4 Ağustos 2018 Cumartesi

Büyükler İle Küçüklerin Yol Arkadaşlığı



1) Léon / Sevginin Gücü – 1994 

Yönetmen:Luc Besson

Bir adam ile kız çocuğunun yol arkadaşlığı, kaderdaşlığı, arkadaşlığı hatta ve hatta aşkı denilince ilk akla gelen isim kuşkusuz Léon’dur değil mi? Kiralık katil olan, yalnız ve asosyal Léon ile hayata ümitle bakmak isteyen, yaşamının baharında her şeyi elinden alınmış Mathilda… Yaralı, ürkek iki kuş… Birbirleriyle şartlar gereği bir araya gelip, yaralarını sararlar. Özellikle henüz onca şey yaşamasına rağmen umut etmeyi bırakmayan Mathilda, Léon’a âşık bile olacaktır. Zira hayatına giren erkekler arasında -babası da dâhil olmak üzere- en (onun gözünde) mükemmeli değil de nedir? Léon, ise her ne kadar başından atmaya çalışsa da kıyamadığı bu kızla yaşamın güzelliklerinin tadına az bir süre de olsa farkına varır. Birlikte aynı evde kalan, beraber oyunlar oynayan bu ikili yaşamda kalma yöntemlerini de bilmek zorunda oldukları bir hayatta yaşarlar. Mathilda nasıl Léon’a oyunlar oynatıyorsa Léon da ona silah kullanmasını öğretir.

Fakat hayatın darbelerinden yeterince nasibini almamış olan kaybetmeye mahkûm bu karakterlerimize, birlikte mutlu bir yaşam asla layık görülmez nedense. Bu kısa süreli yol arkadaşlığı seyircinin yüreklerine dağlayarak son bulsa da akıllarda her zaman Léon ile Mathilda’nın birlikte olduğu kareler kalmaz mı?




2)Alice in den Städten  / Alis Kentlerde – 1974

Yönetmen: Wim Wenders

Wim Wenders’in pek bilinmeyen ama tam anlamıyla bir adam ile kız çocuğunun yol hikâyesi diyebileceğimiz Alice in den Städten, bana kalırsa yönetmenin de bu tarzdaki filmlerinden en iyilerinden.  Yine kaybeden hatta looser diyebileceğimiz bir adam var karşımızda. İşinde istediği gibi anlaşılamayan, yazma sıkıntıları, buna bağlı olarak da varoluş buhranı yaşayan Philip ile kendini gönül ilişkileri arasında oradan oraya sürükleyen bir annenin yalnız ve mutsuz kızı Alice bir dizi yolunda gitmeyen olay sonucu birlikte takılmak zorunda kalırlar. Onları uçakta, trende, yol üstü otellerde izleyeceğimiz bu karakterlerimizin ruh halleri kaldıkları mekânlarla öyle ilintilidir ki. Gitmek ile kalmak arasında sıkışıp kalmış, hayatlarına net bir şekilde yön veremeyen salınıp duran bir ikili var tam da karşımızda. Philip hayatını kararlı bir şekilde çizemezken, Alice, nerede, kiminle yaşamak istediğinden asla emin olamaz. Bu kararsızlıklarının onları büyük bunalımlara soktuğu süreçte birbirleri ile olan ilişkileri, diyalogları öyle etkileyicidir ki… 

Bu iki karakterimizin kimyası birbirlerine müthiş bir şekilde uyum sağlar. Yan yana yürüdükleri ya da arabada Alice’in anneannesini birlikte aradıkları araba sahneleri bile filmi fazlasıyla çekici kılmaz da ne yapar?    Şiddetten, cinsellikten ya da duygusallıktan asla nemalanmayan bu olağanüstü, realist yapım Wenders’in kusursuzluğunun nişanı adeta.    




3)The Sixth Sense / 6. His – 1999

Yönetmen: M. Night Shyamalan

Listenin tek korku-gerilim filmi olan The Sixth Sense, bu türde olup da hakkını veren filmlerden kesinlikle. Vizyona girdiği yıl adeta şok etkisi yaratan, sürpriz finali ile övgü toplayan bu film, yıllar geçtikçe unutulmayacak hatta ve hatta kültleşecek bir yapım. Bir adam ile erkek çocuğun birlikteliğine bu kez tedavi süreci zemin oluşturur. Babasını kaybeden ve bundan sonra psikolojik sorunlar yaşayan Cole ile onun tedavi olmasını sağlamaya çalışan doktoru Malcolm Crowe etkileyici bir ikili olurlar. Ölü insanlar gören Cole’i tedavi edebilmek için elinden gelini yapmaya çalışan hatta ve hatta geçmişteki başarısızlıklarını telafi etmek adına bu hastasına kendini adayan Malcolm’un hikâyesi izleyicilerin tüylerini diken diken eden bir seyirde ilerler. Asla yüksek gerilim müziklerinden, ani seslerden ya da şiddetli, kanlı görüntülerden beslenmeyen tam aksine sakin, durgun sahneleri, dipten gelen sesleri, ürpertici atmosferiyle adeta kan donduran bir film The Sixth Sense.

Finaliyle de övgüyü sonuna kadar hak eden film, Dr. Malcolm ile Cole arasındaki ilişkiyi öylesine naif işliyor ki, hayran olmamak elde değil.




4) Le gamin au vélo / Bisikletli Çocuk – 2011

Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan bu film, babası tarafından yetimhaneye terk edilen Cyril ile kuaför dükkânı işleten Samantha’nın yollarının kesişmesinin hikâyesi. Cyril terk edildiği için fazlasıyla öfkeli ve hırçın, Samantha ise huzurlu ve dingin bir ruh hali içerisinde. Bu birbirine tamamen zıt iki karakter bir araya gelirse… Cyril ile Samantha’nın birlikteliğinde ipler hep gergin, hep kopma tehlikesi altında. Zira Cyril, terk edilmenin verdiği ruh hali içerisinde hem kendine hem de çevresindekilere azap yaşatmaktan kendini alamaz. Neyse ki Samantha, anaç duygularla sürekli Cyril’i alttan alıp, onu sakinleştirme yolunu dener. Uzun bir süre biz seyircilerin de fazlasıyla tepkisini alan Cyril, bir süre sonra yelkenleri suya indirmeyi, etrafına ördüğü duvarı yıkmayı başarır.

Öfke ve intikam ile sakinliğin ve hoşgörünün beraberliğine şahit olduğumuz Le gamin au vélo, ortak imge olarak bisikleti seçerek mükemmel bir iş başarıyor. Bisiklet adeta arada bir köprü görevi görerek her  zamanki muzipliğini sergilemiyor mu sizce de?




5) Le hérisson / Yaşamaya Değer – 2009

Yönetmen: Mona Achache

Le hérisson, hayal gücü fazlasıyla gelişmiş, zeki bir kız olan Paloma ile apartman görevlisi orta yaş üstü, yalnız bir kadın olan Renée Michel’i bir araya getirerek kurar hikâyesini. 11 yaşında olan fakat 12 yaşına adım attığında intihar etmeye karar veren Paloma, zaten bu kararı ile bile seyirciyi şaşırtmayı başarır. Paloma, tüm film boyunca elindeki kamera ile çevresini özellikle de Michel’in hayatını kayda almaktan kendini alamaz. Tüm filmi Paloma gözünden izlerken yer yer gerçekten onun çekimlerini izlediğimiz de olur. Paloma ile Michel’in arkadaşlığı sürecinde yalnız olan Michel kendine bir hayat arkadaşı bulurken Paloma acaba intihardan vazgeçecek mi?  

Paloma’nın neden bu ruh haline sahip olduğunun da altını dolduran film, yer yer animasyonlardan da faydalanarak kahramanımızın hayal dünyasına biz seyircileri ortak etmeyi başarır. Paloma ile Michel ve Michel’e bağlı olarak Kakuro arkadaşlığı çok etkileyici.



6)The Kid / Yumurcak – 1921

Yönetmen: Charles Chaplin

Charlie Chaplin’in bir diğer sistem eleştirisi içeren filmi olan The Kid, bir insanın sahip olduğu en önemlisi mirasın, sevgi, emek ve güven olduğunun altını çizer. The Kid zaten var olan ve çok sevilen Şarlo karakterinden bir tane daha yaratan enfes bir filmdir. Büyük Şarlo ile Küçük Şarlo’nun yokluk içerisindeki mutlu hayatlarına Chaplin’in uzattığı kamera, önce seyirciyi güldürürken hemen arkasından duygusal anlar yaşatan anlara götürür biz seyircileri. 

Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi başaran, sevgi ile her şeyin aşılabileceğini gösteren filmlerden biri olan The Kid, Chaplin’in unutulmazları arasında yerini almıştır. Bu hakikatli film ülkemiz de takliti yapılan yapımlardan biridir. Yerli Şarlo, Kemal Sunal’ın başrolde olduğu film, ülkemizde oldukça sevilip, izlenilmişti. Elbette The Kid ile kıyaslamak bile haksızlık olacaktır. Lakin kendisinden yola çıkılarak çekilmiş filmlerin bile başarılı olmasını sağlayan bu filmin gücünü varın tahmin edin.



7) La vita è bella / Hayat Güzeldir – 1997

Yönetmen: Roberto Benigni

Bu kez karşımızda birbirini yeni tanıyan bir ikili değil, bir baba ile oğul var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi olduklarından dolayı toplama kampına düşen küçük Joshua ile babası Guido, hayatlarından yürekleri burkan bir kesitle karşımıza çıkarlar. Guido ile Joshua koskaca toplama kampında adeta ikisi varmış gibi yaşarlar tüm film boyuca. Çünkü Guido, oğluna toplama kampının bir yarış mekânı olduğunu, bir yarışa katıldıklarını ve kazanana tank hediye edileceğini söyler. Böylece onu, oğlunu gerçeklerden elinden geldiğince uzak tutmaya çalışan bir baba olarak izleriz. Guido, oğlunu bu beyaz yalana inandırmak için hayatını feda eder adeta. Yaşanılanlara hayıflanmaktansa tüm aklını, enerjisini oğlunun bir oyuna inanmasına harcar. Josjua da bu yarışta galip olmak için bir çocuktan beklenmeyecek çabayı göstermekten geri durmaz.

Holokost filmleri arasında da kendine saygın bir yer bulan La vita è bela, listemizin de en acı filmlerinden bir kuşkusuz. Duygularınızı kontrol edemeyeceğiniz bu zorlu film, gerçekten çok etkileyici.



8)Uçurtmayı Vurmasınlar – 1989

Yönetmen:Tunç Başaran

Yerli sinemamızın gözbebeği olan Uçurtmayı Vurmasınlar, adli suçlu bir annenin haishanede büyümüş çocuğu Barış ile yine hapishanedeki siyasi suçlu İnci’nin arkadaşlığını perdeye yansıtır. Annesinden ilgi göremeyen ve duvarların ötesindeki hayata dair hiçbir şey bilmeyen Barış’ı hayata bağlayan tek sebep ona şefkat ve ilgiyle yaklaşan İnci’dir. İnci ile Barış öylesine güzel bir arkadaşlık yakarlar ki, tıpkı Barış gibi biz seyircileri de İnci’nin tahliye olması çok üzer. Zira sevinilmesi gereken bir durum geride İncisiz kalacak olan Barış nedeniyle tam tersine döner. Neyse ki İnci, Barış’a bir gün bir uçurtmanın kuyruğunda geri dönebileceğini söylemiştir. Bu umut Barış’ı teselli edecektir az da olsa. Barış’ın hapishane avlusundan uçurtma gördüğü ve tüm tutuklu kadınlarla birlikte avluda sevinmeleri sinema tarihinin unutulması imkânsız anlarına ev sahipliği yapar.

Senaryosu, alt metni, oyunculukları ve yönetmenliği ile yerli sinemanın nadide parçalarından biri olan bu film, Barış’ın İnci, İnci sesleriyle hafızalardan çıkmayacak asla.



9)Büyük Adam Küçük Aşk – 2001

Yönetmen: Handan İpekçi

Sinema tarihinde belki de bir araya gelmesi en zor olan iki karakteri bir araya getiren en önemli yapıtlardan biri olan Büyük Adam Küçük Aşk, ülkemizde gösterilmesi yasaklanmış filmlerden. Tüm ailesini kaybetmiş Hejar ile yalnız yaşayan, emekli savcı Rıfat Bey’i bir araya getiren filmde Hejar hiç Türkçe, Rıfat Bey de hiç Kürtçe bilmez. Dil, ırk gibi mevzular üzerine atışmasını kuran Büyük Adam Küçük Aşk, bunu perdeye de çok başarılı aktarıyor. Zaten aradaki yaş farkı ve birbirini tanımama gibi meseleler bile yetecekken dil ve kültür farkı gibi baş edilmesi daha zor meselelerin öne gelmesi çatışmanın şiddetini de elbette arttırıyor. İlk başta hırçın başlayan ilişkinin sonraları yavaş yavaş yumuşaması seyirciyi adeta mest ediyor desek abartmış olmayız sanırım.

Önemli olanın ne dil, ne renk, ne de kültür olduğunu asıl olanın insanlık olduğunu özetleyen bu film, sinemamız için bir şanstır tartışmasız. İyi ki çekilmiş demekten başka ne gelir elden.




10) Ladri di biciclette (Bisiklet Hırsızları) – 1948

Yönetmen: Vittorio De Sica

Yine bir baba ile oğlu karşımıza getiren Ladri di biciclette, odağına yoksulluğu almış ve bunu da çok iyi anlatmış ender yapımlardan biri olmayı hak ediyor bana kalırsa. Zira bir araya getirdiği baba ile oğlun tek gayesi yaşamlarını devam ettirebilmek için gerek olan bisiklete sahip olmak üzerinden ilerler film. Bisiklet, bu nedenle çok güçlü bir imge olur tüm film boyunca. Bu bisiklete sahip olmak ve daha sonrasında çalınan bisikleti geri bulmak adına baba ile oğlun yaşadıkları tarifi mümkünsüz bir mücadele örneğidir. Yer yer birbirlerine kızsalar da onlar aynı yolda birlikte mücadele eden iki savaşçıdır.

Hayat mücadelesini hiç bu kadar gerçekçi ve bu kadar etkileyici izlememişsinizdir emin olun.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder