3 Ağustos 2018 Cuma

Ingmar Bergman Sineması



Sevgisiz Bir Çocukluk

1918 yılında İsveç’in Uppsala kentinde doğan Ingmar Bergman, Luteryan bir papazın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Bergman, papaz bir babanın oğlu olmaktan dolayı katı bir disiplin ile büyümek zorunda kalmıştır. Mükemmelliyetçi ve mesafeli anne ve babasından beklediği ilgiyi göremedikçe öfkesini abisine ve küçük kız kardeşine yönlendirmiş, sinsi planlar yapmaktan geri durmamıştır. Doğduğunda bile annesi hasta olduğu için başka bir sütanneden emmek zorunda kalan, çok zor bir bebeklik geçiren Bergman, çocukluğunda her başı sıkıştığında soluğu anneannesinin yanında almıştır. Annesi ve babası ile olan husumeti hiç dinmemiş, annesinden yönetmenken bile tokat yemiş biridir Bergman.  Annesinden, babasından göremediği sevgiyi kardeşlerine de hissedememiştir üstelik. Zira bilemediği bir şeyi başkasına nasıl gösterebilsin ki?

İşte Bergman’ın hayata gözlerini açar açmaz yaşam ile ilgili ilk izlenimleri ve deneyimleri yönetmen olduğunda ona vazgeçemediği malzemeleri olur. Filmografisini baştan sona değerlendirecek olursak; sorunlu ebeveyn çocuk ve sorunlu kardeş ilişkileri her daim karşılar bizi. Lakin bir baba-oğul ya da anne-oğul ilişkisi değil de anne-kız ilişkisini tercih eder daha çok. Bunun sebebi olarak öncelikle annesi ile daha çok dertli olduğu görülebilir. Çünkü her ne kadar babasından daha çok nefret etse de onunla yaşarken her şeyi konuşarak büyük oranda halletmiş,  neden olduğu yaralarını sarmayı bilmiştir. Fakat anne de bunu yapamamıştır. Sebep ne olursa olsun Bergman filmografisinin temelleri açısından önem taşıyan; sorunlu aile ilişkileri, ailenin kendi arasında çatışması, aradaki derin sessizlik, güç savaşı, kıskançlık ve daha niceleri onun bizzat hayatının ürünleridir.

Ölene Kadar Sinema

Bergman, aile ile geçirdiği yılların ardından on altı yaşında öğrenci değiştirme programı ile Almanya’ya gider ve burada Nazi fikriyle tanışarak kendini kaptırır. Neyse ki savaştan sonra Nazilerin gerçek yüzünü gören Bergman, çok büyük hayal kırıklığına uğrar. Hatta önceleri gerçekleri kabul etmek bile istemez. Bu talihsiz sürecin ardından İsveç’te üniversiteye başlayan Bergman, tiyatro ile tanışır. Ve hiç ayrılmamak üzere yollarını birleştirir bu sanatla. Tiyatro yönetmenliğinde kısa zamanda başarılı işlere imza atarak isminin tüm ülkede duyulmasını sağlar. Bu sırada yazdığı senaryonun da filme çekilip çok beğenilmesi ona sinemanın kapılarını da ardına kadar açar. Böylece Bergman, ölene kadar ayrılmayacağı sinema ve tiyatro ile hayatını birleştirmiş olur. Her ne kadar ödüllere boğulan filmi Fanny ve Alexander’dan sonra sinemayı bıraktığını, artık yönetmenlik yapmayacağını söylese de birçok meslektaşı gibi söylediklerini uygulayamaz. Ölene kadar çoğunlukla tv için olsa da film çekmeye devam eder.

Yirmi sekiz yaşında başladığı yönetmenlik kariyerinde sayısız ödül alan, ölmeden önce yaşayan en büyük  yönetmen unvanını alan Bergman, birçok yönetmeni derinden etkilemiş, yol göstermiştir. Ona hayranlığını ve bağlılığını göstermeyen isim yok denecek kadar azdır. Peki, onu böylesine bir başarıya götüren sinemasının alâmetifarikaları nelerdi? Öncelikle kendine vazgeçemediği çok yetenekli oyuncular bulur. Ki Liv Ullmann ve Max von Sydow’u Bergman filmlerinden ayrı düşünmek bile imkânsızdır adeta. Yine Bibi Anderson’u da buna dâhil edebiliriz. Bergman, bu oyuncuları, yarattığı birbirinden farklı karaktere hayat vermeleri için yıllarca sinemasının yapı taşları yapmıştır.


Tanrı Yok!

Filmlerinde hep Tanrı’yı aramış, inanmak istemiş ama bir türlü başaramamıştır. Filmleriyle bir nevi sesli düşünen Bergman, ne zaman varoluş sancılarına maruz kalsa sonunda hep Tanrı’nın olmadığı fikrinde sabitlendiğini görmüştür. Her ne kadar imanı güçlü olan karakterleri daha huzurlu ve mutlu çizse de yolunu sorgulamaktan ve aramaktan ayırmamıştır. Papaz bir babanın oğlu olarak ağır bir dini eğitimden geçen Bergman, asla önüne sunulan hazıra konmamış, aramaktan, sorgulamaktan vazgeçmemiştir. Aşağıdaki videoda bizzat kendi ağzıyla belirtir Tanrı’nın olmadığını. Yine diğer videoda da Tanrı’nın olmadığını bir papazın dile getirdiği Kış Işığı filminden hafızalara kazınan sahne var. Bergman’ın temsili olan papaz bakın neler diyor.




Maskelerden Arınmak

Din ve toplumsal rollerin içine hapsedilen karakterlerinin yüzlerine geçirmek zorunda oldukları maskelerini ifşa eder Bergman ayrıca. Maskelerden onları kurtarmaya, gölgeleriyle savaşmaya yönlendirir. Tüm bunlar için de geçmişe dönülmesinin en mantıklı yol olduğuna kanat getirmiş olacak ki filmlerinde hep bir geriye bakış vardır. Gerek Yaban Çilekleri’nde gerekse Güz Sonatı’nda bunu oldukça net görebiliriz. Genelde bu geçmişe bakan, maskeleriyle, gölgeleriyle savaşmaya çalışan karakterler kadın olur en önemlisi. Bergman, nadiren bu yükü erkek karakterlerinin (Kış Işığı ve Yedinci Mühür) üzerine bindirse de kadın karakterlerin yükü hiç bitmez. Bu çatışma kimi zaman öz anne ile kimi zaman da kız kardeşle vuku bulur üstelik.

Sürekli karakterlerin kendi iç dünyalarıyla, geçmişleri ve aileleriyle yaşanan sorunlar, Bergman sinemasının dış dünyaya, toplumsal meselelere kapılarının kapalı olduğu anlamına gelmemeli elbette. Bergman’ı bu şekilde eleştirenlerin büyük bir yanılgı içinde olduğu bir gerçek. Utanç filminde Bergman’ın her şeyden uzak kalmaya çalışan evli çifti nasıl eleştirdiğini unutmak ne mümkün.


Yüzlerde Kaybolmak

Dış mekândan çok kapalı mekânları seven Bergman, zaman konusunda da çok tasarrufludur. Genelde bir günde ya da bir gecede geçen hikâyeleri ile biliriz onu. Ne lafı çok uzatmayı ne de geniş bir alana yayılmayı sever. Sonuçta hangi delikte olursa olsun, ne kadar zaman içerisinde geçerse geçsin, hangi cinsiyetin sorunu olursa olsun insanlığın sorunları hep aynıdır. Değişmez… Sinemada rengi sevmeyen Bergman, önemli olanın doğru ışık kullanmak olduğunu hep dile getirmiştir. Fakat bir süre sonra o da renkli film çekmeye başlamış ve birçok yönetmen gibi kırmızı rengine olan aşkının önüne geçememiştir.

Farklı kamera açılarını da çokça deneyen Bergman, asıl yakın yüz çekimleri ile bilinir. Yüzlerdeki ifadenin gücünü biz seyircilere tam anlamıyla yedirir.




Smultronstället / Yaban Çilekleri (1957)

“İnsanlarla olan ilişkilerimizde, temelde onların karakter ve davranışlarını tartışır ve değerlendiririz. İşte bu yüzden, bu sözde ilişkilerin tümünden kendimi geri çektim. Bu benim yaşlılık günlerimi daha da yalnız kıldı. Hayatım çalışmakla geçti ve buna müteşekkirim. (Hayatım) Ekmek ve tereyağı için yorulmadan çalışmakla başladı ve bilim aşkıyla sona erdi.”

Yalnız bir adamın neden böyle olmayı seçtiğini özetleyen sözleriyle başlar Smultronstället. Hayatından memnun bir şekilde günlerini geçirdiğini düşüneceğimiz Isak (Victor Sjöström ), gördüğü rüyadan uyandıktan sonra bazı şeyleri sorgulamaya, geçmişe tekrardan bir göz gezdirmeye karar verir. Rüyasında –sinema tarihinin unutulmaz rüya sahnelerinden biridir- ölümün ona çok yakın olduğunu anlayan Isak, kendisine verilecek olan fahri doktora unvanını almak için yola yalnız ve erken çıkarak geçmişiyle yüzleşmeye karar verir. Fakat bu yolculukta ona kendi ile yüzleşmesine, geçmişi daha ayrıntılı muhakeme etmesine yardımcı olacak kişiler eşlik ederler: gelini ve yolda karşılaşılan üç genç.

Isak, gelini sayesinde ne kadar bencil, aksi, egoist biri olduğunun, diğer üç genç sayesinde de neden yaşamak istediği hayata değil de mutsuz bir hayata sahip olduğunu işaret eden detayları görür. Aynı zamanda Bergman’ın çoğu filminde olduğu gibi Tanrı, varoluş gibi konuların uzun uzun tartışılması da Isak’ın yaşadığı varoluş sorunlarını perde aralar. Tanrı var mı yok mu? Bu dünyadaki amacımız nedir? Neden yüzlerimize taktığımız maskelerle yaşamayı tercih ederiz? Modern insan gerçekten her şeyi bilmekte mi artık? Yoksa insanlık sadece kendini mi kandırıyor? Gibi birçok sorunun sorulduğu, derin felsefik tartışmaların başlatılıp hiçbirinin de Bergman tarafından cevaplanmadığı bir film Smultronstället. Zira Bergman’ın amacı bu soruları cevaplamak değil sadece sormak. Kendisi de tüm hayatı boyunca filmleri vasıtasıyla bu soruları sormuştur çünkü. Bergman’ın sormaktan vazgeçmeyeceği, Sara karakterine söylettiği şu tirattan anlaşılır zaten: “O kadar çok şey biliyorsun ama aslında hiçbir şey bilmiyorsun.”

Geçmiş, şimdi ve rüya sahnelerinin iç içe geçtiği, zaman algısının iyice bulanıklaştığı bu film, aslında bir günlük bir süreyi bile kapsamaz. Gece gördüğü rüyadan uyanan ve tekrar gece gördüğü rüya ile son bulan filmin özellikle rüya sahneleri ile akıllardan çıkmayacağı muhakkak. Sürreal bir boyut kazanan rüya sahnelerinin filme ayrı bir doku kazandırdığı söylenebilir hiç kuşkusuz. Rüyalar ile bilinçdışı, geçmiş ile bilinç ve şimdiki zaman ile ise modern insan irdelenir.




Det sjunde inseglet / Yedinci Mühür (1958)

Bergman’ın İkinci Dünya Savaşı’nın hâlâ etkisi altındaki bir atmosferde çektiği Det sjunde inseglet, ortaçağ dönenme götürüyor bizleri. Bu kez insanlığın baş belası olan felaketler Haçlı Seferleri ve veba. Her dönem olduğu gibi insanlık birbirini katledecek bahaneler bulma konusunda sıkıntı yaşamıyordur. Başkarakterimiz ise yaşamı, Tanrı’nın varlığını sorgulayan kısacası varoluş bunalımında olan bir şövalye. Antonius Block(Max von Sydow), haçlı seferlerinden silahtarıyla birlikte yeni dönmüştür. Fakat ne için savaştığını, ne için yaşadığını ve ölümden sonra onu neyin beklediğini bilemez. Büyük bir bilinmezlik içerisinde varoluş sancılarına tutulmuştur. Silahtarı ise efendisinin çektiği sıkıntıları hiç yaşamamış, kararını çoktan vermiştir: Jöns, ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığı biliciyle yaşamı tasasız bir şekilde yaşar. Bir de Block ile Jöns’ün yollarının kesişeceği çekirdek aile vardır. Onlar ise mutlak bir şekilde, sorgulamadan inanmayı seçmişlerdir. Filmdeki en mutlu insanlar da Jof, Mia ve bebekleridir.  Bu farklı temsiller sayesinde kimi zaman Tanrı’nın varlığı yüksek sesle, defalarca sorgulanırken kimi zaman zaten hiç olmadığı dile getirilir. Fakat tüm bunların yanında gönül gözüyle Meryem’i, İsa’yı, Azrail’i görebilen ve sonsuz bir bağlılıkla inanan Jof’un varlığının filmdeki rolü azımsanamaz.

Bergman, aslında bu filmi tamamen kendi sorularını dillendirmek, kendi sancılarına derman aramak için yapar. Zira Bergman’ın temsilinin filmdeki başkarakter Antonius Block olduğu su götürmez bir gerçek. Dindar bir ailede büyüyen ama her daim sorgulamaktan vazgeçmeyen Bergman’ın ne büyük bir paradoks içinde yaşadığı ise görülmeyecek gibi değil. İnançlı olan Jof’u ve ailesini ne kadar mutlu çizdiği ve onları kendisiyle birlikte ölümün pençesine bırakmaktan kurtardığı gözlerden kaçmamalı. Bergman, sorgulamak gibi bir derdin bile içine asla düşmeyen insanların ne kadar huzurlu olduğunu dile getiriyor. Zaten insanlığın büyük bir kısmının inançlı olmasının da sebebi bu değil midir? Kolay olan inanmayı seçmek olduğu için, sorgulamanın büyük bir sancının da tetikleyicisi olduğunu bildikleri için inanırlar değil mi?

Her ne kadar Tanrı ile Şeytan’ı tasvir etmekten kaçınıp – aslında onların var olup olmadığından emin olmadığı için- Azrail’i fazlasıyla da sade bir şekilde karşımıza çıkarır –ölümün ise olduğu bir gerçek- Bergman. Ölüm ile oynanılan satranç oyunu ise zekâ ile yapılan dövüşün en manalı temsili olur. Bergman’ın yine yüzlere yakından odaklanmaktan kendini alamadığı, metaforlara sık sık başvurduğu, sürekli seyirciye sorular sormayı amaçladığı bu filmde yine hiçbir soruyu kendisinin yanıtlamadığını da unutmayalım. Bergman, heybesini açık tutan seyirciye taşıyacağından fazla soru yükler. Öyle ki ister ki onun yaşadığı sıkıntılara biz de gark olalım. Biz de sormaktan, düşünmekten vazgeçmeyelim ister. Bergman’ın belki de kendisini seyirciye en çok açtığı, acısını paylaştığı filmidir Det sjunde inseglet.




Nattvardsgästerna / Kış Işığı (1962)

“İsa, çarmıha gerildiğinde ve işkence içinde asılıyken ‘Tanrım, Tanrım!’ diye bağırdı. ‘Neden beni terk ettin?’ bağırabildiği kadar yüksek sesle… Cennetteki Tanrının onu terk ettiğini sandı. Anlattığı her şeyin yalan olduğuna inandı. Ölmesinden hemen önce, İsa şüpheyle doluydu. Bu kesinlikle onun en büyük sınavı olmuştur: Tanrının sessizliği…”

Filmde Jonas karakterinin dile getirdiklerinden bir bölüm.

Bergam’ın Tanrı’nın Sessizliği Üçlemesi’nin (Oda Üçlemesi) ikinci ayağı olan Nattvardsgästerna, bugüne kadar sorgusuz sualsiz inanılanların sorgulandığı bir film. Filmin iki önemli karakteri olan Kilise rahibi Tomas (Gunnar Björnstrand) ve Kilise’nin hademesi Jonas (Max von Sydow)  arasındaki diyaloglar ve onların bitmek bilmeyen büyük varoluş sancıları üzerinden ilerliyor tüm hikâye. İnancını çoktan yitirmiş bu iki insan birbirlerine destek olamadıkları gibi kendilerini de düştükleri derin çukurdan kurtaramıyorlar. Tomas ile Jonas, Tanrı’nın evinde çalışan, Tanrı’ya şükredilmesinin, imanın devamının süregelmesini sağlayan insanlar olarak inançsızlığa düşmeleri elbette oldukça ironiktir.

Birçok filminde Tanrı’nın varlığını sorgulayan ve bu sorgusunda yanıtı bulamadıkça büyük acılar yaşadığını filmlerinden anladığımız Bergman’ın bu filmde de Tomas karakteriyle kendini özdeşleştirdiği görülebilir. Tanrı’ya inanmak için bir işaret arayan ve bunu göremedikçe de daha büyük bir acıya maruz kalan Tomas’ın yaşadıkları aslında Bergman’ın yaşadıklarıdır. Bergman’ın sürekli arafta gezinerek ne bir Tanrıtanımaz ne de itaatkâr bir imanlı olamayışı onun birçok filminin de müsebbibi olmuştur. Zira Yedinci Mühür, Aynadaki Gibi, Sessizlik ve Kış Işığı filmlerinde hep dillendirdiği aynı meseledir.

Kilise’nin boğucu atmosferinin yanı sıra kış mevsiminin de soğuk ve iç karartıcı yapısı filmin her bir anına sirayet etmiştir. Buz gibi kaskatı bir atmosferde, iç karartıcı, sonu başı olmayan diyaloglarla örülü Nattvardsgästerna, bir de ölümü iliklerimize kadar hissettirmesiyle de akıllarda yer eder. Bergman’ın süre olarak en kısa ama yarattığı rahatsız edicilik olarak en etkili filmlerinden biri olan Nattvardsgästerna, izlemesi en zorlu olan filmlerindendir.




Tystnaden / Sessizlik (1963)

Bergman’ın Tanrı’nın Sessizliği Üçlemesi’nin (Oda Üçlemesi) son filmi olan Tystnaden, filmografisinin devamında karşımıza yine çıkacak kadınlar arasındaki çekişme üzerinden temelleniyor. Persona, Güz Sonatı ve Çığlıklar Ve Fısıltılar’ın öncülü olarak görebiliriz bu filmi. Tıpkı Çığlıklar ve Fısıltılar filminde olduğu gibi birbirinden tamamen farklı kız kardeşler vardır karşımızda. Biri entelektüel, kalemi güçlü, kuralcı bir kadınken diğeri belki de sırf ablasının aksini ortaya çıkarmak istediği için daha savruk, dışa dönük ve kendini bedeni üzerinden ifade eden bir yapıya sahiptir. Bir de bu iki farklı ve aralarında bitmek bilmez sessiz bir çatışmanın vuku bulduğu iki kadın arasında katalizör görevi gören çocuk… Çocuğun konumu burada oldukça önemli. Filmlerinde çocuk oyuncu kullanmaktan çok da hazetmeyen Bergman, bu filmde çocuğun omuzlarına fazlaca yük bindirmekten hiç kuşku duymaz. Açıkçası çocuk da bu yükü başarıyla taşımayı biliyor. İki farklı kadını da seven, anlayan ve aradaki sertliği yumuşatan bir konumu var çocuğun.

Fakat Bergman’ın bu filmde yaptığı en önemli hamle bu üç karakteri dillerini bile bilmedikleri yabancı bir ülkede bir otelde konaklatmak zorunda bırakması. Hasta olan büyük kız kardeşin tren yolculuğunu kaldıramayacağı anlaşılınca yolculuğa bir süre ara verilerek bir otele yerleşilir. Genelde pencereden izlediğimiz sokaklarda gördüğümüz tanklardan anlaşılacağı üzere bir savaşın içinde bu ülke. Bergman iki kardeş arasındaki gerilimi bir de dışarıda süre giden savaşın da rahatsız ediciliğini ekleyerek tedirginliği arttırıyor.

Genelde sessizliğin hüküm sürdüğü iki kadın arasındaki birkaç diyaloglu sahne ise tansiyonu oldukça yüksek bir seyir izliyor. Birbirleriyle iletişime geçtiklerinde eteğindeki bütün taşları döken Anna’ya (Gunnel Lindblom ) karşın Ester (Ingrid Thulin) yine sessiz kalmayı tercih eder. Yalnız bir araya geldiklerinde bir türlü diyalog başlatamayan bu kadınların dillerini anlamayan yabancı bir erkeğin yanında hayatlarıyla ilgili her şeyi konuşmaları önemli. Bu erkeği kaybettikleri babalarının yerine koydukları düşünülebilir. Anna’nın bu sahnede adamdan şefkat beklemesi bu varsayımı destekliyor çünkü. Anna’nın adeta sinir krizi geçirdiği böylece yükselen bir oyunculuğun perdede vuku bulduğu bu sahne filmin zirve yaptığı anlardandır.



Persona (1966)

Bergman’ın herkes tarafından tartışmasız bir şekilde başyapıtı olarak kabul edilen Persona, yine bir araya getirdiği kadınlar üzerinden ilerliyor. Tiyatro oyuncusu Elizabeth (Liv Ullmann), sahnede Elektra rolünü icra ederken aniden susar ve bir daha konuşmaz. Her türlü tetkik yapılan Elizabeth’de konuşmaması için herhangi bir neden bulunamaz. Zira Elizabeth, bile isteye susmayı tercih etmiştir. Bu nedenle yattığı hastaneden kafasını dinlemek için sakin, deniz kıyısında bir eve gider. Yanında da onunla ilgilenmesi için Alma(Bibi Anderson) isimli hemşire eşlik eder. Bergman, aynı evin içerisine koyduğu iki kadını bu kez sadece çatıştırmak ile kalmayacak bir süre sonra bu iki kadını tek bedende tek karakterde buluşturacaktır.

Film ile ilgili varsayımda bulunmadan önce persona mevzusunu biraz açmak gerekiyor. Zira Bergman tüm filmi bu persona üzerinden şekillendiriyor. İsviçreli Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’ın arketiplerinden biri personadır. Antik Yunan tiyatro oyuncularının oynadıkları role göre taktıkları maskelerden ismini alan bu arketipe göre kişi kendini oluştururken toplumun belirlediği sınırlara ve kurallara göre kendine bir maske oluşturur. Hatta gerçekten de kendi benliğinin bu maske olduğuna inanır. İşte büyük bir sessizliğe gömülen Elizabeth, daha fazla personasının altında saklanmak istemediği için, ondan beklenildiği gibi davranmaktan sıkıldığı, toplumun istediği şeyleri söylemekten tiksindiği için susar. Lakin bu susuş onu huzura erdiremediği gibi daha büyük bir buhrana sürükler. Zira Alma, onun gölgesi ile yüzleşmesine neden olur. Gölge yine Jung’ın arketiplerinden biridir: Kişinin yüzleşmek istemediği kötücül yanlarını temsil eder. Kimi insanlar bu gölgeleriyle yüzleşerek iyi yönleriyle kötü yönlerini bir arada eritmeyi bilir. Bazıları ise bu gölgelerini kabul edemedikleri gibi başkalarına yansıtırlar.

Elizabeth’i gölgesi ile yüzleştirecek olan Alma ise ilk başlarda Elizabeth’e hayran olan ve onun sessizliğini fırsat bilerek tüm sırlarını aşikâr eden bir kadın. Elizabeth ile Alma bu konuda tam da birbirlerinin aksine davranıyorlar. Alma, gölgesini kendi içinde eritmeyi bilmiş, hayattan beklentisi de makul, aza kanaat etmeyi bilen, hırslarına esir düşmeyen biri. Elizabeth ise tam tersi. İşte bu nedenle hayatının en önemli sırlarını bir defada Elizabeth’e anlatan Alma’ya karşılık Elizabeth asla böyle bir şeye yanaşmıyor. Onu gölgesi ile ancak Alma karşılaştırıyor. Elizabeth’in yerine gölgesini Alma anlatıyor. Zaten Alma, tüm film boyunca Elizabeth’in çıkmayı reddeden sesi oluyor.

Kendi gölgesiyle Alma sayesinde yüzleşen ve taktığı personayı düşüren Elizabaeth ile Alma’nın aynanın karşısında tek bir yüze dönüşmesi, bir olması filmin hatta ve hatta sinema tarihinin en unutulmaz fikirlerinden biridir hiç kuşkusuz. Ve yine Alma’nın Elizabeth’in gölgesini söze döktüğü anları Bergman’ın açı karşı açı yapmayı reddederek aynı sahneyi iki defa farklı yüzlerde bizlere izlettirmesine ne demeli. Bergman, bu bir nevi ayinmişçesine kutsanan anın adeta her iki yüzden de detaylı bir şekilde okunmasını ister. Alma’nın monoloğunun her iki yüzdeki işlevini kesintisiz izleriz böylece.

Bergman’ın aynı evin içine koyduğu iki kadının zaman zaman diğer filmlerinde de olduğu gibi tansiyonun yükseldiği, gerilimin arttığı sahnelerde buluşturmayı ihmal etmez. Ama en önemlisi tıpkı Çığlıklar ve Fısıltılar’ın küçücük bir anında hissettirdiği duyguyu burada daha sık hissettirmesi olur: Alma ile Elizabeth arasında cinsel yönden de bir çekim olduğunu düşünmemek elde değil. Fakat Bergman bunu sadece hissiyat noktasında bırakmıştır. Belki de böyle bir niyeti hiç yoktur kim bilir. Yüzlere yapılan yakın çekimlerin bu filmde çok daha fazla olduğunu söylemeye bile gerek yok.




Skammen / Utanç (1968)

“Gerçekten çok tuhaf bir rüya gördüm. Eskisi gibi orkestradayken yan yana oturarak 4. Branderburg’un konçertosunun yavaşlayan kısmının provasını yapışımızı ve geride bıraktığımız tüm o şeyleri gördüm. Şimdiyse sadece bir kâbusu hatırlar gibi hatırladığımız. Çalarken ağlamaya başladım ve ağlayarak uyandım.”

“Bir rüya gördüm. Çok güzel bir sokakta yürüyordum. Ve yolun bir kenarında yüksek kemer ve sütunları olan beyaz evler vardı. Diğer yanda ise gölgeler içinde bir park vardı. Sokağın yakınında yeşeren ağaçların altında da koyu yeşil dere akmaktaydı. Ve sonra yüksek bir duvarın yanına geldim, üstü güllerle kaplanmıştı. Ve sonra bir uçak geldi ve bütün gülleri ateşe verdi. Çok güzel olduğu için o kadar da korkunç değildi. Sudaki yansımalarını seyrettim. Ve güllerin nasıl yandığını gördüm. Ve kollarımda küçük bir kız vardı. Kızımızdı. Bana sıkıca sarıldı ve yanağıma değen dudaklarını hissettim. Ve tüm bu zaman boyunca birinin söylemiş olduğu bir şeyi hatırlamam gerektiğini biliyordum…  ama unutmuştum.”

Skammen film boyunca takip edeceğimiz Jan’ın rüyasını anlatmasıyla başlar ve Eva’nın anlattığı rüya ile son bulur. Filmlerinde rüyalara yer vermekten vazgeçmeyen Bergman, rüyanın içerisine bizi sokmasa da dinletir bu kez de. Bu iki rüya arasında şahit olduklarımız ise insan denen varlığın ne kadar alçalabileceğini, hayatta kalmak uğruna neler yapabileceğini gözler önüne serer.

Bergman, 1968 yılında çektiği filmini bilinmeyen bir ülkede ve bilinmeyen bir zamanda tasarlar. Lakin acılarla yoğrulmuş insanlığın asla yabancısı olmayan bir durumdur savaş. Zira henüz etkisinden çıkılamamış İkinci Dünya Savaşı’nın ya da hâlâ sürmekte olan Vietnam Savaşı’nın tecrübeleri nedeniyle filmde yaşanılanlar oldukça inandırıcıdır. Ki üzerinden yarım asır geçmesine rağmen günümüzde bile Skammen’in güncelliğini koruduğunu kim inkâr edebilir. Bu nedenle de Bergman’ın yer ve zaman tasarrufuna gitmemesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Bergman’ın hedefinde herhangi bir ülke ya da ırk yoktur: Hedefte tüm insanlık vardır. Hedefteki insanlığı temsilen Jan ve Eva çıkar karşımıza.

Ülkede çıkan savaş nedeniyle gözlerden uzak bir adaya yerleşerek suya sabuna dokunmadan mütevazı bir hayat sürdüren Jan ile Eva kendilerince savaştan izole olmaya çalışmışlardır. Müzisyen olan fakat savaş nedeniyle orkestraları dağılan çiftimiz, oldukça apolitik bir çizgidedirler. Savaşın tüm yıkımıyla devam ettiği bir süreçte taraf olmamayı seçmeleri bir yana aynı zamanda haber aldıkları tek kaynak radyoyu bile tamir etmek istemez, her şeye kulaklarını tıkamayı tercih ederler. İşte Bergman bu noktada bile yarattığı karakterlerden ve temsil ettikleri insanlıktan duyduğu utancı dile getirir. Kaldı ki savaşın adaya kadar sıçraması sonrasında her şeyin zıvanadan çıkması ve çiftimizin insani değerlerini kaybederek vahşileşmesi tüyler ürperticidir. Eli keman tutan eller silah tutmaya, hiçbir canlıya kıyamayan karakterimiz Jan’ın gözünü kırpmadan cinayetler işlemesine, aradaki sevginin kaybolmasına rağmen menfaat ilişkilerinin devam etmesine, gerektiğinde üç maymunun oynanmasına kadar neler neler… Bergman’ın insanlığa dair en ağır konuştuğu filmlerden dir bu nedenlerle Skammen.




Viskningar och rop / Çığlıklar ve Fısıltılar (1972)

Bergman bu kez yine tek mekânda geçen bir filme imza atar fakat aynı evin içerisine iki ya da üç değil tam dört tane kadın koyar. Her biri birbirinden farklı olan yönleriyle ve her biri geçmişteki sırlarıyla bulunan bu kadınlar adeta fısıltıların çığlıklara dönüşmesine, ölülerin dirilmesine sebep olacak kadar yüksek bir enerji yaratırlar. Üstelik Bergman ilk kez karakterleri dışında bir şeyi daha filmde baskın bir yere oturtur: Kırmızı… Bergman’ın renkli filmlerinde kırmızıya ne kadar çok yer verdiğini bilsek de bu filmde adeta filmi sarıp sarmalayan, kuşatan, kutsayan bir şeye dönüşür kırmızı. Buna asla bir arka fon deyip geçemeyiz. Kırmızı o evdeki kadınların ruhunu temsil eder. Zira Bergman, bu konudaki görüşünü kendi ağzından dile getirmiştir. Bu nedenle başka bir varsayımda bulunmaya lüzum yoktur. Zaten tüm kadınları bir odada karşımıza çıkardığı sahnelerde evin duvarlarının, perdelerin kıpkırmızı görüntüsünün önünde bembeyaz giyinmiş dört kadının canlı bedenleriyle değil de ruhlarıyla evde var oldukları söylenir bir nevi. Filmin sonunda yas nedeniyle siyahlara bürünen kadınlar ise ruhun bile kömürleştiğinin göstergesi olabilir pekâlâ.

Bergman filmografisinde hep olageldiği gibi bu evdeki dört kadının da birbirinden pek hazmetmediği su götürmez bir gerçek. Burada üç kız kardeşten hasta olanın kardeşlerini ve Anna’yı, hizmetçi Anna’nın ise Agnes’i gerçekten sevdiği anlaşılıyor. Fakat Marie ile Karin’in kimseyi sevmediği, sevemediği apaçık ortada. Oysa Agnes’den dinlediğimiz kadarıyla çocukluk döneminde anneden ilgi görmeyen, ötelenen, görmezden gelinen de Agnes’dir. Agens’in çocukluk dönemi aktarımlarının yanında Karin ile Marie’nin daha yakın dönem geçmişlerine flashback ile gideriz. Ve her iki kadının da evliliklerinde mutsuz oldukları gözlemlenir. Bu mutsuzluklarını hem kendilerine hem de karşılarındaki adamlara karşı yansıtmaktan geri durmayan iki kadın, tıpkı kocalarına göstermedikleri sevgilerini kız kardeşlerine de göstermezler. Çünkü sevmeyi zaten bilmezler.

 Anna ise yakın zamanda çocuğunu kaybetmiş yarılı bir anne, Agnes ise hayranı olduğu annesi de dâhil olmak üzere kimse tarafından sevilmemiş bir kadındır. Biri anne sevgisine diğeri de çocuk sevgisine hasret iki kadın… Bu nedenle de kardeşler arasında yaşanmayan sevgi bu ikili arasında yaşanır. Agnes’in yanına uzanıp onu öpüp, koklayan da göğsüne yatırıp uyutanda Anna’dır. Tıpkı Sessizlik’te olduğu gibi kız kardeşlerin birbirine faydası olmaz. Bazen bir yabancı kardeşten çok daha fazlasını yapar. Sessizlik’te Ester’in kardeşinden göremediği ilginin kat be kat fazlasını aynı dili bile konuşmadığı otel görevlisinden görmesi hatırlanacaktır.




Scener ur ett äktenskap / Bir Evlilikten Manzaralar (1973)

Bergman’ın İsveç televizyonu için çektiği altı bölümlük bir mini dizi olan Scener ur ett äktenskap, altı epizodlu bir film olarak da gayet keyifli bir seyir sunmakta. Mükemmel bir evliliğin varlığıyla başlayan film, bu evliliğin var olan ama görmezden gelinen sorunları işaret etmesiyle ve daha sonra da çok dayanamayarak çatırdamasıyla devam eder. Lakin bu çatırdayıştan sonra Bergman, karakter dönüşümlerine girişir bu kez de. Özellikle başta tanıdığımız kadın karakter ile filmin sonunda veda ettiğimiz oldukça farklı bir profil çizer. Aynı şekilde erkek karakter de tabii. Fakat Bergman’ın kadın karakterlere daha çok yoğunlaştığı ve onları perdeye daha çok yansıttığını bizzat kendi ağzıyla defalarca dile getirdiği bilindiği için kadının daha detaylı bir operasyona tabii tutulduğuna şaşmamalı.
Bergman’ın kadın karaktere yoğunlaşması ya da karakterlerin yüzlerine odaklanan kamera kullanımı gibi birkaç teknik detayın dışında Scener ur ett äktenskap’da onun alâmetifarikalarına çok da rastlamak mümkün değil. Bu filmi Bergman filmograsinin üvey evlatlarından biri olarak görmek pekâlâ mümkün. Zira derin psikanaliz çözümlemelerine, geçmişe, rüyalara rastlamadığımız, metaforlardan uzak bir film karşımızdaki. Sadece yüzeyde olanlarla ilgilenir yönetmen bu filmde. Zaten yüzeyde olan biten de bu film için oldukça yeterlidir. Bir kadın ile erkeğin nasıl farklı tepkiler verebilen varlıklar olduğuna, evliliğin asıl amacının, işleyişinin ne olduğuna, yaşadığımız hayatı kimin yönlendirip şekillendirdiğine ya da o hayatı sürdürmemizin gerçekten ondan memnun olduğumuz anlamına gelip gelmeyeceğine dair sağlam sorular soran ve sorduğu soruları da karakterlerinin yaptıklarıyla fazlasıyla cevaplandıran bir film Scener ur ett äktenskap.

Bergman her ne kadar bir evlilikten manzaralar sunduğu için toplum tarafından insana dayatılan çocuk mevzusunu da eklemek konusunda kendini mecbur görmüş anlaşılan. Fakat sadece o kadar. Bergman ilk sahnede saniyelerle ölçülen bir zaman zarfında gösterdiği çocuklara bir daha hiç dönmüyor. Sadece diyaloglarda varlıklarının devam ettiğine kanaat getirdiğimiz çocukların varlığının ve bir evlilikteki her şeyden daha çok olan etkinliklerinin havada kalması dışında film, seyirciyi fazlasıyla doyurmakta. Bergman’ın bu son dönem eserlerinden olan filmin Altın Küre’de Yabancı Dilde En İyi Film ödülünün sahibi olduğunu ve günümüze kadar birçok yönetmeni özellikle bu filmiyle etkilediği de unutulmamalı. Woddy Allen filmlerine aşina olanların ya da Richard Linklater’ın özellikle Before serisinin son halkasını izlemiş olanların ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacağını düşünüyorum.




Höstsonaten / Güz Sonatı (1978)

Yedi yıl sonra tekrar görüşen bir anne ile kızın görüştükleri ilk günün gecesi boyunca geçmişleriyle yüzleşmelerini oldukça sarsıcı bir şekilde perdeye yansıtıyor Bergman. Eva ile Charlotte… Bir anne ile kızı… Eva’nın filmde söylediği gibi : "Bir anne ve kızı: Ne kötü bir kombinasyon" mu demeliyiz acaba?

Film, Eva’nın (Liv Ullmann) kocası tarafından bize tanıtılmasıyla başlar. Viktor bize Eva’dan gizli olarak ve bize bakarak tanıtır onu. Bergman, daha filmin başında seyircinin karakterlerle özdeşlik kurmasının önüne geçmek istemiştir böylece. Kameranın varlığının farkında olan karakter tarafından doğrudan bilgilendirilmemiz yabancılaştırmanın en keskin örneğidir ne de olsa. Fakat Eva’nın Viktor tarafından tanıtılmasının başka anlamları da vardır. Annesinin ağır yükü altında büyümüş ve biraz da onun tam tersi bir kişilik ortaya koymak istediği için kendine maske yaratmış biridir Eva. Yani Eva, tıpkı Persona filmindeki Jung’ın persona arketipinde bahsettiği gibi gerçek kendini oluşturamamış, kendisinden toplumun (burada toplumu sadece anne temsil eder) beklediği ya da doğru olarak dikte ettirilen bir maskeyi geçirmiştir. Zaten Viktor’un aktarımlarından da anlayacağımız üzere Eva, asıl kendisini tanımadığını düşünmektedir.

Eva’nın hayatı boyunca adeta boynuna tasma geçirilmişçesine onu boğan maskeden ancak annesiyle yani geçmişiyle yüzleşerek kurtulabilecektir. Bu nedenle her ne kadar annesini yanına çağırırken öyle bir niyeti olmadığını düşünse de aslında tek neden yüzleşmek ve hesaplaşmaktır. Yaban Çilekleri filmindeki Isak’ın nasıl kendisiyle ve hayatla barışabilmesi için ona geçmişi hatırlatacak yaban çileklerini, çocuklukta yaşadığı evi görmesi gerekiyorsa Eva’nın da maskesinden kurtularak özgür bir hayat yaşamasının tek yolu annesiyle yüzleşmesinden geçer. Oldukça sevecen karşıladığı annesini aynı günün gecesi köşeye sıkıştırarak eteğindeki taşları bir bir döken Eva, sürekli anlatır ve anlattıkça özgürleşir. Bu konuşmalar esnasında geçmişteki tüm sırların da bir bir ortaya dökülmesiyle kuvvetli karakter profilleri çıkarılabilir pek tabii.
Eva cephesinde durum bu iken Charlotte de elbette kendine göre nedenlerini açıklar, kendini savunur. Aslında mağdur olan sadece Eva değildir. Charlotte’de çocukluğunda aynı tarz ebeveynlerle büyümüştür en başta. Ayrıca aslında Charlotte, yapısı gereği asla evlenip çocuk yapacak, bir yere bağlı kalacak biri değildir. Fakat toplumun beklentileri ne yazık ki onu hiç uygun olmadığı hayatın içine sürüklemiştir. Ama bu mecburi rolleri Charlotte hiçbir zaman doğru bir şekilde yerine getirememiştir. Burada yine Persona filmini hatırlamakta fayda var. Elizabeth, bir çocuk istediği için değil toplumun onu kucaklaması için gereken son şartı yerine getirmek için doğurur. Fakat tıpkı Charlotte gibi devamını getiremez. Anneliği beceremez.

Bergman, tüm filmlerinde yaptığı gibi yine hiçbir karakterini yargılamaz, hüküm vermez. Ona göre Eva’nın durumu gerçekten üzücü olsa da bunun suçlusu Charlotte değil bunun suçlusu toplum beklentileri, genel geçer kurallar, dini hükümler ve daha niceleridir. Bu nedenle Bergman, her ne kadar kendini Eva’nın yakınında konumlandırsa da asla Charlotte’yi sanık sandalyesine oturtmak gibi bir amaç taşımaz. Bergman’ın kamerası adeta bir ayna gibi iki kadının arasında dolaşır. Birbirlerine ve kendilerine bakmalarını ister zira. Bergman’ın yakın plan yüz çekimlerinden kendini alamadığı çok az an olan filmde Viktor ile Helena, sadece bir nevi sahne geçişlerinde kısa esler verilmesi için kullanılan imgeler gibidir. Birkaç sahne hariç tek mekânda geçen filmde tüm hararetli konuşmalar esnasında nefes alamananız öğrenilenlerin kasvetini daha da arttırır. Anne ile babasıyla büyük sorunları olduğunu bildiğimiz Bergman’ın neden bir baba oğul ya da anne oğul hikâyesi değil de anne kız hikâyesi tercih ettiğini ise tahmin etmek güç değil. Bergman birçok defa kadınların daha sinematografik olduğunu, onları daha rahat ve başarılı perdeye yansıtabildiğini dile getirmiştir. Son olarak Bergman’ın tüm filmografisinde olduğu gibi din arka fonda her daim varlığını (Viktor, papaz evi vs…) hissettirse de her zamanki gibi hiçbir etkinliğe sahip olamadığını görürüz. Din, Eva’nın iyileşmesine asla katkı sağlayamamış, aksine maskesini yüzüne daha da yaklaştırmasına yaramıştır. Böylece Bergman, din ile olan hiç bitmeyecek münakaşasına devam etmiştir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder