14 Ağustos 2018 Salı

Kafası İyi Filmler



Sinemanın kendine seçtiği en etkileyici konulardan biri de kuşkusuz uyuşturucudur. Yüzlerce filmde bir şekilde işlenen bu mevzu bazı filmlerin ise odak noktası olmuştur. Bu listede ise daha çok uyuşturucu kullanan ve o kafalarla filmde var olan karakterlerin olduğu yapımları göreceğiz.


1)Requiem For A Dream – 2000

Yönetmen: Darren Aronofsky

1978 tarihli Hubert Selby, Jr.'ün romanından uyarlanan bu film, listemizin belki de uyuşturucu dışında tv ve zayıflama ilacı gibi farklı bağımlılıkları da aynı potada eriten tek filmidir. Requiem For A Dream, bağımlılığın ne olduğunu, insanoğlunun bağımlı olduğunda neleri ne kadar yapabileceğini en önemlisi ise ne hallere düşebileceğini en sert en gerçekçi haliyle de yansıtandır aynı zamanda. Tv bağımlısı anne ve uyuşturucu bağımlısı üç gencin hayatlarının nasıl darmaduman olduğuna bizi şahit eden yönetmen, seyircinin sinirlerini alt üst edecek denli ileriye gitmekte çoğu zaman. Hayatlarının baharında, bağımlılıklarının henüz onlara zevki yaşattığı zamanlarda takibe başladığımız karakterleri hayatlarının kışında terk ederiz. Lakin bu, özellikle kış mevsimi paralel kurgu ile vakıf olduğumuz son düzlük nice şiddet içeren filmlerden daha da sert daha da zorludur. Requiem For A Dream, önce dumanlı ya da aldanan kafalarda biz seyircilere mutlu anları yaşatıp sonra da tıpkı o karakterler gibi tek tek acılara da dâhil eder bizleri. Böylece o karakterlerle bağımlı olur, onlarla vücudumuzu satar, tutuklanır, kolumuzu kaybeder, dibi bulur ve yok oluruz.

Darren Aronofsky, bizi uçsuz bucaksız dağların zirvesine çıkarmış, bulutları elletmiş hemen ardından da daha bu anın tadı damağımızda erimeden uçurumdan aşağıya yuvarlamış, tekrar bir araya gelemeyecek şekilde benliğimizi de vücudumuzu da paramparça etmiştir. Gerçekleri görmeye ya da duymaya çok da hazır değilseniz, film sizi epey hırpalayabilir. Demedi demeyin.



2)Enter The Void – 2009

Yönetmen:Gaspar Noé

Gaspar Noé’nin Tokyo’da çektiği Enter The Void, kendisinin deneyimlerinden yola çıkılarak hayat bulan bir film. Bu nedenle özellikle karakterlerin uyuşturucu kullandığı sahnelerde onların yaşadıklarını bize anlatamaya çalışan Noé, bunda fazlasıyla başarılı. Uyuşturucu madde kullanıldığında kullanıcının beynine bizi konuk eden Noé, o büyülü dünyanın aldatmacasına bir an için bizi de kaptırır. Filmin en enteresan yanı ise kahramanımız bellediğimiz karakterin kısa süre içerisinde ölmesi olur. Neyse ki bizi ruhani olarak da olsa yalnız bırakmayan karakterimiz, kız kardeşini takip ederken onunla ensestliğe varan ilişkisine daha yakından bakmamıza izin verir. İki kardeş arasındaki ilişkiyi anlatan en aykırı filmlerden biri olduğuna kesin gözüyle bakılacak Enter The Void, için tabularınızdan kurtulmanız gerektiğini belirtmek gerek sanırım.

Uzun süresi, cesur sahneleri, sert tarzı ile izlenebilmesi her baba yiğidin harcı olmayan bu film, dumanlı kafalara selam çakan bir başyapıt kesinlikle. Her filmiyle olay yaratan Noé, uyuşturucu konusundaki uzmanlık belgesini bu filmle sonuna kadar hak etmiştir.




3)Trainspotting – 1996

Yönetmen: Danny Boyle

Sinema tarihinin belki de en muhteşem kafası iyi filmlerinden biridir Trainspotting. Bir grup gencin her ne olursa olsun birbirlerine sıkı sıkıya bağlı dostlukları, son kuşağın hayata boş vermişliği, hayatın anlamsız olduğunu düşünmeleri, âşık olmaları ve en önemlisi uyuşturucu bağımlısı olmaları… Trainspotting tüm bunları bünyesinde güzelce harmanlayıp ortaya enfes bir lezzet çıkaran bir yapım oluyor. Sistemin insanoğluna dayattığı sıkıcı ve despot hayatı(kredi çekip ev almak, alışveriş yapmak vs…) reddeden bu gençlerimiz ne yazık ki çevrelerinin nefes alamayacak kadar çepeçevre sarıldığı bir dünyada çareyi uyuşturucuda buluyorlar. Filmi izlerken seyirci olarak bir an bile karakterlerimizi suçlamamıza sebep olmayan ayakları yere sağlam basan senaryosu ve diliyle kusursuz bir film Trainspotting. Her ne kadar bazı çevrelerce uyuşturucu kullanmayı özendiriyor olduğu söylense de bana kalırsa filmdeki mesele çok daha derin. Ancak filmi düz bir okuma ile görmeye çalışan böyle bir yorum yapabilir. Zira film, sisteme, gençliğe, insanlığa bir ağıt niteliğinde.
Bizim de Boyle’nin bu yaktığı ağıda katılarak, sistemin pisliğine bulaşmamak adına uyuşturucunun kucağına düşen tüm gençleri kucaklamak gerek diye düşünenlerdenim.




4)Sid and Nancy – 1986

Yönetmen: Alex Cox

Sex Pistol'de basçı olarak görev yapan Sid Vicious'un hayatını ve kız arkadaşı Nancy Spungen ile olan ilişkisini anlatan film, bu iki karakterin uyuşturucu müptelasi olmalarından dolayı da onların neredeyse hiç netleşmeyen buğulu dünyalarında ağırlıyor biz seyircileri. Müzik, aşk, uyuşturucu, şöhret, nefret, cinnet… Evet, hepsini fazlasıyla bulacağınız bir film ile karşı karşıyasınız. Ürkütücü olan ise filmde anlatılanların hepsinin bire bir gerçekten yaşanılmış olması olsa gerek. Başarılı bir müzik grubunun solisti iken yaşadığı aşk ve uyuşturucu nedeniyle dibi bulan Sid ile sevgilisi Nancy’in öyküsü çoğu zaman inanılmakta zorluk çekilen anlarla dolu. Uyuşturucu alan kafaların yaptıkları her şey bir adım daha filmin kahramanlarıyla özdeşlik kurmamıza engel oluyor. O kadar tiksinti verici, itici, kabullenilemez bir yaşam sürüyor ki çiftimiz ne düştükleri hayat koşulları, ne aşkları ne de yenilmişlikleri bizi onlara yaklaştırabiliyor. O kadar etkileyici o kadar inandırıcı bir film Cid and Nancy. Özellikle Gary Oldman gibi başarılı bir karakter oyuncusunun omuzlarında yükselen, yükseldikçe de bizdeki rahatsızlığını arttıran Sid de ve onun hayatına sülük gibi yapışan Nancy de tam baş belası.

Seyircinin başına sarılmış en utanmaz, en keş bu iki karakterin dünyalarına şöyle bir bakıp geçeceğim diye niyetlenmeniz yeterli. Nasıl olsa film sizi dört koluyla kavrayıp içine alacaktır.




5)Blow – 2001

Yönetmen:Ted Demme

Peki, ister misiniz bu  iyi olan kafalara oldukça yüklü duygusallık da ekleyelim. Normal bir hayattan uyuşturucunun da paranın da doruklarına ulaşan sonra da ağır ağır çıktığı o merdivenlerden pata küte düşen bir film var karşımızda. Bir adamın hayatı tıpkı filmin Türkçe ismi gibi beyaz bir şeytan tarafından esir alınır. Bu beyaz şeytan cehennem azabının hepsini çektirir karakterimize. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan bu film her ne kadar uyuşturucu sayesinde Jung’a çok şey sunsa da sonradan verdiklerinin hepsini misliyle de alacak kadar acımasız bir film. Jung ile kurduğumuz özdeşlik bizi duygusallığın doruk noktalarına gezdirecek türden. Belki de listedeki en duygusal filmlerden olan Blow’u, Johnny Depp ve Penelope Cruz’un oyunculuklarıyla şahlanan tam bir dram diye tanımlayabiliriz.

Uyuşturucunun pençesinde kalıp da kızına dokunamayan bir babanın öyküsünü izlemedinizse çok pişman olmalısınız.




6)Fear and Loathing İn Last Vegas – 1998

Yönetmen:Terry Gilliam

Aslında listenin şanına en yakışan filmi kuşkusuz Fear and Loathing İn Last Vegas’dır. Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki çantalarında çeşit çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa yapıcı maddeler kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir dünyanın içine girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne hissettirdiklerini bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz. Bir dergide muhabirlik yapan Duke ve avukatı Dr Gonzo, bir an bile kafalarının normal bir şekilde işlemesine müsaade etmeyeceklerdir.  Bu nedenle Duke, kendisine verilen işi de beceremeyecektir. Oldukça eğlenceli bir şekilde bize sunulan bu iki kafadarın hayatı, yaşam tarzlarıyla da seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Asla hesap ödemeyen, sürekli otellerde kalıp keyif çatan bu ikili bir nevi zenginin parasını yiyip yaşayarak kendilerine Robin Hood’luk yapıyorlar da diyebiliriz. Kırmızının ve pembenin tonlarının her bir çeşidini içerisinde barındıran film, maceralı, koşturmalı, müzikli muhteşem bir görsel şölendir. Üstelik sünger gibi olan beyinlerin etkisini bize yansıtabilmek adına kullanılan farklı mercekler de etkiyi fazlasıyla arttırıyor. Elbette böyle bir filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı bir şehrin ev sahipliği yapması da tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu kadar artının üzerine bir de Johny Depp ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi mest ediyor.

Gilliam’ın iki keş kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey eksik olur, hem de her şey…




7)Pineapple Express – 2008

Yönetmen: David Gorden Green

Bu kadar dram filminin arsına kafasını dumanlatıp da bizi gülmekten kıran bir filme ne dersiniz. Hep üzülüp ağlayacak değiliz ama değil mi? İzlerken bir an bile ağzımızın kapanmadığı, her sahnesiyle bize yaşattığı duygularla mutluluk pompalayan bu film, komedi- aksiyon sularında yüzüyor.  Böylece bir yandan güldürüp, bir yandan da Seyirciyi soluksuz bırakan Pineapple Express, aynı zamanda karkaterlerimizin kafalarından dumanı asla eksik etmiyor. Her ne olursa olsun her şeyin sebebi olan ottan çekmedikleri bir an bile yok neredeyse. Böylece tüm olup bitenler duman altında gerçekleşiyor.
Bu aksiyon, bol komedi, bol da duman tercih edenler, sizin durağınız belli ki Pineapple Express.




8)Candy – 2006

Yönetmen: Neil Armfield

Candy, tıpkı Requiem For A Dream gibi epizodlara ayrılarak bize henüz filmin başında gelecek kötü günleri açık eder. Cennet bölümünde karakterleri tanıyıp meseleye hâkim olur, uyuşturucu ve aşkın bir arada müthiş bir huzur verdiğine şahit oluruz. Fakat ne yazık ki, güzel olan her şey gibi cennet bölümü de yeryüzü gibi bilindik, sıkıcı sularda yüzen hayata evrilir. Fakat gelecek cehennemden önceki bu durak da pek bir şey vaat etmez. Lakin cehennem tek bir bağımlılığın bile başa bela olduğu hayatta iki bağımlılığı olan kahramanlarımıza oldukça acımasız davranır. Belki de akıllarından bile geçirmeyecekleri kadar ürkütücü bir ceza verir onlara. Candy, tıpkı Sid and Nancy gibi hem takıntılı aşka hem de uyuşturucuyu kucaklamak isteyen genç ruhların cezalandırıldığı etkileyici bir dram. Bu sürekli uçuşa hazır kafalar, öylesine büyük günahlar işlerler ki... Cehennem de aldıkları ceza bile kalplerindeki suçluluk duygusunu sindiremez. Onlar ki artık iflah olmaz kaybedenler olarak evrendeki sürelerini doldurmaktadırlar sadece.

Ne dersiniz kelebeğin bir günlük ömrünü yaşarmış gibi hızlı yaşayan ve erken yorulan bu gençlerle tanışmak istemez misiniz?




9)Gemide – 1998

Yönetmen: Serdar Akar

Yerli sinemanın en sert filmlerine imza atan Serdar Akar, filmografisinin tartışmasız en iyi noktasına Gemide ile yerleşir. Dört dumanlı kafalı mürettebatın ve bir kadının aynı geminin içerisinde yol aldığını düşünün… Oldukça sert ve kadına, cinselliğe aç mürettebatın bir de ot çekerek kafalarının dumanlandığı bir ortam da gemiye kadın yerleştirmek zaten en başta fikir olarak çok başarılı. Serdar Akar, zaten filmin başında çatışma yaratacak malzemeleri çok yerinde seçerek filme başlıyor. Ve kaptandan dinlediğimiz türlü hikâyeler, etrafın dumanlı ortamında adeta biz seyircilere kafa yaptırıyor. Üstelik o dönem birçok çevreyi rahatsız edecek denli ağır küfürleri ve argo söylemleri de cabası. Bu geminin içerisinde şahit olduğumuz hayat, adeta başka bir evrene geçiş yapılmış hissiyatı da vermiyor değil hani. Erkan Can gibi usta bir oyuncunun kendini ilk belli ettiği filmlerden biri olan Gemide, tartışmasız bir şekilde yerli sinemanın kilometre taşlarından biri oluyor. Karanlık ve klorosfobik atmosferi, hiçbir yere bağlı olmayan duygusu, kendinden geçmiş kafalarıyla başka bir âlem yaratan bu filmi izlemeyen yerli sinema ile tam olarak tanışmamıştır kesinlikle.




10)The Man With The Golden Arm – 1955

Yönetmen:Otto Preminger

Çoğu filminde seçtiği konular ya da değindiği meseleler açısından döneminin hep bir adım ilerisinden gelir Otto Preminger. İşte The Man With The Golden Arm’da başkarakterin uyuşturucu bağımlısı olması da böyle bir şey. Zira hem uyuşturucu kullanmak gibi o dönem tabu olan bir meseleye değinmesi hem de bunu seyircinin özdeşlik kurduğu kahramana yaptırması gerçekten ilerici bir adım. Ne var ki filmin en büyük belki de tek artısı bu oluyor. The Man With The Golden Arm, özellikle senaryo anlamında Yeşilçam filmlerine alışık olanlara çok tanıdık gelecek bir film. Oldukça sıradan ve tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen film, tüm klişeleri kullanıp tamamen dönemin seyircisine, gişeye oynayan bir piyasa filmi çizgisinde ilerliyor. Her şeye rağmen Preminger’in dokunuşları arada kendini hissettirse de o dönemin sevilen müzisyenini başrolde oynatma tercihinden tut da birçok şey filmin tamamen palanlı bir gişe filmi olduğunu ispatlıyor.

Lakin 1950’li yıllarda uyuşturucu bağımlısı bir adamın hayatının ellerinin arasından kaymasına yakından bakan The Man With The Golden Arm, sırf bu yüzden bile listeye girmeyi hak ediyor. Tabularına sıkı sıkıya bağlı özellikle o dönemin Hollywood’una adeta kaçak giriş yapıyor bu filmiyle Preminger. Bu kadar önemli bir misyonu olan filmi izlemeden uyuşturucu filmlerine hâkim oldum denilemez sanırım.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder