Hannes Holm’un 1987’de televizyon dizileriyle başladığı
yönetmenlik kariyerinde belki de yaptığı en başarılı iş olan Hayata Rövaşata
Çeken Adam, onu Oscar’da son düzlüğe ulaştırmayı başardı. Frederick Backman’ın
çok satan romanından uyarlanan, Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film dalında son
beşe kalarak İsveç’e çok da aşina olmadığı bir duyguyu yaşatan filmi, !f
İstanbul Bağımsız Filmler Festivali sayesinde izleme şansı bulduk. Bizim
karşımıza gelene kadar birçok festivalden elini kolunu doldurup, büyük oranda
zaten rüştünü ispatlamıştı. Böylesine nam-ı yürümüş bir filmi, izlemeden önce
beklentiyi yüksek tutmayı engellemek ne yazık ki mümkün değil. Bu nedenle
elbette beklenti çıtası oldukça yüksek bir şekilde izlenen Hayata Rövaşata
Çeken Adam, abartısız söylüyorum, kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor.
İskandinavya ülkelerinin filmleri nedense oranın soğuk
ikliminden mi yoksa sessiz sakin geçen huzurlu hayatından mı nedir bilinmez ama
tuhaf bir durgunluğa ve soğukluğa sahiptir. Lakin bu durum zannedileceği gibi
filmi ruhsuzlaştırmaz. Aksine insanın içini ürperten, tüm sinir sistemine
dokunan, duygularını alt-üst eden bir atmosfer yaratır. İsveç’in en başarılı
yönetmenlerinden Ingmar Bergman, Roy Anderson, aynı zamanda ülkemizde de
filmleri gösterilmiş olanlardandır. Bu isimlerin filmlerine baktığımızda
hepsinin eserlerinde de bahsettiğimiz koşullar geçerlidir. İşte Hannes Holm da
bu isimleri takip eden fakat sineması yine hemşerileri olan Ruben Östlund,
Tomas Alfredson’un anlaşılır tarzına daha yakın bir yol izlemekte. Fakat
Anderson’un mizah anlayışından, Bergman’ın insan ruhuna olan yolculuğundan da
etkilendiğini inkâr edemeyiz.
Eşini yeni kaybetmiş, işinden zoraki emekli olmuş ve kalp
hastalığı olan, aksi, çekilmez bir ihtiyardır Ove. Ölen karısının eşyalarını
bile toplamadan günlük hayatın rutinine devam etmektedir. Her gün karısının
mezarlığına gitmek, sitede her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etmek ve
gördüğü herkese çatmak Ove’nin günlük rutinleridir. Fakat karşı eve taşınan
aile, Ove’nin hayatında güçlü değişikliklere neden olacaktır. İranlı hamile
kadın, İsveçli bir erkek ve iki çocuktan oluşan bu oldukça rahat, tantanalı ve
biraz da kural bozucu aile, aslında Ove’ye de onun rutinlerine de taban tabana
zıttır. Fakat bu zıtlıklar hikâyeyi inceden inceye müthiş güzel laflar söyleyen
bir seyre dönüştürür.
Ove’nin bir yandan çocukluğundan başlamak üzere anılarını
yad etmesine şahit olurken bir yandan da bu yeni komşu aileyi tanımamız ve
Ove’nin onlarla kurduğu ilişki doğrusal bir şekilde ilerler. Ove’nin özellikle
hatıralarının flahsbacklerle kurguya mükemmel bir şekilde uyumlu ilerlemesi
gözden kaçmayacak başarılarından biri filmin. Ove’nin her intihar girişiminde
geçmişi hatırlaması ile onu daha yakından tanır, sever hatta ve kollarımızla
sarıp sarmalarız. Yönetmen her geçmişe gidişte Ove’nin neden böyle bir adam
olduğunu, neden şimdilerde aksi, çekilmez biri olduğunun yanıtını oldukça
tatmin edici bir şekilde verir.
Yaşıl ve hayattan beklentisi kalmamış bir adamın karşısına
tesadüf eseri çıkan çocuklu bir kadın ya da sadece çocuk ile hayatının
gidişatının değişmesi aslında çokça aşina olduğumuz bir konu. Henüz yakın
zamanda izlediğimiz Ken Loach ustanın, kendisine Cannes Film Festivali’nde de büyük
ödülü getiren I Daniel Blake ile temelinde aynı mevzu vardır. I Daniel Blake
ile akrabalığı olan filmin aynı yıl içerisinde çekilmiş olmaları tatlı bir
tesadüf olsa gerek. Daniel de yalnız ve sağlık probleminden dolayı çalışamaz
raporu verilmiş bir adamdır. Tesadüf eseri karşılaştığı iki çocuklu bir kadın
ile yollarının kesişmesi sonucu Daniel’in hayatı farklı bir yöne evrilir. Elbette birçok farkları da olmasına rağmen bu
koca adamların biraz da onlara belki de eşlerini hatırlatan kadınlar, hiçbir
zaman sahip olamadıkları çocuklarla hayata dönüşleri, genç komşuları ile olan
dostlukları ve bürokrasi ile olan çetrefilli, memnuniyetsiz ilişkileri o kadar
benzer ki.
Uzun lafın kısası, ister İsveç ister İngiltere ister
dünyanın bambaşka bir köşesi olsun, yalnız, hasta bir huysuz bir ihtiyar
kuşkusuz hepimizin çevresinde vardır. Ve bu aslında tıpkı Ove gibi koca yürekli
–buradaki deyimi sadece mecaz anlamıyla değil gerçek anlamıyla da
kullanmaktayım- adamların yaşamlarına günlük rutinlerimiz içerisinde belki
dokunamamaktayız. Lakin bu filmi izleyince dil, ırk, yaş, cinsel tercih ya da
her ne olursa olsun hiçbir fark dostluğun, sevginin ve iyiliğin önüne
geçemeyeceğine bir kez daha kanaat getirip, çevrenizde belki bir Daniel belki
de bir Ove aramaya başlayacaksınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder