2 Ağustos 2018 Perşembe

Terry Gilliam Sineması



Amerika doğumlu ama İngiltere’ye gönülden bağlı 76 yaşındaki Terry Gilliam, Monty Python adlı İngiliz komedi grubuyla başladığı yolda yine grup üyelerinden Terry Jones ile birlikte çektikleri Monty Python and the Holy Grail ile yönetmenliğe ilk adımını atmış bir isim. İngiltere’nin meşhur Kral Artur hikâyesinin bir parodisi olan bu film, Gilliam evreninin ilk işaretlerini de verir aynı zamanda. 1975’teki bu uzun metrajından bu yana üretmekten asla vazgeçmeyen Gilliam, on iki uzun metraj ile filmografisini büyütmeye devam etmektedir. İngiliz mizahını her zaman daha çok benimsemiş olan Gilliam, filmlerinde de daha çok bu mizahı çalıştırmıştır.

Sinema dünyasının sahip olduğu en hayalperest yönetmen olarak düşündüğüm Gilliam, bu hayal gücünün sınırlarını zorlayan evrenine Lewis Carroll’un ölümsüz eseri Through the Looking-Glass, and What Alice Found There’yinin (Alis Harikalar Diyarında & Aynanın Öte Tarafı) ruhunu da ekler. Sürprizlerle dolu hayal dünyasında soluksuz bir gezintiye çıkan bir kız çocuğunun öyküsü, hayal kurmayı, düşüncelerin sınırsızlığına yolculuk yapmayı seven Gilliam sineması için tam da biçilmiş kaftandır ne de olsa.

Bu hayallerle, rüyalarla dolu filmografinin, aynı zamanda müthiş bir dizaynı da olmasa olmaz değil mi? Gilliam’ın tek tek seçerek yerli yerine koyduğu, her birinin farklı bir anlama geldiği imgeleri, her daim kirli, bozuk, yıkılmış, dökülmüş ya da tarihi, terk edilmiş, unutulmuş mekânları onun evrenini tamamlayan önemli etkenlerdir. Borularla işgal edilmiş, adeta temsil alınmış insanlık, at üstünde karşımıza çıkan şövalyevari düşlerin, rüyaların kahramanı, ortalıkta gezinmekten bıkmayan fareleri ve daha nice takıntısıyla Gilliam, evrenini var eder.


Hayal gücünü görselliğe yansıtmakta usta olan Gilliam, renklerin diline de fazlasıyla önem verir: Renk paletini kullanmaktan asla imtina etmeyen yönetmenimiz, kırmızı, yeşil ve pembe tonlardan vazgeçemez asla. Bu renklerin diline olan dikkatini kamera kullanımıyla daha da etkileyici bir noktaya taşır: Gilliam kamerası öylesine hınzır bir şekilde çalışır ki her hareketiyle bir mesaj verir adeta. Tanrısal bakış açısı ise vazgeçilmezlerindendir.

Zamanlar arası gezintisi, zaman kavramını da muğlâklaştırır ayrıca. Time Bandist’de zamanın birçok dönemine yapılan yolculuklar ve Twelve Monkeys’in geçmiş ile gelecek arasında yapılan yolculukları en belirgin örneklerdir bu konuda. Geçmiş ile geleceği böylesine birbirine karıştıran Gilliam, bu süreçler içerisinde yaşanılan teknolojik değişimlere de parantez açmayı unutmaz. Genelde teknolojik gelişmelerin karşısına kendini konumlandıran yönetmenimiz her daim geçmişin değerlerine, masalların diline, efsanelere, tarihin tozlu sayfalarına kucak açmıştır.

Son olarak bu hayalperest, masallarla yaşayan, geçmişe güçlü bağlarla sımsıkı bağlı, romantik ama aynı zamanda da çılgın, aykırı adam Gilliam’ın başını aksiliklerden de kurtaramadığını ekleyelim isterim. Bu talihsiz yönetmenimiz gerek yapım şirketlerine verdiği mücadelelerle gerekse The Imaginarium of Doctor Parnassus çekimleri sırasında başrol oyuncusu Heath Ledger’in hayatını kaybetmesiyle gerekse de uzun yıllardır çekmeye çalışıp da bir türlü yaşanan aksiliklerden dolayı tamamlayamadığı The Man Who Killed Don Quixote ile nam da salmıştır sinema dünyasına. Ne diyelim, umarım bu talihsiz rüzgarın etkisinden kurtulup, Don Kişot efsanesiyle ve sonrasında çekeceğine inandığım birbirinden harika filmle en yakın zamanda bizleri buluşturur.

1)Brazil (1985)

George Orwell’ın 1984’ünün bir nevi kardeşi sayabileceğimiz Brazil, elbette Gilliam’ın hayal gücüyle çok daha renkli bir hal de almıştır. Yapımcı şirket ile Gilliam arasında yaşanılan sorunlardan dolayı film, tam da Michael Radford’un romandan uyarladığı 1984 filmiyle aynı yıl gösterime girmesi gerekirken bir yıl sonra perde ile buluşabilmiştir. Bu nedenle de çoğu zaman 1984 ile kıyaslanan Brazil, aslında çoğu yönüyle özellikle filmin kahramanı Sam Lowry’nin düşleri noktasında farklılıklar taşır.

Yirminci yüzyıla eleştirel bir bakış niteliğindeki Brazil, yarattığı distopik ortamıyla seyirciyi etkisi altına alır. Eleştirilen sistemin dişlilerinden biri olarak tanıdığımız başkarakter Sam, rüyalarıyla ilk andan bize farklı bir yola evrileceğinin sinyallerini verir. Düşlerinde gördüğü kadına ulaşma hayaliyle sıradan hayatını devam ettiren Sam, gerçek dünyada onu görünce bağlı olduğu çarkı kırarak sisteme karşı bir savaşan konumunda bulur kendini. Düşlerin de bile sistemin bir nevi vücut bulmuş haliyle mücadele eden Sam’in yolu oldukça engebelidir. Başı sonu belli olmayan, devasal borularla adeta hapsedilmiş insanlık, duyarsızlaşmış ve sindirilmiştir. Böylesine baskı altında olan alt sınıfın ve kendinden başka hiçbir şeyi umursamayan, sadece yapmacık bir güzellik algısına teslim olmuş üst sınıfın var olduğu bir dünyada Sam’in çırpınışları tabiri caizse beyhude bir çabadır.

Bir hatadan dolayı hayatların heba olduğu, gerçekten yansıtıldığı gibi bir terörist grubunun yani sisteme kafa tutan ve mücadele yolunu seçen bir yapının olup olmadığı bile belirsiz olan Brazil, tekinsizliğini her anında seyirciye de yansıtır. Lakin her ne kadar Gilliam’ın filmografisinin renk paletinden en az faydalandığı filmi olsa da düş sahneleriyle yine de büyüleyici etkisini yansıtır. Ayrıca kara mizah anlayışı, hayal gücünün sınırlarını zorlayan görüntüleri, Hollywood film endüstrisine inat gerçekte değil de sadece Sam’in kafasında vuku bulan mutlu sonuyla kült mertebesine erişmiş bir film Brazil. Kafkaeks bir sıkışmışlık ve devlet mekanizması temsilini de barındıran bu yapımın elbette her bir sahnesinin kostümlerden, imgelere, kamera kullanımından karakter yaratımına derin analizlere kapı aralayacak sonsuz ganimet olduğuna kimse karşı çıkamaz.




2)Twelve Monkeys (12 Maymun) – 1995

Gilliam’ın kitleler tarafından tanınmasını sağlayan bir diğer filmi Twelve Monkeys’dır. Zira gelmiş geçmiş en başarılı bilim-kurgu filmlerinden biri olan Twelve Monkeys, bu yakaladığı başarıyı asla efektler üzerinden gerçekleştirmeyen ender yapımlardan. Chris Marker’in 1962 yapımı kısa filmi La jetée’den esinlenen film, her ne kadar La jetée ile benzerlikler taşısa da birçok yönden de bambaşkadır. Dünyanın sonu hakkında bugüne kadar yapılmış neredeyse tüm yapımlara hiç efekt kullanmadan çalım atabilen bu filmin diğerlerinden artısı neydi peki?

Gilliam, birçok filminde ustalıkla kotardığı zamanda dolaşma ritüelini yine çok yerinde hayata geçiriyor öncelikle. Sadece iki farklı zamanda değil birçok farklı zamanda adeta mekik dokuyan kahramanımız James Cole’yi (Bruce Willis) takip etmek de olayları mantık süzgecinden geçirmek de bir süre sonra imkansızlaşmaya başlıyor. 2035 yılında bulduğumuz insanlık 1996 yılında yayılan bir virüs nedeniyle türünün yüzde doksan dokuzunu kaybetmiş ve dünyayı terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat tekrar dünyada yaşamanın yollarını araştıran bilim insanları, mahkûmları 1996 yılına göndererek bir şeyler öğrenmeye çalışırlar. Elbette bu mahkûmlardan biri de James’dir. Lakin James’in yanlış zamana gitmesi, sebep ile sonucun birbirine karışması, hangi olayın daha önce ve hangisinin sonucunda olduğunun anlaşılamaması seyirciyi zorlayan etkenlerdendir. Tüm bunlar seyirci olarak bizlerin adeta beyin jimnastiği yapmasını sağlar. Anlamak için resmen saç baş yolduran, açık kapı bırakmayıp köşeye sıkıştıran ve böylelikle muhteşem bir deneyim yaşatan eşsiz bir başyapıt Twelve Monkeys tam da bu sebeplerden dolayı.

Gilliam’ın ustalıkla yarattığı evrenlerden birine ev sahipliği yapan film, Marker ustanın şaheserinden esinlenmesi, akılları baştan alan kurgusu, Brad Pitt ile Bruce Willis gibi oyuncuların varlığı, karakter yaratımının benzersizliği ve elbette işaret ettiği kehanetlerle adını altın harflerle sinema tarihine yazdırır. Hayvanlara yapılan zulüm üzerinden ve dünyanın asıl sahiplerine daha doğrusu dünyaya zarar vermeyen türe de dikkat çekmesiyle benim nezdimde daha da anlamlanan bir yapım ayrıca. Yalnız, Gilliam’ın rengârenk, büyülü evreninin, hayal gücünün sınırlarını zorlayan masalsı atmosferinin sönük kalması açısından da zayıf olduğunu da eklemek gerek.




3)Tideland (Gel-Git Ülkesi) – 2005

Jodelle Ferland’ın muhteşem ötesi oyunculuğuyla hatta bana kalırsa gelmiş geçmiş en başarılı çocuk oyuncu performansıyla daha çok anılan bir film Tideland. Tideland, annesini ve babasını uyuşturucu nedeniyle kaybeden, kural koyucu bir otoritenin, baskının olmadığı gözlerden uzak bir yerde, hayal dünyası sayesinde hayata tutunan Jeliza Rose’un hayatına odaklanıyor. Alis Harikalar Diyarında & Aynanın Öte Tarafı eserine tutkun olan Gilliam, her filmine nüvelerini yerleştirdiği kitabın neredeyse bir modern zaman uyarlamasına imza atıyor bu filmiyle. Elbette Tideland’daki hiçbir şey Alis Harikalar Diyarında’ki kadar renkli, eğlenceli ve büyüleyici değil. Çünkü Gilliam, bu filminde her ne kadar hayal gücünün sınırlarını zorlasa da modern dünyanın tüm lanetini sunmaktan da geri durmamıştır.

Gilliam, karanlık ruh durumunu, zorlu meseleleri ve cesur üslubunu sınırlamadığı filmiyle tüm filmlerini izleyen hayranlarının bile büyük bir kısmı tarafından tepki almıştır. Özellikle ebeveynlerine uyuşturucu hazırlayan, babasına kendi eliyle uyuşturucuyu şırınga eden küçük bir kızın perdedeki varlığı, tabularını aşamayan birçok kişiyi oldukça rahatsız etse de Gilliam’ı anlayan ve filme gönülden bağlanan benim gibi bir kesim de elbette var. Tideland, Gilliam’ın her filminde olduğu gibi derin bir okumayı hak eden, incelikle işlenmiş bir film. Küçük kızın babasının aslında bir nevi onun elinden ölmesi, ölen babasına sarı peruk takmasının annesi ile babasını tek vücutta buluşturması, eskimiş, deforme olmuş üç bebek kafası aracılığıyla hayal dünyasının sınırlarının ne kadar zorlanacağını –aslında o üç karakter de Rose’nin kendisidir- göstermesi inanılmaz deneyimlerdir sinema adına.  Bir de zihinsel engelli Dickens ile hayatta tam bir kaybeden olmuş Dell’in varlıkları filmi daha da ihya etmektedir.

Baş döndüren kamera açıları (özellikle Tanrısal bakış açısı), karakter yaratımındaki başarısı, renklerin diline verdiği önemi ve elbette masal dünyasına olan hâkimiyeti ile Gilliam yine akılları baştan alıyor. Gilliam, öylesine etkili bir hikâye anlatır ki filmin yüzde doksanına ölü haliyle eşlik eden babanın (Jeff Bridges) ceset kokusu adeta buram buram burnumuza gelir. Her daim pis, leş gibi mekânlarında bizleri ağırlayan Gilliam, bu kez işin içine kokuyu da karıştırarak gerçekten çok ileri gitmiştir. Alacağın olsun Gilliam, ne diyim.




4) Fear and Loathing İn Las Vegas  (Vegas’ta Korku ve Nefret) – 1998

Gilliam’ın uyuşturucuyu filmine dâhil ettiği bir diğer filmi Fear and Loathing İn Last Vegas’dır. Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki çantalarında çeşit çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa yapıcı maddeler kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir dünyanın içine girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne hissettirdiklerini bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz.

Bir dergide muhabirlik yapan Duke ve avukatı Dr Gonzo, bir an bile kafalarının normal bir şekilde işlemesine müsaade etmeyeceklerdir.  Bu nedenle Duke, kendisine verilen işi de beceremeyecektir. Oldukça eğlenceli bir şekilde bize sunulan bu iki kafadarın hayatı, yaşam tarzlarıyla da seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Asla hesap ödemeyen, sürekli otellerde kalıp keyif çatan bu ikili bir nevi zenginin parasını yiyip yaşayarak kendilerine Robin Hood’luk yapıyorlar da diyebiliriz. Kırmızının ve pembenin tonlarının her bir çeşidini içerisinde barındıran film, maceralı, koşturmalı, müzikli muhteşem bir görsel şölendir. Üstelik sünger gibi olan beyinlerin etkisini bize yansıtabilmek adına kullanılan farklı mercekler de etkiyi fazlasıyla arttırıyor.

Elbette böyle bir filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı bir şehrin ev sahipliği yapması da tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu kadar artının üzerine bir de Johny Depp ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi mest ediyor. Gilliam’ın iki keş kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey eksik olur, hem de her şey…




5) The Fisher King (Balıkçı Kral) – 1991

İzlediğiniz en güzel deli karakter barındıran film hangisiydi sorusunun yanıtı benim adıma The Fisher King’dir. Zira sokakta yaşayan insanlara, akıl sağlığını yitiren berduş gibi yaşayan kesime yer veren, onların mekânlarına, yaşantılarına, günlük rutinlerine odaklanan bir film karşımızdaki. Lakin mesele bu kadarla da sınırlı değil. Asıl odağına aldığı mevzu ise yapılan hatalar, vicdan azabı, ufacık bir düşüncesizliğin adeta domino taşı etkisiyle ne kadar büyük bir yıkıma sebebiyet vereceği üzerine fazlaca da söz söyleyen bir film aynı zamanda. İşte özellikle bu noktada Gilliam esintilerinden sıyrılan bu filmin, daha ana akım olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Senaryosu Gilliam’a ait olmayan The Fisher King, bir nevi Hollywood yapımcıları tarafından tecavüze uğramıştır. Oysa senaryosu da Gilliam’a ait olan bir The Fisher King, listenin en baş sırasını alabilirdi kim bilir.

Oldukça popüler olan radyo programı sunucusu Jack (Jeff Bridges), sıkı bir takipçisine söylediği sözden dolayı bir katliamın ve bu nedenle uzun süre içinden çıkamayacağı bir bunalımın fitilini ateşler. Takipçi, Jack’in sarf ettiği bir söz üzerine eline geçirdiği silah ile bir mekânda içinde Parry’nin (Robin Williams) karısının da olduğu birçok kişiyi katleder. Bu olaydan sonra Parry, akıl hastanesine, Jack’te bunalıma girer. Ancak Jack ile Parry’nin yollarının kesişmesinden sonra bu iki yaralı birbirini iyileştirir. Bu konu elbette okunduğunda kulağa çok klişe gelebilir. Ama Gilliam evreninin her zamanki fazlasıyla pis, karışık, hayal gücünün sınırlarını zorlayan yapısıyla bambaşka bir seyre dönüşür.

Özellikle Parry’nin gördüğü hayaller filmin en renkli anlarına ev sahipliği yapıyor. Gilliam’ın at üstünde resmettiği hayali canavar, birçok filminde olduğu gibi bu filmde de karşımızda arzı endam ediyor yine. Hatta bu imge filmdeki birçok mekânda (şatonun camları, Çin lokantasının duvarları) yine karşımıza çıkıyor tüm etkileyiciliğiyle. Yönetmenin baştan çıkarıcı renkleri içinde barındıran paletinden çokça kırmızıyı tercih ettiği The Fisher King, kamera açıları, incelikle döşenmiş mekânları, şapka çıkarılacak oyunculuk performansları ve içinde başlı başına bir hayat bulan aşk hikâyesiyle yine biz seyircileri mest etmeyi başarıyor.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder