun medeniyet adı altında getirdiği üstü kapalı konuşmalardan,
imalardan, yasaklı kelimelerden pek hazmetmiyorlar. Onlar düşündüklerini,
hissettiklerini açık açık, olduğu gibi söylüyorlar birbirlerine. Hatta ve hatta
filmin sonunda aşklarının nişanesi olan anları hepimizin gözleri önünde açıkça
yaşamaktan da zerre çekinmiyorlar.
O kadar açık, net ve gerçek bir aşk var karşımızda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder