15 Ağustos 2018 Çarşamba

O AN: Manchester by the Sea


Sinema Tarihi Yolunda Ölümsüzlük İksirini İçmiş Bir Film

Kenneth Lonergan yönetmenliğinde ve Casey Affleck oyunculuğunda ete kemiğe bürünen Manchester by the Sea, tabiri caizse yüreğimizi parçalayan, aklımızı başımızdan alan bir başyapıt olarak unutulmazlar arasında çoktan yerini aldı. Gelmiş geçmiş en kusursuz, en derinlikli senaryolarından biri olarak en önemli mühimmatını sağlam kuşanan, Affleck’in üzerine methiyeler dizilebilecek, olağanüstü performansını da heybesine ekleyerek adeta kutsanmış bir film Manchester by the Sea. Böylesine bir filmi izlerken Lonergan’ın zaten fazlasıyla acı veren hikâyeyi sunuş şekli, hissettiğimiz duyguları kat be kat arttırmış, seyirci olarak bizlerin kolunu kanadını kırmış, adeta felce uğratmıştır. İşte bu sinema tarihi yolunda ölümsüzlük iksirini içmiş olan başyapıtın, muhteşem müzikler eşliğinde kimi zaman paralel kurgu, kimi zaman da bire bir izlediğimiz, izledikçe de çarpıldığımız sahnelerinden sonra yaşadığımız minicik bir an var ki… Ah o an, Lee Chandler’in belki de tüm film boyunca aklımızı başımızdan alan bakışlarının, duymakta zorlandığımız iç yakan konuşmalarının aksine harekete geçtiği tek an…

Lee, nihayet üzerine bir sünger çekmeye çalıştığı, kendisinden ve böylece biz seyircilerden sakladığı geçmişini hatırlamak zorunda kalır. Bu, bir insanın başına gelebilecek en acı olayı an be an gözden geçiren Lee, bu kahredici yaşanmışlıkların sonuna gelmiştir. Talihsiz olay yaşanmış, her şey kül olmuş, karısı hastaneye, kendisi de karakola götürülmüştür. Ve her bir şeyi olduğu gibi anlatmıştır Lee. Fakat onun beklediği gibi bir tutuklama olmamış ve serbestsin denilmiştir. Lee, böyle bir şeyi hiç beklemiyordur elbette. Nasıl olur? Lee, tüm suçun kendisinde olduğunu düşünür ve cezalandırılması gerektiğine inanır. Hem bu yaşadıklarından sonra nasıl yaşayacak, nasıl özgürlüğün nimetlerinden faydalanacaktır?  Artık özgürlük ya da yaşam ne ifade edecektir onun için?

Sinema Tarihinin En Gösterişten Uzak, Samimi, Hesapsız İntiharı

Lee, kanunun ona vermediği cezayı, Tanrı’nın vermesini beklemeye ise hiç mi hiç niyeti yoktur. Ortada büyük bir hata vardır ne de olsa. Ve bu hata kolay kolay affedilecek bir hata değildir. Peki, Lee cezalandırılması gerektiğini düşünüyorsa bunu neden kendi elleriyle vermesin? Lee, belki de bugüne kadar perdede izlediğimiz en plansız, en süssüz, gösterişten uzak, en samimi intiharına şahit eder bizleri. Kısacık bir anda, saniyeler içerisinde cezasını verir, infazını da gerçekleştirir. Fakat hayatın ona sunduğu zulüm henüz bitmemiş olacak ki başarıya ulaşamaz. 

Acısını öğrendikten sonra kalbimizin en başköşesine oturan bu zavallı adamın ölüp acısından kurtulamadığına üzülsek mi yoksa ölmediğine sevinsek mi bilemeyiz. Açıkçası yaşadığımız şok, bir şeyler düşünmemize de izin vermez zaten. Tek emin olduğumuz, sanırım kalbimizin tarifi mümkünsüz bir acıya esir düşmesidir. En azından benim için öyleydi. Adını koyamayacağım, kelimelerle ifade edemeyeceğim derecede başka bir acıydı yaşadığım. Eğer psikolojiniz böylesi bir üzüntüye hazır değilse aman diyeyim, uzak durun. Zira sonra çok geç olabilir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder