Sinemanın kendine seçtiği en etkileyici konulardan biri de
kuşkusuz uyuşturucudur. Yüzlerce filmde bir şekilde işlenen bu mevzu bazı
filmlerin ise odak noktası olmuştur. Bu listede ise daha çok uyuşturucu
kullanan ve o kafalarla filmde var olan karakterlerin olduğu yapımları
göreceğiz.
1)Requiem For A Dream – 2000
Yönetmen: Darren Aronofsky
1978 tarihli Hubert Selby,
Jr.'ün romanından uyarlanan bu film, listemizin belki de uyuşturucu dışında tv
ve zayıflama ilacı gibi farklı bağımlılıkları da aynı potada eriten tek
filmidir. Requiem For A Dream, bağımlılığın ne olduğunu, insanoğlunun bağımlı
olduğunda neleri ne kadar yapabileceğini en önemlisi ise ne hallere
düşebileceğini en sert en gerçekçi haliyle de yansıtandır aynı zamanda. Tv
bağımlısı anne ve uyuşturucu bağımlısı üç gencin hayatlarının nasıl darmaduman
olduğuna bizi şahit eden yönetmen, seyircinin sinirlerini alt üst edecek denli
ileriye gitmekte çoğu zaman. Hayatlarının baharında, bağımlılıklarının henüz
onlara zevki yaşattığı zamanlarda takibe başladığımız karakterleri hayatlarının
kışında terk ederiz. Lakin bu, özellikle kış mevsimi paralel kurgu ile vakıf
olduğumuz son düzlük nice şiddet içeren filmlerden daha da sert daha da
zorludur. Requiem For A Dream, önce dumanlı ya da aldanan kafalarda biz
seyircilere mutlu anları yaşatıp sonra da tıpkı o karakterler gibi tek tek
acılara da dâhil eder bizleri. Böylece o karakterlerle bağımlı olur, onlarla
vücudumuzu satar, tutuklanır, kolumuzu kaybeder, dibi bulur ve yok oluruz.
Darren
Aronofsky, bizi uçsuz bucaksız dağların zirvesine çıkarmış, bulutları elletmiş
hemen ardından da daha bu anın tadı damağımızda erimeden uçurumdan aşağıya
yuvarlamış, tekrar bir araya gelemeyecek şekilde benliğimizi de vücudumuzu da
paramparça etmiştir. Gerçekleri görmeye ya da duymaya çok da hazır değilseniz,
film sizi epey hırpalayabilir. Demedi demeyin.
2)Enter The Void – 2009
Yönetmen:Gaspar Noé
Gaspar Noé’nin
Tokyo’da çektiği Enter The Void, kendisinin deneyimlerinden yola çıkılarak
hayat bulan bir film. Bu nedenle özellikle karakterlerin uyuşturucu kullandığı
sahnelerde onların yaşadıklarını bize anlatamaya çalışan Noé, bunda fazlasıyla
başarılı. Uyuşturucu madde kullanıldığında kullanıcının beynine bizi konuk eden
Noé, o büyülü dünyanın aldatmacasına bir an için bizi de kaptırır. Filmin en
enteresan yanı ise kahramanımız bellediğimiz karakterin kısa süre içerisinde ölmesi
olur. Neyse ki bizi ruhani olarak da olsa yalnız bırakmayan karakterimiz, kız
kardeşini takip ederken onunla ensestliğe varan ilişkisine daha yakından
bakmamıza izin verir. İki kardeş arasındaki ilişkiyi anlatan en aykırı
filmlerden biri olduğuna kesin gözüyle bakılacak Enter The Void, için tabularınızdan
kurtulmanız gerektiğini belirtmek gerek sanırım.
Uzun
süresi, cesur sahneleri, sert tarzı ile izlenebilmesi her baba yiğidin harcı
olmayan bu film, dumanlı kafalara selam çakan bir başyapıt kesinlikle. Her
filmiyle olay yaratan Noé, uyuşturucu konusundaki uzmanlık belgesini bu filmle
sonuna kadar hak etmiştir.
3)Trainspotting – 1996
Yönetmen: Danny Boyle
Sinema tarihinin belki de en muhteşem kafası iyi
filmlerinden biridir Trainspotting. Bir grup gencin her ne olursa olsun
birbirlerine sıkı sıkıya bağlı dostlukları, son kuşağın hayata boş vermişliği,
hayatın anlamsız olduğunu düşünmeleri, âşık olmaları ve en önemlisi uyuşturucu
bağımlısı olmaları… Trainspotting tüm bunları bünyesinde güzelce harmanlayıp
ortaya enfes bir lezzet çıkaran bir yapım oluyor. Sistemin insanoğluna
dayattığı sıkıcı ve despot hayatı(kredi çekip ev almak, alışveriş yapmak vs…) reddeden
bu gençlerimiz ne yazık ki çevrelerinin nefes alamayacak kadar çepeçevre
sarıldığı bir dünyada çareyi uyuşturucuda buluyorlar. Filmi izlerken seyirci
olarak bir an bile karakterlerimizi suçlamamıza sebep olmayan ayakları yere
sağlam basan senaryosu ve diliyle kusursuz bir film Trainspotting. Her ne kadar
bazı çevrelerce uyuşturucu kullanmayı özendiriyor olduğu söylense de bana
kalırsa filmdeki mesele çok daha derin. Ancak filmi düz bir okuma ile görmeye
çalışan böyle bir yorum yapabilir. Zira film, sisteme, gençliğe, insanlığa bir
ağıt niteliğinde.
Bizim de Boyle’nin bu yaktığı ağıda katılarak, sistemin
pisliğine bulaşmamak adına uyuşturucunun kucağına düşen tüm gençleri kucaklamak
gerek diye düşünenlerdenim.
4)Sid and Nancy – 1986
Yönetmen: Alex Cox
Sex Pistol'de basçı olarak görev yapan Sid
Vicious'un
hayatını ve kız arkadaşı Nancy Spungen ile olan ilişkisini anlatan film, bu iki karakterin uyuşturucu müptelasi
olmalarından dolayı da onların neredeyse hiç netleşmeyen buğulu dünyalarında
ağırlıyor biz seyircileri. Müzik, aşk, uyuşturucu, şöhret, nefret, cinnet… Evet,
hepsini fazlasıyla bulacağınız bir film ile karşı karşıyasınız. Ürkütücü olan
ise filmde anlatılanların hepsinin bire bir gerçekten yaşanılmış olması olsa
gerek. Başarılı bir müzik grubunun solisti iken yaşadığı aşk ve uyuşturucu
nedeniyle dibi bulan Sid ile sevgilisi Nancy’in öyküsü çoğu zaman inanılmakta
zorluk çekilen anlarla dolu. Uyuşturucu alan kafaların yaptıkları her şey bir
adım daha filmin kahramanlarıyla özdeşlik kurmamıza engel oluyor. O kadar
tiksinti verici, itici, kabullenilemez bir yaşam sürüyor ki çiftimiz ne
düştükleri hayat koşulları, ne aşkları ne de yenilmişlikleri bizi onlara
yaklaştırabiliyor. O kadar etkileyici o kadar inandırıcı bir film Cid and
Nancy. Özellikle Gary Oldman gibi başarılı bir karakter oyuncusunun omuzlarında
yükselen, yükseldikçe de bizdeki rahatsızlığını arttıran Sid de ve onun
hayatına sülük gibi yapışan Nancy de tam baş belası.
Seyircinin
başına sarılmış en utanmaz, en keş bu iki karakterin dünyalarına şöyle bir
bakıp geçeceğim diye niyetlenmeniz yeterli. Nasıl olsa film sizi dört koluyla
kavrayıp içine alacaktır.
5)Blow – 2001
Yönetmen:Ted Demme
Peki, ister misiniz bu iyi olan kafalara oldukça yüklü duygusallık da
ekleyelim. Normal bir hayattan uyuşturucunun da paranın da doruklarına ulaşan
sonra da ağır ağır çıktığı o merdivenlerden pata küte düşen bir film var
karşımızda. Bir adamın hayatı tıpkı filmin Türkçe ismi gibi beyaz bir şeytan
tarafından esir alınır. Bu beyaz şeytan cehennem azabının hepsini çektirir
karakterimize. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan bu film her ne kadar
uyuşturucu sayesinde Jung’a çok şey sunsa da sonradan verdiklerinin hepsini
misliyle de alacak kadar acımasız bir film. Jung ile kurduğumuz özdeşlik bizi
duygusallığın doruk noktalarına gezdirecek türden. Belki de listedeki en
duygusal filmlerden olan Blow’u, Johnny Depp ve Penelope
Cruz’un oyunculuklarıyla şahlanan tam bir dram diye tanımlayabiliriz.
Uyuşturucunun pençesinde
kalıp da kızına dokunamayan bir babanın öyküsünü izlemedinizse çok pişman
olmalısınız.
6)Fear and Loathing İn Last Vegas – 1998
Yönetmen:Terry Gilliam
Aslında listenin şanına en yakışan filmi kuşkusuz Fear and
Loathing İn Last Vegas’dır. Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki
çantalarında çeşit çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa
yapıcı maddeler kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir
dünyanın içine girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne
hissettirdiklerini bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz. Bir dergide
muhabirlik yapan Duke ve avukatı Dr Gonzo, bir an bile kafalarının normal bir
şekilde işlemesine müsaade etmeyeceklerdir.
Bu nedenle Duke, kendisine verilen işi de beceremeyecektir. Oldukça
eğlenceli bir şekilde bize sunulan bu iki kafadarın hayatı, yaşam tarzlarıyla
da seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Asla hesap ödemeyen, sürekli otellerde
kalıp keyif çatan bu ikili bir nevi zenginin parasını yiyip yaşayarak
kendilerine Robin Hood’luk yapıyorlar da diyebiliriz. Kırmızının ve pembenin
tonlarının her bir çeşidini içerisinde barındıran film, maceralı, koşturmalı,
müzikli muhteşem bir görsel şölendir. Üstelik sünger gibi olan beyinlerin
etkisini bize yansıtabilmek adına kullanılan farklı mercekler de etkiyi
fazlasıyla arttırıyor. Elbette böyle bir filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı
bir şehrin ev sahipliği yapması da tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu
kadar artının üzerine bir de Johny Depp ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası
oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi mest ediyor.
Gilliam’ın iki keş kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme
adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey
eksik olur, hem de her şey…
7)Pineapple Express – 2008
Yönetmen: David Gorden Green
Bu kadar dram filminin arsına kafasını dumanlatıp da bizi
gülmekten kıran bir filme ne dersiniz. Hep üzülüp ağlayacak değiliz ama değil
mi? İzlerken bir an bile ağzımızın kapanmadığı, her sahnesiyle bize yaşattığı
duygularla mutluluk pompalayan bu film, komedi- aksiyon sularında yüzüyor. Böylece bir yandan güldürüp, bir yandan da
Seyirciyi soluksuz bırakan Pineapple Express, aynı zamanda karkaterlerimizin
kafalarından dumanı asla eksik etmiyor. Her ne olursa olsun her şeyin sebebi
olan ottan çekmedikleri bir an bile yok neredeyse. Böylece tüm olup bitenler
duman altında gerçekleşiyor.
Bu aksiyon, bol komedi, bol da duman tercih edenler, sizin
durağınız belli ki Pineapple Express.
8)Candy – 2006
Yönetmen: Neil Armfield
Candy,
tıpkı Requiem For A Dream gibi epizodlara ayrılarak bize henüz filmin başında
gelecek kötü günleri açık eder. Cennet bölümünde karakterleri tanıyıp meseleye hâkim
olur, uyuşturucu ve aşkın bir arada müthiş bir huzur verdiğine şahit oluruz.
Fakat ne yazık ki, güzel olan her şey gibi cennet bölümü de yeryüzü gibi
bilindik, sıkıcı sularda yüzen hayata evrilir. Fakat gelecek cehennemden önceki
bu durak da pek bir şey vaat etmez. Lakin cehennem tek bir bağımlılığın bile başa
bela olduğu hayatta iki bağımlılığı olan kahramanlarımıza oldukça acımasız
davranır. Belki de akıllarından bile geçirmeyecekleri kadar ürkütücü bir ceza
verir onlara. Candy, tıpkı Sid and Nancy gibi hem takıntılı aşka hem de
uyuşturucuyu kucaklamak isteyen genç ruhların cezalandırıldığı etkileyici bir
dram. Bu sürekli uçuşa hazır kafalar, öylesine büyük günahlar işlerler ki...
Cehennem de aldıkları ceza bile kalplerindeki suçluluk duygusunu sindiremez.
Onlar ki artık iflah olmaz kaybedenler olarak evrendeki sürelerini
doldurmaktadırlar sadece.
Ne
dersiniz kelebeğin bir günlük ömrünü yaşarmış gibi hızlı yaşayan ve erken
yorulan bu gençlerle tanışmak istemez misiniz?
9)Gemide – 1998
Yönetmen: Serdar Akar
Yerli
sinemanın en sert filmlerine imza atan Serdar Akar, filmografisinin tartışmasız
en iyi noktasına Gemide ile yerleşir. Dört dumanlı kafalı mürettebatın ve bir
kadının aynı geminin içerisinde yol aldığını düşünün… Oldukça sert ve kadına,
cinselliğe aç mürettebatın bir de ot çekerek kafalarının dumanlandığı bir ortam
da gemiye kadın yerleştirmek zaten en başta fikir olarak çok başarılı. Serdar
Akar, zaten filmin başında çatışma yaratacak malzemeleri çok yerinde seçerek
filme başlıyor. Ve kaptandan dinlediğimiz türlü hikâyeler, etrafın dumanlı
ortamında adeta biz seyircilere kafa yaptırıyor. Üstelik o dönem birçok çevreyi
rahatsız edecek denli ağır küfürleri ve argo söylemleri de cabası. Bu geminin
içerisinde şahit olduğumuz hayat, adeta başka bir evrene geçiş yapılmış
hissiyatı da vermiyor değil hani. Erkan Can gibi usta bir oyuncunun kendini ilk
belli ettiği filmlerden biri olan Gemide, tartışmasız bir şekilde yerli
sinemanın kilometre taşlarından biri oluyor. Karanlık ve klorosfobik atmosferi,
hiçbir yere bağlı olmayan duygusu, kendinden geçmiş kafalarıyla başka bir âlem
yaratan bu filmi izlemeyen yerli sinema ile tam olarak tanışmamıştır
kesinlikle.
10)The Man With The Golden Arm – 1955
Yönetmen:Otto Preminger
Çoğu filminde seçtiği
konular ya da değindiği meseleler açısından döneminin hep bir adım ilerisinden
gelir Otto Preminger. İşte The Man With The Golden Arm’da başkarakterin
uyuşturucu bağımlısı olması da böyle bir şey. Zira hem uyuşturucu kullanmak
gibi o dönem tabu olan bir meseleye değinmesi hem de bunu seyircinin özdeşlik
kurduğu kahramana yaptırması gerçekten ilerici bir adım. Ne var ki filmin en
büyük belki de tek artısı bu oluyor. The Man With The Golden Arm, özellikle
senaryo anlamında Yeşilçam filmlerine alışık olanlara çok tanıdık gelecek bir
film. Oldukça sıradan ve tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen film, tüm
klişeleri kullanıp tamamen dönemin seyircisine, gişeye oynayan bir piyasa filmi
çizgisinde ilerliyor. Her şeye rağmen Preminger’in dokunuşları arada kendini
hissettirse de o dönemin sevilen müzisyenini başrolde oynatma tercihinden tut
da birçok şey filmin tamamen palanlı bir gişe filmi olduğunu ispatlıyor.
Lakin 1950’li
yıllarda uyuşturucu bağımlısı bir adamın hayatının ellerinin arasından
kaymasına yakından bakan The Man With The Golden Arm, sırf bu yüzden bile
listeye girmeyi hak ediyor. Tabularına sıkı sıkıya bağlı özellikle o dönemin
Hollywood’una adeta kaçak giriş yapıyor bu filmiyle Preminger. Bu kadar önemli
bir misyonu olan filmi izlemeden uyuşturucu filmlerine hâkim oldum denilemez
sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder