Amerika doğumlu ama İngiltere’ye gönülden bağlı 76 yaşındaki
Terry Gilliam, Monty Python adlı İngiliz komedi grubuyla başladığı yolda yine
grup üyelerinden Terry Jones ile birlikte çektikleri Monty Python and the Holy
Grail ile yönetmenliğe ilk adımını atmış bir isim. İngiltere’nin meşhur Kral
Artur hikâyesinin bir parodisi olan bu film, Gilliam evreninin ilk işaretlerini
de verir aynı zamanda. 1975’teki bu uzun metrajından bu yana üretmekten asla
vazgeçmeyen Gilliam, on iki uzun metraj ile filmografisini büyütmeye devam
etmektedir. İngiliz mizahını her zaman daha çok benimsemiş olan Gilliam,
filmlerinde de daha çok bu mizahı çalıştırmıştır.
Sinema dünyasının sahip olduğu en hayalperest yönetmen
olarak düşündüğüm Gilliam, bu hayal gücünün sınırlarını zorlayan evrenine Lewis
Carroll’un ölümsüz eseri Through the Looking-Glass, and What Alice Found There’yinin
(Alis Harikalar Diyarında & Aynanın Öte Tarafı) ruhunu da ekler.
Sürprizlerle dolu hayal dünyasında soluksuz bir gezintiye çıkan bir kız
çocuğunun öyküsü, hayal kurmayı, düşüncelerin sınırsızlığına yolculuk yapmayı
seven Gilliam sineması için tam da biçilmiş kaftandır ne de olsa.
Bu hayallerle, rüyalarla dolu filmografinin, aynı zamanda
müthiş bir dizaynı da olmasa olmaz değil mi? Gilliam’ın tek tek seçerek yerli
yerine koyduğu, her birinin farklı bir anlama geldiği imgeleri, her daim kirli,
bozuk, yıkılmış, dökülmüş ya da tarihi, terk edilmiş, unutulmuş mekânları onun
evrenini tamamlayan önemli etkenlerdir. Borularla işgal edilmiş, adeta temsil
alınmış insanlık, at üstünde karşımıza çıkan şövalyevari düşlerin, rüyaların
kahramanı, ortalıkta gezinmekten bıkmayan fareleri ve daha nice takıntısıyla
Gilliam, evrenini var eder.
Hayal gücünü görselliğe yansıtmakta usta olan Gilliam,
renklerin diline de fazlasıyla önem verir: Renk paletini kullanmaktan asla
imtina etmeyen yönetmenimiz, kırmızı, yeşil ve pembe tonlardan vazgeçemez asla.
Bu renklerin diline olan dikkatini kamera kullanımıyla daha da etkileyici bir
noktaya taşır: Gilliam kamerası öylesine hınzır bir şekilde çalışır ki her
hareketiyle bir mesaj verir adeta. Tanrısal bakış açısı ise
vazgeçilmezlerindendir.
Zamanlar arası gezintisi, zaman kavramını da muğlâklaştırır
ayrıca. Time Bandist’de zamanın birçok dönemine yapılan yolculuklar ve Twelve
Monkeys’in geçmiş ile gelecek arasında yapılan yolculukları en belirgin
örneklerdir bu konuda. Geçmiş ile geleceği böylesine birbirine karıştıran
Gilliam, bu süreçler içerisinde yaşanılan teknolojik değişimlere de parantez
açmayı unutmaz. Genelde teknolojik gelişmelerin karşısına kendini konumlandıran
yönetmenimiz her daim geçmişin değerlerine, masalların diline, efsanelere,
tarihin tozlu sayfalarına kucak açmıştır.
Son olarak bu hayalperest, masallarla yaşayan, geçmişe güçlü
bağlarla sımsıkı bağlı, romantik ama aynı zamanda da çılgın, aykırı adam
Gilliam’ın başını aksiliklerden de kurtaramadığını ekleyelim isterim. Bu
talihsiz yönetmenimiz gerek yapım şirketlerine verdiği mücadelelerle gerekse The
Imaginarium of Doctor Parnassus çekimleri sırasında başrol oyuncusu Heath
Ledger’in hayatını kaybetmesiyle gerekse de uzun yıllardır çekmeye çalışıp da
bir türlü yaşanan aksiliklerden dolayı tamamlayamadığı The Man Who Killed Don
Quixote ile nam da salmıştır sinema dünyasına. Ne diyelim, umarım bu talihsiz
rüzgarın etkisinden kurtulup, Don Kişot efsanesiyle ve sonrasında çekeceğine
inandığım birbirinden harika filmle en yakın zamanda bizleri buluşturur.
1)Brazil (1985)
George Orwell’ın 1984’ünün bir nevi kardeşi sayabileceğimiz
Brazil, elbette Gilliam’ın hayal gücüyle çok daha renkli bir hal de almıştır.
Yapımcı şirket ile Gilliam arasında yaşanılan sorunlardan dolayı film, tam da Michael
Radford’un romandan uyarladığı 1984 filmiyle aynı yıl gösterime girmesi
gerekirken bir yıl sonra perde ile buluşabilmiştir. Bu nedenle de çoğu zaman
1984 ile kıyaslanan Brazil, aslında çoğu yönüyle özellikle filmin kahramanı Sam
Lowry’nin düşleri noktasında farklılıklar taşır.
Yirminci yüzyıla eleştirel bir bakış niteliğindeki Brazil,
yarattığı distopik ortamıyla seyirciyi etkisi altına alır. Eleştirilen sistemin
dişlilerinden biri olarak tanıdığımız başkarakter Sam, rüyalarıyla ilk andan
bize farklı bir yola evrileceğinin sinyallerini verir. Düşlerinde gördüğü
kadına ulaşma hayaliyle sıradan hayatını devam ettiren Sam, gerçek dünyada onu
görünce bağlı olduğu çarkı kırarak sisteme karşı bir savaşan konumunda bulur
kendini. Düşlerin de bile sistemin bir nevi vücut bulmuş haliyle mücadele eden
Sam’in yolu oldukça engebelidir. Başı sonu belli olmayan, devasal borularla
adeta hapsedilmiş insanlık, duyarsızlaşmış ve sindirilmiştir. Böylesine baskı
altında olan alt sınıfın ve kendinden başka hiçbir şeyi umursamayan, sadece yapmacık
bir güzellik algısına teslim olmuş üst sınıfın var olduğu bir dünyada Sam’in
çırpınışları tabiri caizse beyhude bir çabadır.
Bir hatadan dolayı hayatların heba olduğu, gerçekten
yansıtıldığı gibi bir terörist grubunun yani sisteme kafa tutan ve mücadele
yolunu seçen bir yapının olup olmadığı bile belirsiz olan Brazil,
tekinsizliğini her anında seyirciye de yansıtır. Lakin her ne kadar Gilliam’ın
filmografisinin renk paletinden en az faydalandığı filmi olsa da düş
sahneleriyle yine de büyüleyici etkisini yansıtır. Ayrıca kara mizah anlayışı,
hayal gücünün sınırlarını zorlayan görüntüleri, Hollywood film endüstrisine
inat gerçekte değil de sadece Sam’in kafasında vuku bulan mutlu sonuyla kült
mertebesine erişmiş bir film Brazil. Kafkaeks bir sıkışmışlık ve devlet
mekanizması temsilini de barındıran bu yapımın elbette her bir sahnesinin
kostümlerden, imgelere, kamera kullanımından karakter yaratımına derin
analizlere kapı aralayacak sonsuz ganimet olduğuna kimse karşı çıkamaz.
2)Twelve Monkeys (12 Maymun) – 1995
Gilliam’ın kitleler tarafından tanınmasını sağlayan bir
diğer filmi Twelve Monkeys’dır. Zira gelmiş geçmiş en başarılı bilim-kurgu
filmlerinden biri olan Twelve Monkeys, bu yakaladığı başarıyı asla efektler
üzerinden gerçekleştirmeyen ender yapımlardan. Chris Marker’in 1962 yapımı kısa
filmi La jetée’den esinlenen film, her ne kadar La jetée ile benzerlikler
taşısa da birçok yönden de bambaşkadır. Dünyanın sonu hakkında bugüne kadar
yapılmış neredeyse tüm yapımlara hiç efekt kullanmadan çalım atabilen bu filmin
diğerlerinden artısı neydi peki?
Gilliam, birçok filminde ustalıkla kotardığı zamanda dolaşma
ritüelini yine çok yerinde hayata geçiriyor öncelikle. Sadece iki farklı
zamanda değil birçok farklı zamanda adeta mekik dokuyan kahramanımız James
Cole’yi (Bruce Willis) takip etmek de olayları mantık süzgecinden geçirmek de
bir süre sonra imkansızlaşmaya başlıyor. 2035 yılında bulduğumuz insanlık 1996
yılında yayılan bir virüs nedeniyle türünün yüzde doksan dokuzunu kaybetmiş ve
dünyayı terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat tekrar dünyada yaşamanın yollarını
araştıran bilim insanları, mahkûmları 1996 yılına göndererek bir şeyler
öğrenmeye çalışırlar. Elbette bu mahkûmlardan biri de James’dir. Lakin James’in
yanlış zamana gitmesi, sebep ile sonucun birbirine karışması, hangi olayın daha
önce ve hangisinin sonucunda olduğunun anlaşılamaması seyirciyi zorlayan
etkenlerdendir. Tüm bunlar seyirci olarak bizlerin adeta beyin jimnastiği
yapmasını sağlar. Anlamak için resmen saç baş yolduran, açık kapı bırakmayıp
köşeye sıkıştıran ve böylelikle muhteşem bir deneyim yaşatan eşsiz bir başyapıt
Twelve Monkeys tam da bu sebeplerden dolayı.
Gilliam’ın ustalıkla yarattığı evrenlerden birine ev
sahipliği yapan film, Marker ustanın şaheserinden esinlenmesi, akılları baştan
alan kurgusu, Brad Pitt ile Bruce Willis gibi oyuncuların varlığı, karakter
yaratımının benzersizliği ve elbette işaret ettiği kehanetlerle adını altın
harflerle sinema tarihine yazdırır. Hayvanlara yapılan zulüm üzerinden ve dünyanın
asıl sahiplerine daha doğrusu dünyaya zarar vermeyen türe de dikkat çekmesiyle
benim nezdimde daha da anlamlanan bir yapım ayrıca. Yalnız, Gilliam’ın
rengârenk, büyülü evreninin, hayal gücünün sınırlarını zorlayan masalsı
atmosferinin sönük kalması açısından da zayıf olduğunu da eklemek gerek.
3)Tideland (Gel-Git Ülkesi) – 2005
Jodelle Ferland’ın muhteşem ötesi oyunculuğuyla hatta bana
kalırsa gelmiş geçmiş en başarılı çocuk oyuncu performansıyla daha çok anılan
bir film Tideland. Tideland, annesini ve babasını uyuşturucu nedeniyle kaybeden,
kural koyucu bir otoritenin, baskının olmadığı gözlerden uzak bir yerde, hayal
dünyası sayesinde hayata tutunan Jeliza Rose’un hayatına odaklanıyor. Alis
Harikalar Diyarında & Aynanın Öte Tarafı eserine tutkun olan Gilliam, her
filmine nüvelerini yerleştirdiği kitabın neredeyse bir modern zaman
uyarlamasına imza atıyor bu filmiyle. Elbette Tideland’daki hiçbir şey Alis
Harikalar Diyarında’ki kadar renkli, eğlenceli ve büyüleyici değil. Çünkü
Gilliam, bu filminde her ne kadar hayal gücünün sınırlarını zorlasa da modern
dünyanın tüm lanetini sunmaktan da geri durmamıştır.
Gilliam, karanlık ruh durumunu, zorlu meseleleri ve cesur
üslubunu sınırlamadığı filmiyle tüm filmlerini izleyen hayranlarının bile büyük
bir kısmı tarafından tepki almıştır. Özellikle ebeveynlerine uyuşturucu
hazırlayan, babasına kendi eliyle uyuşturucuyu şırınga eden küçük bir kızın
perdedeki varlığı, tabularını aşamayan birçok kişiyi oldukça rahatsız etse de
Gilliam’ı anlayan ve filme gönülden bağlanan benim gibi bir kesim de elbette
var. Tideland, Gilliam’ın her filminde olduğu gibi derin bir okumayı hak eden,
incelikle işlenmiş bir film. Küçük kızın babasının aslında bir nevi onun
elinden ölmesi, ölen babasına sarı peruk takmasının annesi ile babasını tek
vücutta buluşturması, eskimiş, deforme olmuş üç bebek kafası aracılığıyla hayal
dünyasının sınırlarının ne kadar zorlanacağını –aslında o üç karakter de Rose’nin
kendisidir- göstermesi inanılmaz deneyimlerdir sinema adına. Bir de zihinsel engelli Dickens ile hayatta
tam bir kaybeden olmuş Dell’in varlıkları filmi daha da ihya etmektedir.
Baş döndüren kamera açıları (özellikle Tanrısal bakış
açısı), karakter yaratımındaki başarısı, renklerin diline verdiği önemi ve
elbette masal dünyasına olan hâkimiyeti ile Gilliam yine akılları baştan
alıyor. Gilliam, öylesine etkili bir hikâye anlatır ki filmin yüzde doksanına
ölü haliyle eşlik eden babanın (Jeff Bridges) ceset kokusu adeta buram buram
burnumuza gelir. Her daim pis, leş gibi mekânlarında bizleri ağırlayan Gilliam,
bu kez işin içine kokuyu da karıştırarak gerçekten çok ileri gitmiştir.
Alacağın olsun Gilliam, ne diyim.
4) Fear and Loathing İn Las Vegas (Vegas’ta Korku ve Nefret) – 1998
Gilliam’ın uyuşturucuyu filmine dâhil ettiği bir diğer filmi
Fear and Loathing İn Last Vegas’dır. Tıpkı bir ilk yardım kutusu havalarındaki
çantalarında çeşit çeşit nevale taşıyan karakterlerimiz sürekli değişik kafa
yapıcı maddeler kullanıyorlar. Bu maddelerden her kullandıklarında nasıl bir
dünyanın içine girdiklerini, etrafı, insanları neye benzettiklerini, ne
hissettirdiklerini bire bir biz de yaşayıp, şahit oluyoruz.
Bir dergide muhabirlik yapan Duke ve avukatı Dr Gonzo, bir
an bile kafalarının normal bir şekilde işlemesine müsaade etmeyeceklerdir. Bu nedenle Duke, kendisine verilen işi de
beceremeyecektir. Oldukça eğlenceli bir şekilde bize sunulan bu iki kafadarın
hayatı, yaşam tarzlarıyla da seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor. Asla hesap
ödemeyen, sürekli otellerde kalıp keyif çatan bu ikili bir nevi zenginin
parasını yiyip yaşayarak kendilerine Robin Hood’luk yapıyorlar da diyebiliriz.
Kırmızının ve pembenin tonlarının her bir çeşidini içerisinde barındıran film, maceralı,
koşturmalı, müzikli muhteşem bir görsel şölendir. Üstelik sünger gibi olan
beyinlerin etkisini bize yansıtabilmek adına kullanılan farklı mercekler de
etkiyi fazlasıyla arttırıyor.
Elbette böyle bir filme Las Vegas gibi ışıklı, jan janlı bir
şehrin ev sahipliği yapması da tesadüf olmasa gerek. Terry Gilliam, bu kadar
artının üzerine bir de Johny Depp ve Benicio Del Toro gibi iki tapılası
oyuncuyu başrole koyarak adeta seyirciyi mest ediyor. Gilliam’ın iki keş
kafanın ruhunu bize daha iyi yansıtabilme adına her şeyi en ince ayrıntısına
kadar düşünülmüş bu filmi izlemeden her şey eksik olur, hem de her şey…
5) The Fisher King (Balıkçı Kral) – 1991
İzlediğiniz en güzel deli karakter barındıran film
hangisiydi sorusunun yanıtı benim adıma The Fisher King’dir. Zira sokakta
yaşayan insanlara, akıl sağlığını yitiren berduş gibi yaşayan kesime yer veren,
onların mekânlarına, yaşantılarına, günlük rutinlerine odaklanan bir film
karşımızdaki. Lakin mesele bu kadarla da sınırlı değil. Asıl odağına aldığı
mevzu ise yapılan hatalar, vicdan azabı, ufacık bir düşüncesizliğin adeta
domino taşı etkisiyle ne kadar büyük bir yıkıma sebebiyet vereceği üzerine fazlaca
da söz söyleyen bir film aynı zamanda. İşte özellikle bu noktada Gilliam
esintilerinden sıyrılan bu filmin, daha ana akım olduğu tartışma götürmez bir
gerçek. Senaryosu Gilliam’a ait olmayan The Fisher King, bir nevi Hollywood
yapımcıları tarafından tecavüze uğramıştır. Oysa senaryosu da Gilliam’a ait
olan bir The Fisher King, listenin en baş sırasını alabilirdi kim bilir.
Oldukça popüler olan radyo programı sunucusu Jack (Jeff
Bridges), sıkı bir takipçisine söylediği sözden dolayı bir katliamın ve bu
nedenle uzun süre içinden çıkamayacağı bir bunalımın fitilini ateşler. Takipçi,
Jack’in sarf ettiği bir söz üzerine eline geçirdiği silah ile bir mekânda
içinde Parry’nin (Robin Williams) karısının da olduğu birçok kişiyi katleder.
Bu olaydan sonra Parry, akıl hastanesine, Jack’te bunalıma girer. Ancak Jack
ile Parry’nin yollarının kesişmesinden sonra bu iki yaralı birbirini iyileştirir.
Bu konu elbette okunduğunda kulağa çok klişe gelebilir. Ama Gilliam evreninin
her zamanki fazlasıyla pis, karışık, hayal gücünün sınırlarını zorlayan
yapısıyla bambaşka bir seyre dönüşür.
Özellikle Parry’nin gördüğü hayaller filmin en renkli
anlarına ev sahipliği yapıyor. Gilliam’ın at üstünde resmettiği hayali canavar,
birçok filminde olduğu gibi bu filmde de karşımızda arzı endam ediyor yine.
Hatta bu imge filmdeki birçok mekânda (şatonun camları, Çin lokantasının
duvarları) yine karşımıza çıkıyor tüm etkileyiciliğiyle. Yönetmenin baştan
çıkarıcı renkleri içinde barındıran paletinden çokça kırmızıyı tercih ettiği
The Fisher King, kamera açıları, incelikle döşenmiş mekânları, şapka
çıkarılacak oyunculuk performansları ve içinde başlı başına bir hayat bulan aşk
hikâyesiyle yine biz seyircileri mest etmeyi başarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder