1) Léon / Sevginin Gücü – 1994
Yönetmen:Luc Besson
Bir adam ile kız çocuğunun yol arkadaşlığı, kaderdaşlığı, arkadaşlığı hatta ve hatta aşkı denilince ilk akla gelen isim kuşkusuz Léon’dur değil mi? Kiralık katil olan, yalnız ve asosyal Léon ile hayata ümitle bakmak isteyen, yaşamının baharında her şeyi elinden alınmış Mathilda… Yaralı, ürkek iki kuş… Birbirleriyle şartlar gereği bir araya gelip, yaralarını sararlar. Özellikle henüz onca şey yaşamasına rağmen umut etmeyi bırakmayan Mathilda, Léon’a âşık bile olacaktır. Zira hayatına giren erkekler arasında -babası da dâhil olmak üzere- en (onun gözünde) mükemmeli değil de nedir? Léon, ise her ne kadar başından atmaya çalışsa da kıyamadığı bu kızla yaşamın güzelliklerinin tadına az bir süre de olsa farkına varır. Birlikte aynı evde kalan, beraber oyunlar oynayan bu ikili yaşamda kalma yöntemlerini de bilmek zorunda oldukları bir hayatta yaşarlar. Mathilda nasıl Léon’a oyunlar oynatıyorsa Léon da ona silah kullanmasını öğretir.
Fakat hayatın darbelerinden yeterince nasibini almamış olan kaybetmeye mahkûm bu karakterlerimize, birlikte mutlu bir yaşam asla layık görülmez nedense. Bu kısa süreli yol arkadaşlığı seyircinin yüreklerine dağlayarak son bulsa da akıllarda her zaman Léon ile Mathilda’nın birlikte olduğu kareler kalmaz mı?
Fakat hayatın darbelerinden yeterince nasibini almamış olan kaybetmeye mahkûm bu karakterlerimize, birlikte mutlu bir yaşam asla layık görülmez nedense. Bu kısa süreli yol arkadaşlığı seyircinin yüreklerine dağlayarak son bulsa da akıllarda her zaman Léon ile Mathilda’nın birlikte olduğu kareler kalmaz mı?
2)Alice in den Städten / Alis Kentlerde – 1974
Yönetmen: Wim Wenders
Wim Wenders’in pek bilinmeyen ama tam anlamıyla bir adam ile kız çocuğunun yol hikâyesi diyebileceğimiz Alice in den Städten, bana kalırsa yönetmenin de bu tarzdaki filmlerinden en iyilerinden. Yine kaybeden hatta looser diyebileceğimiz bir adam var karşımızda. İşinde istediği gibi anlaşılamayan, yazma sıkıntıları, buna bağlı olarak da varoluş buhranı yaşayan Philip ile kendini gönül ilişkileri arasında oradan oraya sürükleyen bir annenin yalnız ve mutsuz kızı Alice bir dizi yolunda gitmeyen olay sonucu birlikte takılmak zorunda kalırlar. Onları uçakta, trende, yol üstü otellerde izleyeceğimiz bu karakterlerimizin ruh halleri kaldıkları mekânlarla öyle ilintilidir ki. Gitmek ile kalmak arasında sıkışıp kalmış, hayatlarına net bir şekilde yön veremeyen salınıp duran bir ikili var tam da karşımızda. Philip hayatını kararlı bir şekilde çizemezken, Alice, nerede, kiminle yaşamak istediğinden asla emin olamaz. Bu kararsızlıklarının onları büyük bunalımlara soktuğu süreçte birbirleri ile olan ilişkileri, diyalogları öyle etkileyicidir ki…
Bu iki karakterimizin kimyası birbirlerine müthiş bir şekilde uyum sağlar. Yan yana yürüdükleri ya da arabada Alice’in anneannesini birlikte aradıkları araba sahneleri bile filmi fazlasıyla çekici kılmaz da ne yapar? Şiddetten, cinsellikten ya da duygusallıktan asla nemalanmayan bu olağanüstü, realist yapım Wenders’in kusursuzluğunun nişanı adeta.
3)The Sixth Sense / 6. His – 1999
Yönetmen:
M. Night Shyamalan
Listenin
tek korku-gerilim filmi olan The Sixth Sense, bu türde olup da hakkını veren
filmlerden kesinlikle. Vizyona girdiği yıl adeta şok etkisi yaratan, sürpriz
finali ile övgü toplayan bu film, yıllar geçtikçe unutulmayacak hatta ve hatta
kültleşecek bir yapım. Bir adam ile erkek çocuğun birlikteliğine bu kez tedavi
süreci zemin oluşturur. Babasını kaybeden ve bundan sonra psikolojik sorunlar
yaşayan Cole ile onun tedavi olmasını sağlamaya çalışan doktoru Malcolm Crowe
etkileyici bir ikili olurlar. Ölü insanlar gören Cole’i tedavi edebilmek için
elinden gelini yapmaya çalışan hatta ve hatta geçmişteki başarısızlıklarını
telafi etmek adına bu hastasına kendini adayan Malcolm’un hikâyesi
izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir seyirde ilerler. Asla yüksek
gerilim müziklerinden, ani seslerden ya da şiddetli, kanlı görüntülerden
beslenmeyen tam aksine sakin, durgun sahneleri, dipten gelen sesleri, ürpertici
atmosferiyle adeta kan donduran bir film The Sixth Sense.
Finaliyle
de övgüyü sonuna kadar hak eden film, Dr. Malcolm ile Cole arasındaki ilişkiyi
öylesine naif işliyor ki, hayran olmamak elde değil.
4) Le gamin au
vélo / Bisikletli Çocuk – 2011
Yönetmen:
Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Cannes Film
Festivali’nde Altın Palmiye kazanan bu film, babası tarafından yetimhaneye terk
edilen Cyril ile kuaför dükkânı işleten Samantha’nın yollarının kesişmesinin
hikâyesi. Cyril terk edildiği için fazlasıyla öfkeli ve hırçın, Samantha ise
huzurlu ve dingin bir ruh hali içerisinde. Bu birbirine tamamen zıt iki
karakter bir araya gelirse… Cyril ile Samantha’nın birlikteliğinde ipler hep
gergin, hep kopma tehlikesi altında. Zira Cyril, terk edilmenin verdiği ruh
hali içerisinde hem kendine hem de çevresindekilere azap yaşatmaktan kendini
alamaz. Neyse ki Samantha, anaç duygularla sürekli Cyril’i alttan alıp, onu
sakinleştirme yolunu dener. Uzun bir süre biz seyircilerin de fazlasıyla tepkisini
alan Cyril, bir süre sonra yelkenleri suya indirmeyi, etrafına ördüğü duvarı
yıkmayı başarır.
Öfke ve
intikam ile sakinliğin ve hoşgörünün beraberliğine şahit olduğumuz Le gamin au
vélo, ortak imge olarak bisikleti seçerek mükemmel bir iş başarıyor. Bisiklet
adeta arada bir köprü görevi görerek her
zamanki muzipliğini sergilemiyor mu sizce de?
5) Le hérisson / Yaşamaya Değer – 2009
Yönetmen:
Mona Achache
Le hérisson, hayal gücü fazlasıyla gelişmiş, zeki bir kız olan Paloma ile apartman görevlisi orta yaş üstü, yalnız bir kadın olan Renée Michel’i bir araya getirerek kurar hikâyesini. 11 yaşında olan fakat 12 yaşına adım attığında intihar etmeye karar veren Paloma, zaten bu kararı ile bile seyirciyi şaşırtmayı başarır. Paloma, tüm film boyunca elindeki kamera ile çevresini özellikle de Michel’in hayatını kayda almaktan kendini alamaz. Tüm filmi Paloma gözünden izlerken yer yer gerçekten onun çekimlerini izlediğimiz de olur. Paloma ile Michel’in arkadaşlığı sürecinde yalnız olan Michel kendine bir hayat arkadaşı bulurken Paloma acaba intihardan vazgeçecek mi?
Paloma’nın neden bu ruh haline sahip olduğunun da altını dolduran film, yer yer animasyonlardan da faydalanarak kahramanımızın hayal dünyasına biz seyircileri ortak etmeyi başarır. Paloma ile Michel ve Michel’e bağlı olarak Kakuro arkadaşlığı çok etkileyici.
6)The Kid / Yumurcak – 1921
Yönetmen: Charles Chaplin
Charlie Chaplin’in bir diğer sistem eleştirisi içeren filmi
olan The Kid, bir insanın sahip olduğu en önemlisi mirasın, sevgi, emek ve
güven olduğunun altını çizer. The Kid zaten var olan ve çok sevilen Şarlo
karakterinden bir tane daha yaratan enfes bir filmdir. Büyük Şarlo ile Küçük
Şarlo’nun yokluk içerisindeki mutlu hayatlarına Chaplin’in uzattığı kamera,
önce seyirciyi güldürürken hemen arkasından duygusal anlar yaşatan anlara
götürür biz seyircileri.
Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi başaran, sevgi ile
her şeyin aşılabileceğini gösteren filmlerden biri olan The Kid, Chaplin’in
unutulmazları arasında yerini almıştır. Bu hakikatli film ülkemiz de takliti
yapılan yapımlardan biridir. Yerli Şarlo, Kemal Sunal’ın başrolde olduğu film,
ülkemizde oldukça sevilip, izlenilmişti. Elbette The Kid ile kıyaslamak bile
haksızlık olacaktır. Lakin kendisinden yola çıkılarak çekilmiş filmlerin bile
başarılı olmasını sağlayan bu filmin gücünü varın tahmin edin.
7) La vita è bella / Hayat Güzeldir – 1997
Yönetmen: Roberto Benigni
Bu kez karşımızda birbirini yeni tanıyan bir ikili değil,
bir baba ile oğul var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi olduklarından
dolayı toplama kampına düşen küçük Joshua ile babası Guido, hayatlarından
yürekleri burkan bir kesitle karşımıza çıkarlar. Guido ile Joshua koskaca
toplama kampında adeta ikisi varmış gibi yaşarlar tüm film boyuca. Çünkü Guido,
oğluna toplama kampının bir yarış mekânı olduğunu, bir yarışa katıldıklarını ve
kazanana tank hediye edileceğini söyler. Böylece onu, oğlunu gerçeklerden
elinden geldiğince uzak tutmaya çalışan bir baba olarak izleriz. Guido, oğlunu
bu beyaz yalana inandırmak için hayatını feda eder adeta. Yaşanılanlara
hayıflanmaktansa tüm aklını, enerjisini oğlunun bir oyuna inanmasına harcar.
Josjua da bu yarışta galip olmak için bir çocuktan beklenmeyecek çabayı
göstermekten geri durmaz.
Holokost filmleri arasında da kendine saygın bir yer bulan La vita è bela, listemizin de en
acı filmlerinden bir kuşkusuz. Duygularınızı kontrol edemeyeceğiniz bu zorlu
film, gerçekten çok etkileyici.
8)Uçurtmayı Vurmasınlar – 1989
Yönetmen:Tunç Başaran
Yerli sinemamızın gözbebeği olan Uçurtmayı Vurmasınlar, adli
suçlu bir annenin haishanede büyümüş çocuğu Barış ile yine hapishanedeki siyasi
suçlu İnci’nin arkadaşlığını perdeye yansıtır. Annesinden ilgi göremeyen ve
duvarların ötesindeki hayata dair hiçbir şey bilmeyen Barış’ı hayata bağlayan
tek sebep ona şefkat ve ilgiyle yaklaşan İnci’dir. İnci ile Barış öylesine
güzel bir arkadaşlık yakarlar ki, tıpkı Barış gibi biz seyircileri de İnci’nin
tahliye olması çok üzer. Zira sevinilmesi gereken bir durum geride İncisiz
kalacak olan Barış nedeniyle tam tersine döner. Neyse ki İnci, Barış’a bir gün
bir uçurtmanın kuyruğunda geri dönebileceğini söylemiştir. Bu umut Barış’ı
teselli edecektir az da olsa. Barış’ın hapishane avlusundan uçurtma gördüğü ve
tüm tutuklu kadınlarla birlikte avluda sevinmeleri sinema tarihinin unutulması
imkânsız anlarına ev sahipliği yapar.
Senaryosu, alt metni, oyunculukları ve yönetmenliği ile
yerli sinemanın nadide parçalarından biri olan bu film, Barış’ın İnci, İnci
sesleriyle hafızalardan çıkmayacak asla.
9)Büyük Adam Küçük Aşk – 2001
Yönetmen: Handan İpekçi
Sinema tarihinde belki de bir araya gelmesi en zor olan iki
karakteri bir araya getiren en önemli yapıtlardan biri olan Büyük Adam Küçük
Aşk, ülkemizde gösterilmesi yasaklanmış filmlerden. Tüm ailesini kaybetmiş
Hejar ile yalnız yaşayan, emekli savcı Rıfat Bey’i bir araya getiren filmde
Hejar hiç Türkçe, Rıfat Bey de hiç Kürtçe bilmez. Dil, ırk gibi mevzular
üzerine atışmasını kuran Büyük Adam Küçük Aşk, bunu perdeye de çok başarılı
aktarıyor. Zaten aradaki yaş farkı ve birbirini tanımama gibi meseleler bile
yetecekken dil ve kültür farkı gibi baş edilmesi daha zor meselelerin öne
gelmesi çatışmanın şiddetini de elbette arttırıyor. İlk başta hırçın başlayan
ilişkinin sonraları yavaş yavaş yumuşaması seyirciyi adeta mest ediyor desek
abartmış olmayız sanırım.
Önemli olanın ne dil, ne renk, ne de kültür olduğunu asıl
olanın insanlık olduğunu özetleyen bu film, sinemamız için bir şanstır
tartışmasız. İyi ki çekilmiş demekten başka ne gelir elden.
10) Ladri di biciclette (Bisiklet
Hırsızları) – 1948
Yönetmen:
Vittorio De Sica
Yine bir
baba ile oğlu karşımıza getiren Ladri di biciclette, odağına yoksulluğu almış ve
bunu da çok iyi anlatmış ender yapımlardan biri olmayı hak ediyor bana kalırsa.
Zira bir araya getirdiği baba ile oğlun tek gayesi yaşamlarını devam
ettirebilmek için gerek olan bisiklete sahip olmak üzerinden ilerler film.
Bisiklet, bu nedenle çok güçlü bir imge olur tüm film boyunca. Bu bisiklete
sahip olmak ve daha sonrasında çalınan bisikleti geri bulmak adına baba ile
oğlun yaşadıkları tarifi mümkünsüz bir mücadele örneğidir. Yer yer birbirlerine
kızsalar da onlar aynı yolda birlikte mücadele eden iki savaşçıdır.
Hayat
mücadelesini hiç bu kadar gerçekçi ve bu kadar etkileyici izlememişsinizdir
emin olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder