Sinema Tarihi Yolunda Ölümsüzlük İksirini İçmiş Bir Film
Kenneth Lonergan yönetmenliğinde ve Casey Affleck oyunculuğunda
ete kemiğe bürünen Manchester by the Sea, tabiri caizse yüreğimizi parçalayan,
aklımızı başımızdan alan bir başyapıt olarak unutulmazlar arasında çoktan
yerini aldı. Gelmiş geçmiş en kusursuz, en derinlikli senaryolarından biri
olarak en önemli mühimmatını sağlam kuşanan, Affleck’in üzerine methiyeler
dizilebilecek, olağanüstü performansını da heybesine ekleyerek adeta kutsanmış
bir film Manchester by the Sea. Böylesine bir filmi izlerken Lonergan’ın zaten
fazlasıyla acı veren hikâyeyi sunuş şekli, hissettiğimiz duyguları kat be kat
arttırmış, seyirci olarak bizlerin kolunu kanadını kırmış, adeta felce uğratmıştır.
İşte bu sinema tarihi yolunda ölümsüzlük iksirini içmiş olan başyapıtın,
muhteşem müzikler eşliğinde kimi zaman paralel kurgu, kimi zaman da bire bir
izlediğimiz, izledikçe de çarpıldığımız sahnelerinden sonra yaşadığımız minicik
bir an var ki… Ah o an, Lee Chandler’in belki de tüm film boyunca aklımızı
başımızdan alan bakışlarının, duymakta zorlandığımız iç yakan konuşmalarının
aksine harekete geçtiği tek an…
Lee, nihayet üzerine bir sünger çekmeye çalıştığı,
kendisinden ve böylece biz seyircilerden sakladığı geçmişini hatırlamak zorunda
kalır. Bu, bir insanın başına gelebilecek en acı olayı an be an gözden geçiren
Lee, bu kahredici yaşanmışlıkların sonuna gelmiştir. Talihsiz olay yaşanmış,
her şey kül olmuş, karısı hastaneye, kendisi de karakola götürülmüştür. Ve her
bir şeyi olduğu gibi anlatmıştır Lee. Fakat onun beklediği gibi bir tutuklama
olmamış ve serbestsin denilmiştir. Lee, böyle bir şeyi hiç beklemiyordur
elbette. Nasıl olur? Lee, tüm suçun kendisinde olduğunu düşünür ve
cezalandırılması gerektiğine inanır. Hem bu yaşadıklarından sonra nasıl
yaşayacak, nasıl özgürlüğün nimetlerinden faydalanacaktır? Artık özgürlük ya da yaşam ne ifade edecektir
onun için?
Sinema Tarihinin En Gösterişten Uzak, Samimi, Hesapsız İntiharı
Lee, kanunun ona vermediği cezayı, Tanrı’nın vermesini
beklemeye ise hiç mi hiç niyeti yoktur. Ortada büyük bir hata vardır ne de
olsa. Ve bu hata kolay kolay affedilecek bir hata değildir. Peki, Lee cezalandırılması
gerektiğini düşünüyorsa bunu neden kendi elleriyle vermesin? Lee, belki de
bugüne kadar perdede izlediğimiz en plansız, en süssüz, gösterişten uzak, en
samimi intiharına şahit eder bizleri. Kısacık bir anda, saniyeler içerisinde
cezasını verir, infazını da gerçekleştirir. Fakat hayatın ona sunduğu zulüm
henüz bitmemiş olacak ki başarıya ulaşamaz.
Acısını öğrendikten sonra
kalbimizin en başköşesine oturan bu zavallı adamın ölüp acısından
kurtulamadığına üzülsek mi yoksa ölmediğine sevinsek mi bilemeyiz. Açıkçası
yaşadığımız şok, bir şeyler düşünmemize de izin vermez zaten. Tek emin
olduğumuz, sanırım kalbimizin tarifi mümkünsüz bir acıya esir düşmesidir. En
azından benim için öyleydi. Adını koyamayacağım, kelimelerle ifade edemeyeceğim
derecede başka bir acıydı yaşadığım. Eğer psikolojiniz böylesi bir üzüntüye
hazır değilse aman diyeyim, uzak durun. Zira sonra çok geç olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder