2 Ağustos 2018 Perşembe

Abdellatif Kechiche Sineması



Fransa Sineması İçin Tarif Edilemez Bir Nimet

Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche, Fransa sineması için varlığı tarif edilemez bir nimet. Zira sinemasıyla Fransa’da yaşayan göçmenlerin varlığını, onların yaşayışlarını, aşklarını, büyümelerini, hayallerini perdeye yansıtan bir isim o. Ayrıca bugüne kadar yarattığı beş uzun metraj filmiyle bu durumu asla politik, didaktik, sıkıcı bir dille yansıtmamış olmasıyla da takdir toplamalı. Kechiche, Arap asıllı Fransız vatandaşların ya da göçmenlerin yaşayışını tüm renkleri, kıskanılası aşkları, kibirden, süsten uzak, samimi hayat tarzlarıyla perdeye yansıtarak, Fransız entelektüellerin tersine işleyen yaşamlarının karşısına konumlandırmayı ustalıkla başarmıştır. Öyle ki sadece bir aşk ve büyüme hikâyesi olarak okunan son filmi La vie d'Adèle bile görmek isteyene bu konuda çok önemli nüveler sunan bir etkiye sahip.

Çocuk yaşta geldiği Fransa’da hayatını drama eğitimi almak gibi kendisi için biçilmiş kaftan bir yolu adımlamaya başlayan Kechiche, önce birçok oyun sahneye koymuş sonra da beyaz perdeye olan kalıcı ziyaretini oyunculukla başlatmış biri. Oynadığı filmlerdeki başarılı performansını ödüllerle de taçlandırmayı başarınca kendini daha iyi tanımış olacak ki bu yeteneğini kamera arkasında şahlandırabileceğini anlar. Ve 1982’de başladığı oyunculuk kariyerini 2000 yılında çektiği La faute à Voltaire ile yönetmenliğe taşımış, sonrasında da bu yolda karar kılarak başarılara imza atmıştır.


Gösterişten Uzak Bir Sinema Anlayışı

Kechiche, Fransa sinemasının cinsellik olarak her daim en cesur filmlerine imza atmıştır her daim. Özellikle son filmi La vie d'Adèle ile bu durumu birçok kesimin tepkisi ile karşılaşma pahasına sınırların ötesine kadar zorlayan yönetmenimiz, bana kalırsa çoğu yönetmenin isteyip de cesaret edemediğini gerçekleştirmiş oldu. Onun sinemasının cinsellik konusunda elini korkak alıştırmamasının yanında elbette ayırt edici birçok meziyeti var: Üzerine uzun uzun konuşulacak derinlikteki bol diyaloglu sahneleri, adeta bir teşhirci misali oyuncularını santim santim inceleyen yakın ve uzun plan sekansları ve genelde sabır isteyen süreleri onun sinemasının en ayırt edici yanlarıdır.

Tüm bu meziyetlerinin yanında asla es geçilmemesi gereken noktalarından biri ise gösterişten, kusursuzluktan değil de doğallıktan yana anlayışı olsa gerek. Kechiche, bir karakterin yemek yerken lokmaları kusursuz çiğneyişini değil dişlek dişli ağzının içini gösteren, çenesine kadar bulaşan yemek artıklarına odaklanan ya da ağlayan bir karakterinin inci tanesi gibi süzülen gözyaşını değil de ağzının içine kadar giren sümüğünü gösteren bir anlayışı benimser. Onun sinemasındaki gibi samimi ağlamaları, ateşli tartışmaları, iştahlı yemek yemeleri, katıksız gerçek cinselliği görmek çok zordur kuşkusuz. Son olarak kapı aralamak istediğim bir diğer konu ise onun üstün meziyetiyle alaşağı edilen, yaşam tarzları ve anlayışlarıyla yerden yere vurulan, komik duruma düşürülen üst orta sınıf Fransız hayatlarını izlemek büyük bir keyif verir görmek isteyene.

Kechiche, hiçbir filminde bunu yapmaktan çekinmemiş, yer yer dozunu arttırmaktan da asla imtina etmemiş bir gözü karadır aynı zamanda. Bir yandan filmlerinde odak noktası yaptığı hayatları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken ucundan, kıyısından o hayatlara teğet geçen, değen ama o hayatları bazen büyük sarsıntılara gebe bırakan üst orta sınıf Fransızları da hedefinden boş göndermez. Şimdi diler misiniz az da olsa kafanızda canlandırmaya çalıştığım bu sinemaya filmlerle daha yakından bakalım.


1) La vie d'Adèle (Mavi En Sıcak Renktir) - 2013

Kechiche’in izleme şansına erdiğimiz şimdilik son filmi olan La vie d'Adèle, onun aynı zamanda tartışmaları da beraberinde getiren yapımı oldu. Fransız çizgi roman yazarı Juile Maroh’un  ‘’Le bleu est une couleur chaude’’ isimli çizgi romanından uyarlanan film, uzun sevişme sahneleri, bir erkek yönetmenin lezbiyen bir ilişkiyi perdeye taşıma ehliyetinin olup olmadığı gibi fikir ayrılıklarını oyuncularla yönetmen arasında yaşanılan ve uzadıkça uzayan tartışmaları da beraberinde getirdi. Filmi izleyen bazı kesim Kechiche’in kadın vücuduna teşhirci yaklaştığından, bazı kesimler de lezbiyen ilişkiyi pornografik bir düzleme taşıyarak bu durumu fırsata çevirmeye çalıştığından dem vurdular. Peki, tüm bu yakıştırmalar ne kadar doğruydu? Elbette bunun cevabını veremeyiz ama tüm bu yaftalamaların benim filmi okumamda kendine yer bulamadığını söyleyebilirim.

Adèle isimli genç bir kadının hem Emma ile olan aşk hikâyesine hem de onun sancılı büyümesine şahit olduğumuz La vie d'Adèle, pek dillendirilmese de Fransız entelektüel hayatına ve bu hayatı şekillendiren bireylere eleştirel bir noktadan bakan bir yapım aynı zamanda. Bizim peşinden takip ettiğimiz karakter Adèle, ne kadar yaşadıklarında, hislerinde, duygu patlamalarında gerçekse Emma bir o kadar plastik davranışlarıyla fazlasıyla sahtedir. Adèle, her zaman ne istediğini bilen, kendini tanımaya çalışan, denemekten, değişmekten korkmayan, ıslah olmaz bir keşifçiyse Emma bir o kadar kalıplara hapsolmuş, kendisinin değil de içinde bulunduğu zümrenin ne istediğine ayak uyduran, değişmeyi değil değiştirmeyi benimseyen bir zavallı olarak çizilir Kechiche tarafından. Hal böyle olunca hatalarına rağmen hep Adèle tarafında oluyoruz elbette.

Adèle, öyle bilinmezlere gebe bir hayatı temsil ediyor ki filmin finalinde bile şimdi nasıl bir hayat onu bekliyor diye merak etmekten, üzerine hayaller kurmaktan, tahminlerde bulunmaktan kendimizi alamıyoruz. Emma’nınki ise tam da baştan beri olduğu gibi tam da hapsolduğu sınırlar içerisinde devam etmektedir oysa. Empati kurduğumuz karakterin her bir anının tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiği, lezbiyen bir ilişkinin değil ruh ve beden uyumunun sesine kulak veren, aşkı cinsiyetlere, sınıflara mahkûm etmeyen bir sinema var karşımızda. Mavi renginin her bir anına sirayet ettiği film, Kechiche’in her türlü devrimin, cinsel devrimden geçtiğini yüksek sesle söylediği, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanarak da başarısını taçlandırır.




2) La graine et le mulet (Balıklı Bulgur) – 2007

Kechiche sinemasının bir diğer başyapıtı olan La graine et le mulet, bu kez artık hiçbir işe yaramadığı düşünülen bir zamanda küllerinden yeniden doğmaya çalışan bir aile babasının çırpınışlarına odaklanır. Lakin büyük usta sadece bu süreçte bizleri kahramanımız Slimane ile değil filmdeki birçok karakterle haşır neşir yapacaktır. Zira ne de olsa Kechiche, çok karakterli, fazla tanınmayan, amatör oyuncularla çalışmayı tercih eden ve onlarla bizleri adeta birlikte bir hayat yaşıyormuşçasına içli dışlı yapan bir sinema yaratıcısıdır. Filmde, Slimane’nin bitmiş olan evliliğindeki eski karısı, çocukları, sevgilisi, onun kızı, kaldığı otelin sakinleri ve çocuklarının ailesi olmak üzere kalabalık bir karakter bombardımanı karşılar bizleri. Kechiche, her birini incelikle dokumaktan asla kaçınmayarak, her birini seyirciyi tatmin edecek düzeyde işlemeyi ihmal etmez. Bir de elbette resmi işlerden dolayı muhatap olacağımız üst orta sınıf Fransız tabakası…

Çalıştığı iş yerinde çalışma saatleri azaltılınca zaten süregelen monotom hayatına yeni bir kapı aralamak isteyen Slimane, harabe bir tekneyi lokantaya dönüştürerek, kültürünün en müstesna örneği olan, belki de onun doğduğu topraklardan kopmasını önleyen balıklı bulguru müşterilerine sunmak ister. Fakat bunu yapmak öyle de kolay değildir. Bu uğurda oldukça sıkıntılı evraklar, çetrefilli bir süreç ve fedakârlıklar gerekir. Bu uğurda ona en çok arka çıkacak kişi ise sevgilisinin kızı Rym olur. Rym ile Slimane’nin bu sürecinde diğer karakterlerin hayatına ortak olmaktan da asla geri kalmayacak olmamız, filmin çok katmanlı yapısının en büyük ispatıdır.

Kechiche, La vie d'Adèle’de nasıl soslu makarna ile bizi defalarca senli benli yaptıysa bu kez de balıklı bulguru perdeye adeta bir başkarakter olarak taşır. Bu uzun ve bol diyaloglu sahneleri, karakterlerine yaptığı yakın çekim planları ve Fransa’da yaşayan farklı kültürlere olan gerçekçi ve samimi yaklaşımını konuşturduğu filmini Kechiche, özellikle finalde şahlandırır. Yolunda giden her şeyin yine dolaylı da olsa bir Fransız nedeniyle sekteye uğramasını telafi etmek adına Rym ve Slimane’nin ayrı ayrı çırpınışlarının paralel kurgu ile perdeye yansıdığı dakikalar tek kelimeyle muhteşemdir. Yönetenimizin yine dikte ettirilenin tam tersi bir kadın vücudu (gayet etine dolgun, göbekli) üzerinden ve kültürünü de içine katarak gerçekleştirir bu sahnesini. Lakin en önemlisi bu şov karşısında kendinden geçen, tüm maskelerini farkına varmadan çıkaran üst orta sınıf Fransız tabakasının içler acısı durumu olur.

Ayrıca bu oryantal dans sahnesinin yönetmen tarafından bir yıl sonra Sueur (Ter) adıyla uzun metraj filme dönüştürüldüğünü de belirtmek isterim.




3) Vénus noire (Siyah Venüs) – 2010

Fiziksel görüntüsü nedeniyle Hottentot Venüsü olarak adlandırılan Saarjit Baartman’ın gerçek hayat öyküsüne odaklanan Vénus noire, Kechiche filmografisinden birçok açıdan ayrı düşer. Genelde günümüzde Fransa’da geçen, hayatlara odaklanan Kechiche, bu defa bizleri 19. Yüzyılın İngiltere ve Fransa’sına, ırkçılığın, faşizmin, köleliğin kol gezdiği döneme götürüyor. Her ne kadar yine üst sınıf Avrupalıları sert bir dille eleştirmesi, göçmenlerin yaşadığı yıkıcı sürece kapı aralaması ve elbette kamera kullanımı, plan sekansları ile tam anlamıyla Kechiche filmi diyebiliriz Vénus noire için. Lakin Kechiche, ilk defa bir dönem filmi ile üstelik tek bir karaktere odaklanan dönem filmi ile karşılar bizleri. Hal böyle olunca da seyirci olarak bir nebze yadırgamamız normal.

Saartjie ya da vaftiz ismiyle Sarah, görünüşü nedeniyle sahibi tarafından bir vahşiymiş gibi şov yaptırılarak gösterilere çıkarılır. Bu durumdan hiç hoşlanmayan karakterimiz ise kurtulmaya çalıştıkça daha da kolunu kanadını kaptıracaktır. Her gece yaşadığı aşağılanmaların üstesinden gelemeyen Saartjie, kendini alkol ve tütüne verir öncelikle. Fakat sahibinin değişmesiyle onu Fransa’da çok daha kötü koşullar ve bataklığın en dibi beklemektedir.

Görünüşü nedeniyle kimi zaman bir vahşi, cinsel organının görünüşüyle ise çoğu zaman bir arzu nesnesi olan Saartjie namı diğer Vénus noire, her daim bakılan konumunda olur. Bakanlar ise kimi zaman onu kıskanan Avrupalı kadınlar, kimi zaman onu arzulayan erkekler kimi zaman da bilim adına onu hadsizce inceleyen bilim adamlarıdır. Bu bakışlara hayatı boyunca maruz kalmak zorunda olan Saartjie ise bir süre sonra mücadele etmeyi bırakarak, teslim olur.

Kechiche, bu filmde biz seyircileri başkarakterin yanında değil de ona bakanların yanında konumlandırdığı için eleştirilmiştir. Lakin Kechiche’in bunu bile isteye yaptığını düşünmemekle beraber, aksine karakterimizin iç dünyasına çok fazla girmemenin, gizemli ve dış dünyaya –bu biz seyirciler de olmak üzere- kapalı bir karakter yaratmak için olduğunu düşünenlerdenim. Bir dönem filminin altından da nasıl kalkılabileceğini ispatlayan yönetmenimiz, kusursuz bir biyografiyi de filmografisine ekler böylece.



4) L'esquive (Kaçak) – 2003

Kechiche’in ikinci filmi L'esquive namı diğer Games of Love and Chance,  Fransız oyun yazarı Pierre de Marivaux’un bir oyunundan alır bu ismi. Tabii filmin Marivaux ile ilişkisi bu kadarla sınırlı değil: Fransa’nın genellikle göçmenlerin yaşadığı, kenar mahallelerinden birindeki okulda yılsonu gösterisi için sahnelenecek oyun, tam da Marivaux’un en önemli eserlerinden Games of Love and Chance’dir. Kechiche’in Pierre de Marivaux’ya olan düşkünlüğünü La vie d'Adèle de izleyince iyice anlamıştık. Zira Kechiche, orada da yine Marivaux’un bir eserini Adèle’in okuduğu sınıftaki edebiyat dersine konu yapmaktaydı. 17. yüzyılda yaşamış ve üst sınıfa yönelik aşkın metafiziğini irdeleyen eserleriyle var olmuş Marivaux’un, La vie de Marianne (Marianne’nin Hayatı) Adèle ve arkadaşları tarafından derinliğine irdeleniyordu. 

Bu iki filmin birbiriyle münasebeti aslında Marivaux eserleri de değil sadece. Kechiche, adeta La vie d'Adèle’de çok da tanıma şansı bulamadığımız gençlere yıllar önce L'esquive ile çok yakından bakmış aslında. Evet, L'esquive’i tam olarak bu şekilde özetleyebiliriz. Tamamı neredeyse amatör oyunculardan oluşan filmde bir sınıftaki öğrencilerin aynı zamanda da aynı mahalleyi paylaşmalarından dolayı sürekli birlikte olmaları, birbirlerine aşık olmaları, kavgalarını izlerken bazen de sırf o mahallede yaşadıkları için maruz kaldıkları muameleyi birlikte sırtlayışlarına tanık oluruz.

Krimo adlı gencin sınıf arkadaşı Lydia’ya olan aşkı bir anda ortalığı karıştırır. Bir yandan diğer arkadaşların da dâhil olmasıyla çözülmeye çalışılan, çözülmeye çalışıldıkça daha da karmaşıklaşan bu süreci her an provası yapılan Games of Love and Chance oyunu da eşlik eder. Yalnız ilginç olan şu ki: hikâyeye sürekli eşlik eden Marivaux’un eseri ne kadar ağdalı ve üstense gençlerin birbiriyle ilişkisi o kadar samimi ve sadedir. Bu da filme çatışma kazandıran en önemli etkendir kuşkusuz. Cesar’dan En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve Umut Vaat Eden Aktris (Sara Forestier) ödüllerinin sahibi olan filmin en dehşet verici anları ise Fransa’yı temsil eden polislerin gençlere, adeta suçlu hatta daha da ötesiymiş gibi muamele gösterdikleri sahnede saklı olsa gerek. Kechiche, tüm film boyunca suya sabuna dokunmayıp da tek bir sahnede yine bakış açısını açıkça belli etmiştir.




5) La faute à Voltaire (Kabahat Voltaire’de) – 2000

La faute à Voltaire’de Jallel adlı göçmenin Fransa’da üç aylık oturma izni aldığı süre zarfında başından geçenlere odaklanır. Jallel, kendisi gibi göçmenlerle birlikte bir otelde yaşar ve geçici işlerle hayata tutunmaya çalışır. Fakat bu süreçte karşısına çıkan iki kadın ile olan ilişkisi ise ona hayatı epey zorlu kılar. Fakat yanlış anlaşılmasın, Kechiche, başkarakterimizin karşısına çıkan kadın karakterleri asla eleştirmez. Çocuğundan dolayı son anda evlenmekten vazgeçen Nassera ve ne yazık ki pek bilmediğimiz sebeplerden ötürü psikolojik tedavi görmek zorunda kalan ve hâlâ da aşamadığı sorunları olan Lucie’yi yargılar film. Aksine zorlu bir hayat yaşayan ve bu zorlu hayata bir şekilde göğüs germek zorunda kalan karakterlerdir her biri. Ve diğer karakterler de dâhil olmak üzere hepsi toplumun kaybedenler kısmında, verdikleri mücadele ile karşımıza çıkarlar.

Kechiche’in bu ilk göz ağrısı elbette birçok yönden eksikleri, kusurları olan bir yapım. Lakin bir yönetmenin ilk işi olması açısından bir yandan da oldukça başarılı olduğu inkâr edilemez. Yönetmen, bu ilk filminden çok karakterli, uzun planlı, bol diyaloglu alışkanlıklarının ilk nüvelerini verir. Lakin karakterleri çok derinlemesine çizemediği, senaryo konusunda henüz biraz tutuk olduğunu inkâr edemeyiz. Ayrıca Kechiche, henüz hedef tahtasına oturtacağı kesimi ve ilerde epey sivriltecek dilini yontmaya da pek başlamamıştır. Her şeye rağmen filmografisiyle göz dolduran başarılı bir yönetmenin ilk basamağı ile tanışmak, onu tanımanın en önemli hamlesidir bana kalırsa. İşte tam da bu sebeple es geçilmemeli derim ben.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder