2 Ağustos 2018 Perşembe

Todd Haynes Sineması



50’li Yıllara Bağlı Bir Yönetmen

Amerikan bağımsız sinemasının son dönemlerdeki en önemli isimlerinden biri olan Todd Haynes, 1978 yılında henüz bir lise öğrencisiyken ilk kısa filmi The Suicide’yi çeken, ardından da iki kısa filme daha hayat verdikten sonra 1991 yılında çok tartışılacak ve bazı kesimler tarafından tepki toplayacak Poison adlı uzun metrajını çeker. Oldukça cesur sahneleriyle ön plana çıkan Poison, Haynes’in LGBTİ sinemasına ilk ayak basışıdır aynı zamanda.

Haynes, özellikle Carol filmiyle yakaladığı başarısıyla adını geniş kitlelere duyurmayı başardı. Fakat Carol filminden önce çektiği diğer beş filmiyle de aslında başarısını çoktan ispatlamış bir isim Todd Haynes. Yeni filmi Wonderstruck’un yakında gösterime girmesiyle filmografisinde film sayısını yediye çıkaracak Haynes, özellikle dönem filmlerine olan merakıyla bilinmekte. 5o’li yıllara karşı ayrı bir zaafı olan yönetmenin bu yılları fazlasıyla özümsediğini inkâr edemeyiz. Poison, Carol ve Far from Heaven’de bu yılları adeta yaşamış biri olarak, hikâyeleri perdeye taşıması kıskanılası bir durum elbette.

Müzik Dünyasına Azımsanmayacak Bir İlgi

Haynes, bu 50’li yıllara olan sevdasını, elbette en çok o dönemin estetik donanımına borçlu. Zira filmlerinde renklerin, estetiğin önemine aşırı hassasiyet gösteren, kostüm konusundaki titizliğini saklamayan Haynes, bunu en iyi 50’lilerin ruhunda başarabileceğine inanmıştır sanırım. Haynes’in 50’li yıllara olan merakından kalır yanı olmayan bir diğer ilgisi ise müzik dünyası olur. Velvet Goldmine ve I’m Not There ile müzik dünyasına, müziğe bir dönem yön veren müzisyenlerin çetrefilli hayatına kapı aralar. Tüm filmlerinin buluşacağı ortak temalardan biri ise eşcinsellik olacaktır. Eşcinsel karakterlerine her filminde yer vermeye özen gösteren hatta bazı filmlerinin esas mevzusu yapan Haynes, LGBTİ sinemasında da önemli bir katkı sağlamıştır.

Oyuncu konusunda ise genelde takıntılı olduğunu gözlemlediğimiz Haynes, Cate Blanchett, Julianne Moore ikilisinden ise asla vazgeçememiştir. Üstelik onlar için yarattığı bambaşka karakterler ile oyunculuklarına önemli katkılar sağlamıştır da. Başarılı oyuncuları, muhteşem karakterlerle buluşturan, Todd Haynes’i ilk filmi hariç filmografisiyle daha yakından tanıyacak olursak:

1) Carol – 2015

Todd Haynes’in geçtiğimiz yılın en çok konuşulan ve övgülere boğulan filmi, Cate Blanchett’in muhteşem oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen Carol karakterine odaklanıyor. Dönem filmlerinde rüştünü çoktan ispatlamış olan Haynes, yine biz seyircileri 1950’lilerin New York’una götürüyor. Yine diyorum çünkü Haynes Far from Heaven’da da 50’li yıllardan bir hikâye ile çıkmıştı karşımıza. Fakat Carol’da yönetmen odaklanmak istediği alanı daha da sınırlandırarak sadece dönemin eşcinselliğe bakış açısı üzerinden yaşanılan aşka odaklanmayı tercih ediyor. Üstelik bu kez karşımızda bir lezbiyen ilişki var. Takdir edersiniz ki 50’lilerin Amerika’sında lezbiyen bir ilişki oldukça tepki alacak bir durumdur başlı başına. İşte Haynes, bu durumu tüm açılarıyla ele almakla kalmıyor bir de bu çetrefilli meseleye, aşkı, evliliği, çocuk sahibi olmanın zorluklarını ve kadının toplumdaki yerini de incelikle işliyor.

Patricia Highsmith’in romanından perdeye uyarlanan filmde Carol’un Amerikan toplum yapısına, kokuşmuş adaletine ve daha bidolu şeye karşı hayatta kalma mücadelesi aynı zamanda âşık olduğu genç fotoğrafçı Therese’sin de (Rooney Mara) büyüme hikâyesidir. Film boyunca bir taraftan Carol’ın hayatıyla ilgili yeni bir dönemece girmesi ve mücadelesi bir taraftan da Therese’nin kendini keşfederek, büyümesine şahit oluruz. Tüm bu süreç boyunca ise Therese, Carol’ı elinden düşürmediği fotoğraf makinesi ile çeker. Böylece daha çok Therese’nin gözünden yaşananlara şahitlik etmiş oluruz.

Carol’un başarısının en önemli etmenlerinden birisi; filmin LGBTİ bireyleri cezalandırmaması, yaşananların sonunu bir facia ile ya da karakterleri cezalandırarak bitirmemesi kuşkusuz. Koca bir flashback’den oluşan filmin bu flashback’ten ayrılan final sahnesi ise asıl özgün yanını ortaya koyuyor filmin. Zira kalabalık içerisinde birbirine ulaşmaya çalışan Carol ile Therese’nin tercih ettikleri yol zorlu ve çetrefillidir fakat onlar bunları aşmak için mücadele etmeye karar vermişlerdir. Estetiğin bir an bile eksik olmadığı filmde, kırmızı ile yeşil kontrastının mükemmelliği gözlerden kaçmaz. Ayrıca kostümlerin gereğinden fazla kusursuz ve gösterişli olmalarının altında da abartıdan beslenen bir ironi olduğunu söylemek gerek. Carol’ın dış görünüşündeki kusursuzluğu aslında birçok şeyin tersten dile getirilmiş halidir. Piyano, klarnet, bas ve arp ile kurgulanan armonilerin, oyunculukların, karakter yaratımının, görselliğin mükemmel bir uyum ile buluştuğu Carol, Haynes daha iyisini yapana kadar onun başyapıtı.




2) Far from Heaven (Cennetten Çok Uzakta) – 2002

Todd Haynes’in 50’lileri anlatmayı çok sevdiğini onun Far from Heaven filmiyle anlarız ilk olarak. Lakin Haynes, 50’lileri anlatırken sanılacağı gibi o dönemin kafa yapısıyla ele almıyor meselelerini. Aksine biçim ve üslup olarak o dönemin sinemasını kullanarak bir nevi o dönemki bakış açısını eleştirmeyi tercih ediyor. Savaştan yeni çıkmış, aileyi, dini kutsayan, farklı olana mesafeli hatta tepkili olan bir toplumda asla kabul görmeyecek iki önemli ayrıntıyı filmine yediriyor Haynes: Eşcinselliğe olan yaklaşım ve ırkçılık filmin çatışmasını yaratan etkenler olarak bulunmakta. Kadın açısından ırkçılığın, erkek açısından eşcinselliğin ne durumda olduğunu irdelemek isteyen Haynes, kadın karakterini odak noktası yaparak aynı zamanda toplumun kadına bakış açısını da hikâyeye eklemiş oluyor.

Neredeyse jeneriğinden başlamak üzere, oyunculuklar da dâhil olmak üzere tam olarak 50’lilerde çekilmiş bir 50’liler filmi izlenimi veren Far from Heaven, tek başına bu hissiyat ile bile başarısını ispatlar. Mutlu bir aile tablosuyla bizi karşılayan filmimizde ilk olarak her şey kusursuzluk iddiasında gibidir. Lakin filmin ilerlemesiyle karakterlerin kostümleri ya da mekânların kusursuzluğunun altından sıyrılan gerçekler, aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını gözler önüne sermekte geç kalmaz. Haynes, film boyunca hem kendisini hem de bizleri kadın karakter Cathy (Julianne Moore) ile özdeşleştirir. Zira eşcinsel olan kocası tarafından aldatılan da bir siyahî ile arkadaşlık ettiği için yargılanan da ve en ağırı ise tüm yaşadıklarını kabullenip, sineye çekmek zorunda kalan da hep kadın olur. Erkeğin eşcinselliğini yaşayamamasının bir sorun olmasının yanında bu durumun ona karısını aldatma hakkını vermediğinin altını çizen Haynes’i bu durumda takdir etmek gerek.

Douglas Sirk’ün’ün All That Heaven Allows filmine saygı duruşunda bulunan hatta filmden çok güçlü referanslar taşıyan Far from Heaven, kostüm ve mekân tasarımında kusursuz bir iş ortaya çıkarıyor. Kırmızı ve yeşil rengin büyüleyici hâkimiyetinde ilerlerken sarı ve mavi tonları da bünyesinde kusursuz bir şekilde taşıyan filmin görüntü anlamında muhteşem olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Tam da Haynes’den beklenilecek bu kusursuzluk, oyunculuklar ile de taçlanırken, günümüzün bile hala dinmeyen sorunu ırkçılık ve homofobik bakışa karşı söylenebilecek en güzel söz oluyor Far from Heaven.




3)Safe (Güvenli) – 1995

Todd Haynes, Safe filmiyle 20.ve devamında 21. Yüzyılın en önemli meselelerinden birine parmak basıyor. Haynes, çevre kirliliği, zararlı gazlar, günlük hayatta kullandığımız ve çevreye zararlı birçok alışkanlığı, aslında neredeyse bağımlısı olduğumuz birçok şeyin hayatımızı nasıl tehdit ettiğini Carol karakteri üzerinden gözler önüne seriyor. Lakin bu şekilde anlatınca sakın sıkıcı, didaktik bir yapım akla gelmesin. Haynes, büyük bir ustalıkla yazdığı senaryosuyla, yaşattığı çaresizlik ve sıkışmışlık hissi bir an bile dinmeyen başarılı bir psikolojik gerilime imza atıyor.

Julianne Moore’un hayat verdiği Carol, üst orta sınıfa mensup bir adam ile evli, tek yaptığı arkadaşlarıyla görüşmek, alışveriş yapıp, evi dekore etmek, kuru temizlemeciye kıyafet götürüp, sonra da onları almak ve en önemlisi bir şeyler hissetmese de kocasına kadınlık görevini (!) yerine getirmek olan bir karakterdir. Alkol hatta kahve bile içmeyen, sürekli pembe kıyafetler içerisinde boy gösteren, kusursuz, ideal bir eş ve birey olarak sunulur Carol bize ilk andan itibaren. Fakat gerçek olmayacak kadar kusursuz olan bu hayat birden bire ivme değiştirir: Carol, çevresindeki her kokuya, her yiyeceğe neredeyse alerjik bir tepki vermeye başlar. Yaşadığımız çağı göz önünde bulundurunca Carol’ın tüm bunlara reaksiyon göstermesi aslında gayet anlaşılabilir bir durumdur. Fakat fiziksel olarak bir problem bulamayan doktorlar başta olmak üzere Carol’ın bu durumuna kimse bir anlam veremez. Çevresindeki herkes onu dışlamaya hatta onu yargılama yoluna gider. Carol da çözümü onun gibi olanlarla bir araya gelmekte bulur. Asıl kırılma da burada yaşanır ama. Carol’ın iyileşmek için gittiği kamp ve burada uygulanan yöntemler de Carol’ı iyileştiremez.

Haynes, Safe ile oldukça seyirciyi çaresiz bırakan bir film tercihi yapmakta. Zira filmde tıpkı Carol gibi çözüm umduğumuz, son çare olarak gördüğümüz oluşumdan da kısa sürede koparıyor bizi Haynes. Aslında ilk andan itibaren yaşadığımız çağın hayatlarımızı nasıl tehdit ettiğini söylerken bu durumu avantaja çevirmeye çalışan oluşumlara olan güveni de zedeliyor. Yaşadığı rahat hayattan koparak, küçük bir bölgeye sığınmak zorunda kalan ve burada da minicik bir odaya kapanan, kısacası sürekli içe doğru bir yolculuğa bizleri sürükleyen Carol’ın sıkışmışlığı ve çaresizliği adeta biz seyircileri de nefessiz bırakıyor. Bu izlenmesi, başa çıkılması zor filmde Moore’nin enfes oyunculuğu, sarı rengin (tehlike) hâkimiyetindeki görüntülerin başarısı ve elbette boğazımızı düğümleyen final sahnesini unutmak mümkün değil.




4) I'm Not There. (Beni Orada Arama) – 2007

Bob Dylan’ın kim olduğunu öğrenmek için bir araştırma yaptığınızda karşınıza ozan, müzisyen, oyuncu, ressam, söz yazarı, barış aktivisti gibi birçok vasfı olan bir adam çıkacaktır. Özellikle ozan kimliğiyle ön plana çıkan Dylan, folk müziğin efsane ismi olmuş, Nobel ödülünü de geçtiğimiz yıl alarak tarihe adını altın harflerle yazdırmış, çok yönlü bir kişiliktir. Peki, böylesine bir ismi perde ile buluşturan Haynes, bu yükün altından nasıl kalkmıştır? Tek bir karaktere sıkıştırmanın mümkün olmayacak olan Dylan’ı, Haynes altı karaktere dağıtmayı tercih eder. Altı başarılı oyuncu tarafından hayat verilen Dylan, hiçbir karakterle de tam olarak benzeşmez. Zaten bu altı karakterin hiçbirinin isminde de Bob Dylan’ın ismine rastlanmaz. Zira I’m Not There, tam bir biyografi değil, Bob Dylan’dan esinlenen bir filmdir sadece.

Heath Ledger, Marcus Carl Franklin, Richard Gere, Christian Bale, Ben Whishaw, Cate Blanchett gibi yıldızlar tarafından perde ile buluşan Dylan ruhu en çok da Blanchett ile buluşan haliyle ilgi çeker. Dylan’ın fiziki olarak tam karşılığına hayat veren Cate Blanchett, öncelikle bir erkeğe hayat veren oyunculuğuyla övgülerin, haklı sahibi olur. Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü de kazanır Blanchett bu efsane rolüyle. Film, Dylan’ın çocukluğu da dâhil olmak üzere farklı yönlerine ve dönemlerine ışık tutarken asla düz bir tarihsel akış izlemediği gibi hikâyeyi bazen henüz Dylan’ın hayatta bile olmadığı tarihsel bir sürece taşıyabilmektedir.

Dylan’ın eşsiz parçalarının filmin her bir anına nüfus ettiği I’m Not There, özellikle Dylan sevenler, onun parçalarına gönül vermiş olanlar için muhteşem bir deneyim. Filmdeki karakterlin aslında filmde de dinleme şansı bulduğumuz parçalardan yola çıkılarak yaratıldığı göz önünde bulundurulursa bu durum daha da geçerli olur. Ne yalan söyleyeyim Dylan külliyatına çok hâkim olmayanları bile derinden etkilemiş bu filmin, hayranlarına ne ifade edeceğini düşünmek bile güç.




5) Velvet Goldmine – 1998

Haynes’in sanat dünyasının parlayan yıldızlarından David Bowie’in hayatına odaklanan Velvet Goldmine, adını Bowie’nin bir şarkısından alıyor. Bowie, henüz aramızdan ayrılmamışken çekilen bu kurmaca film, tıpkı I’m Not There gibi tam olarak bir biyografi değil. Zira 70’li yılların özgürlükçü ortamında müziklerini icra eden birçok müzisyen, kısa da olsa Velvet Goldmine’de kendine yer bulmakta. David Bowie’nin yanı sıra Kurt Cobain’den tut da Brian Molko, Iggy Pop gibi karakterlerin iç dünyalarını daha yakından anlayabileceğimiz Velvet Goldmine, sex, uyuşturucu ve rock’n roll kültürüne büyükçe bir kapı aralıyor.

Etkileyici bir glam rock hikâyesi olan filmde David Bowie’den yola çıkılarak yaratılan Brian Slade (Jonathan Rhys Meyers) karakteri, perdede adeta seyirciyi tüm hayatıyla kendine bağlıyor. Elbette bu bağlanma kelimesini özdeşleşme olarak algılamamak gerek. Zira çalkantılı hayatı ve sınırları zorlayan yaşantıları ile birçok seyircinin asla katharsis kuramayacağı bir karakter var karşımızda ya da tam tersi.  Tüm bu süreç, geçmişte rock’n oll bir hayat yaşamış ve her zaman Brian Slade’nin gizli bir hayranı olmuş, şimdi ise gazeteci olan Arthur Stuart’a  (Christian Bale) Slade’nin sahnedeki sahte ölümünün onuncu yılı nedeniyle özel bir haber yapma görevinin verilmesiyle başlar. Böylece Arthur’un, hem on yıl önceki süreci tekrar hatırlaması sonucu kişisel bir hafıza sineması havası hem de o dönemdeki kişilerle konuşması ile bir nevi belgeselvari bir hava yakalanır.

Haynes’in ustalığını yine konuşturarak, kostüm tasarımı, renklerin dile gelmesi ve görüntülerin enfesliği hakkında denilecek söz bırakmadığı filmi, oyuncuların başarısıyla da göz doldurmakta. İzlendikten sonra soundtrack’i alma isteğiyle dolacağınız, müzik dünyasına yapılan birkaç saatlik bu misafirlik, emin olun herkesi memnun edecektir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder