50’li Yıllara Bağlı Bir Yönetmen
Amerikan bağımsız sinemasının son dönemlerdeki en önemli
isimlerinden biri olan Todd Haynes, 1978 yılında henüz bir lise öğrencisiyken
ilk kısa filmi The Suicide’yi çeken, ardından da iki kısa filme daha hayat
verdikten sonra 1991 yılında çok tartışılacak ve bazı kesimler tarafından tepki
toplayacak Poison adlı uzun metrajını çeker. Oldukça cesur sahneleriyle ön
plana çıkan Poison, Haynes’in LGBTİ sinemasına ilk ayak basışıdır aynı zamanda.
Haynes, özellikle Carol filmiyle yakaladığı başarısıyla
adını geniş kitlelere duyurmayı başardı. Fakat Carol filminden önce çektiği
diğer beş filmiyle de aslında başarısını çoktan ispatlamış bir isim Todd
Haynes. Yeni filmi Wonderstruck’un yakında gösterime girmesiyle filmografisinde
film sayısını yediye çıkaracak Haynes, özellikle dönem filmlerine olan
merakıyla bilinmekte. 5o’li yıllara karşı ayrı bir zaafı olan yönetmenin bu
yılları fazlasıyla özümsediğini inkâr edemeyiz. Poison, Carol ve Far from
Heaven’de bu yılları adeta yaşamış biri olarak, hikâyeleri perdeye taşıması
kıskanılası bir durum elbette.
Müzik Dünyasına Azımsanmayacak Bir İlgi
Haynes, bu 50’li yıllara olan sevdasını, elbette en çok o
dönemin estetik donanımına borçlu. Zira filmlerinde renklerin, estetiğin
önemine aşırı hassasiyet gösteren, kostüm konusundaki titizliğini saklamayan
Haynes, bunu en iyi 50’lilerin ruhunda başarabileceğine inanmıştır sanırım.
Haynes’in 50’li yıllara olan merakından kalır yanı olmayan bir diğer ilgisi ise
müzik dünyası olur. Velvet Goldmine ve I’m Not There ile müzik dünyasına,
müziğe bir dönem yön veren müzisyenlerin çetrefilli hayatına kapı aralar. Tüm
filmlerinin buluşacağı ortak temalardan biri ise eşcinsellik olacaktır.
Eşcinsel karakterlerine her filminde yer vermeye özen gösteren hatta bazı
filmlerinin esas mevzusu yapan Haynes, LGBTİ sinemasında da önemli bir katkı
sağlamıştır.
Oyuncu konusunda ise genelde takıntılı olduğunu
gözlemlediğimiz Haynes, Cate Blanchett, Julianne Moore ikilisinden ise asla
vazgeçememiştir. Üstelik onlar için yarattığı bambaşka karakterler ile
oyunculuklarına önemli katkılar sağlamıştır da. Başarılı oyuncuları, muhteşem
karakterlerle buluşturan, Todd Haynes’i ilk filmi hariç filmografisiyle daha
yakından tanıyacak olursak:
1) Carol – 2015
Todd Haynes’in geçtiğimiz yılın en çok konuşulan ve övgülere
boğulan filmi, Cate Blanchett’in muhteşem oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen
Carol karakterine odaklanıyor. Dönem filmlerinde rüştünü çoktan ispatlamış olan
Haynes, yine biz seyircileri 1950’lilerin New York’una götürüyor. Yine diyorum
çünkü Haynes Far from Heaven’da da 50’li yıllardan bir hikâye ile çıkmıştı
karşımıza. Fakat Carol’da yönetmen odaklanmak istediği alanı daha da
sınırlandırarak sadece dönemin eşcinselliğe bakış açısı üzerinden yaşanılan
aşka odaklanmayı tercih ediyor. Üstelik bu kez karşımızda bir lezbiyen ilişki
var. Takdir edersiniz ki 50’lilerin Amerika’sında lezbiyen bir ilişki oldukça
tepki alacak bir durumdur başlı başına. İşte Haynes, bu durumu tüm açılarıyla
ele almakla kalmıyor bir de bu çetrefilli meseleye, aşkı, evliliği, çocuk
sahibi olmanın zorluklarını ve kadının toplumdaki yerini de incelikle işliyor.
Patricia Highsmith’in romanından perdeye uyarlanan filmde Carol’un
Amerikan toplum yapısına, kokuşmuş adaletine ve daha bidolu şeye karşı hayatta
kalma mücadelesi aynı zamanda âşık olduğu genç fotoğrafçı Therese’sin de (Rooney
Mara) büyüme hikâyesidir. Film boyunca bir taraftan Carol’ın hayatıyla ilgili
yeni bir dönemece girmesi ve mücadelesi bir taraftan da Therese’nin kendini
keşfederek, büyümesine şahit oluruz. Tüm bu süreç boyunca ise Therese, Carol’ı
elinden düşürmediği fotoğraf makinesi ile çeker. Böylece daha çok Therese’nin
gözünden yaşananlara şahitlik etmiş oluruz.
Carol’un başarısının en önemli etmenlerinden birisi; filmin
LGBTİ bireyleri cezalandırmaması, yaşananların sonunu bir facia ile ya da
karakterleri cezalandırarak bitirmemesi kuşkusuz. Koca bir flashback’den oluşan
filmin bu flashback’ten ayrılan final sahnesi ise asıl özgün yanını ortaya
koyuyor filmin. Zira kalabalık içerisinde birbirine ulaşmaya çalışan Carol ile
Therese’nin tercih ettikleri yol zorlu ve çetrefillidir fakat onlar bunları
aşmak için mücadele etmeye karar vermişlerdir. Estetiğin bir an bile eksik
olmadığı filmde, kırmızı ile yeşil kontrastının mükemmelliği gözlerden kaçmaz.
Ayrıca kostümlerin gereğinden fazla kusursuz ve gösterişli olmalarının altında
da abartıdan beslenen bir ironi olduğunu söylemek gerek. Carol’ın dış
görünüşündeki kusursuzluğu aslında birçok şeyin tersten dile getirilmiş
halidir. Piyano, klarnet, bas ve arp ile kurgulanan armonilerin,
oyunculukların, karakter yaratımının, görselliğin mükemmel bir uyum ile
buluştuğu Carol, Haynes daha iyisini yapana kadar onun başyapıtı.
2) Far from Heaven (Cennetten Çok Uzakta) – 2002
Todd Haynes’in 50’lileri anlatmayı çok sevdiğini onun Far
from Heaven filmiyle anlarız ilk olarak. Lakin Haynes, 50’lileri anlatırken
sanılacağı gibi o dönemin kafa yapısıyla ele almıyor meselelerini. Aksine biçim
ve üslup olarak o dönemin sinemasını kullanarak bir nevi o dönemki bakış
açısını eleştirmeyi tercih ediyor. Savaştan yeni çıkmış, aileyi, dini kutsayan,
farklı olana mesafeli hatta tepkili olan bir toplumda asla kabul görmeyecek iki
önemli ayrıntıyı filmine yediriyor Haynes: Eşcinselliğe olan yaklaşım ve
ırkçılık filmin çatışmasını yaratan etkenler olarak bulunmakta. Kadın açısından
ırkçılığın, erkek açısından eşcinselliğin ne durumda olduğunu irdelemek isteyen
Haynes, kadın karakterini odak noktası yaparak aynı zamanda toplumun kadına
bakış açısını da hikâyeye eklemiş oluyor.
Neredeyse jeneriğinden başlamak üzere, oyunculuklar da dâhil
olmak üzere tam olarak 50’lilerde çekilmiş bir 50’liler filmi izlenimi veren
Far from Heaven, tek başına bu hissiyat ile bile başarısını ispatlar. Mutlu bir
aile tablosuyla bizi karşılayan filmimizde ilk olarak her şey kusursuzluk
iddiasında gibidir. Lakin filmin ilerlemesiyle karakterlerin kostümleri ya da
mekânların kusursuzluğunun altından sıyrılan gerçekler, aslında hiçbir şeyin
göründüğü gibi olmadığını gözler önüne sermekte geç kalmaz. Haynes, film
boyunca hem kendisini hem de bizleri kadın karakter Cathy (Julianne Moore) ile
özdeşleştirir. Zira eşcinsel olan kocası tarafından aldatılan da bir siyahî ile
arkadaşlık ettiği için yargılanan da ve en ağırı ise tüm yaşadıklarını
kabullenip, sineye çekmek zorunda kalan da hep kadın olur. Erkeğin
eşcinselliğini yaşayamamasının bir sorun olmasının yanında bu durumun ona
karısını aldatma hakkını vermediğinin altını çizen Haynes’i bu durumda takdir
etmek gerek.
Douglas Sirk’ün’ün All That Heaven Allows filmine saygı
duruşunda bulunan hatta filmden çok güçlü referanslar taşıyan Far from Heaven,
kostüm ve mekân tasarımında kusursuz bir iş ortaya çıkarıyor. Kırmızı ve yeşil
rengin büyüleyici hâkimiyetinde ilerlerken sarı ve mavi tonları da bünyesinde
kusursuz bir şekilde taşıyan filmin görüntü anlamında muhteşem olduğunu
söylemeye gerek yok sanırım. Tam da Haynes’den beklenilecek bu kusursuzluk,
oyunculuklar ile de taçlanırken, günümüzün bile hala dinmeyen sorunu ırkçılık
ve homofobik bakışa karşı söylenebilecek en güzel söz oluyor Far from Heaven.
3)Safe (Güvenli) – 1995
Todd Haynes, Safe filmiyle 20.ve devamında 21. Yüzyılın en
önemli meselelerinden birine parmak basıyor. Haynes, çevre kirliliği, zararlı
gazlar, günlük hayatta kullandığımız ve çevreye zararlı birçok alışkanlığı,
aslında neredeyse bağımlısı olduğumuz birçok şeyin hayatımızı nasıl tehdit
ettiğini Carol karakteri üzerinden gözler önüne seriyor. Lakin bu şekilde
anlatınca sakın sıkıcı, didaktik bir yapım akla gelmesin. Haynes, büyük bir
ustalıkla yazdığı senaryosuyla, yaşattığı çaresizlik ve sıkışmışlık hissi bir
an bile dinmeyen başarılı bir psikolojik gerilime imza atıyor.
Julianne Moore’un hayat verdiği Carol, üst orta sınıfa
mensup bir adam ile evli, tek yaptığı arkadaşlarıyla görüşmek, alışveriş yapıp,
evi dekore etmek, kuru temizlemeciye kıyafet götürüp, sonra da onları almak ve
en önemlisi bir şeyler hissetmese de kocasına kadınlık görevini (!) yerine
getirmek olan bir karakterdir. Alkol hatta kahve bile içmeyen, sürekli pembe
kıyafetler içerisinde boy gösteren, kusursuz, ideal bir eş ve birey olarak
sunulur Carol bize ilk andan itibaren. Fakat gerçek olmayacak kadar kusursuz
olan bu hayat birden bire ivme değiştirir: Carol, çevresindeki her kokuya, her
yiyeceğe neredeyse alerjik bir tepki vermeye başlar. Yaşadığımız çağı göz
önünde bulundurunca Carol’ın tüm bunlara reaksiyon göstermesi aslında gayet
anlaşılabilir bir durumdur. Fakat fiziksel olarak bir problem bulamayan
doktorlar başta olmak üzere Carol’ın bu durumuna kimse bir anlam veremez.
Çevresindeki herkes onu dışlamaya hatta onu yargılama yoluna gider. Carol da
çözümü onun gibi olanlarla bir araya gelmekte bulur. Asıl kırılma da burada
yaşanır ama. Carol’ın iyileşmek için gittiği kamp ve burada uygulanan yöntemler
de Carol’ı iyileştiremez.
Haynes, Safe ile oldukça seyirciyi çaresiz bırakan bir film
tercihi yapmakta. Zira filmde tıpkı Carol gibi çözüm umduğumuz, son çare olarak
gördüğümüz oluşumdan da kısa sürede koparıyor bizi Haynes. Aslında ilk andan
itibaren yaşadığımız çağın hayatlarımızı nasıl tehdit ettiğini söylerken bu
durumu avantaja çevirmeye çalışan oluşumlara olan güveni de zedeliyor. Yaşadığı
rahat hayattan koparak, küçük bir bölgeye sığınmak zorunda kalan ve burada da
minicik bir odaya kapanan, kısacası sürekli içe doğru bir yolculuğa bizleri
sürükleyen Carol’ın sıkışmışlığı ve çaresizliği adeta biz seyircileri de
nefessiz bırakıyor. Bu izlenmesi, başa çıkılması zor filmde Moore’nin enfes
oyunculuğu, sarı rengin (tehlike) hâkimiyetindeki görüntülerin başarısı ve
elbette boğazımızı düğümleyen final sahnesini unutmak mümkün değil.
4) I'm Not There. (Beni Orada Arama) – 2007
Bob Dylan’ın kim olduğunu öğrenmek için bir araştırma
yaptığınızda karşınıza ozan, müzisyen, oyuncu, ressam, söz yazarı, barış
aktivisti gibi birçok vasfı olan bir adam çıkacaktır. Özellikle ozan kimliğiyle
ön plana çıkan Dylan, folk müziğin efsane ismi olmuş, Nobel ödülünü de geçtiğimiz
yıl alarak tarihe adını altın harflerle yazdırmış, çok yönlü bir kişiliktir.
Peki, böylesine bir ismi perde ile buluşturan Haynes, bu yükün altından nasıl
kalkmıştır? Tek bir karaktere sıkıştırmanın mümkün olmayacak olan Dylan’ı,
Haynes altı karaktere dağıtmayı tercih eder. Altı başarılı oyuncu tarafından
hayat verilen Dylan, hiçbir karakterle de tam olarak benzeşmez. Zaten bu altı
karakterin hiçbirinin isminde de Bob Dylan’ın ismine rastlanmaz. Zira I’m Not
There, tam bir biyografi değil, Bob Dylan’dan esinlenen bir filmdir sadece.
Heath Ledger, Marcus Carl Franklin, Richard Gere, Christian
Bale, Ben Whishaw, Cate Blanchett gibi yıldızlar tarafından perde ile buluşan
Dylan ruhu en çok da Blanchett ile buluşan haliyle ilgi çeker. Dylan’ın fiziki
olarak tam karşılığına hayat veren Cate Blanchett, öncelikle bir erkeğe hayat
veren oyunculuğuyla övgülerin, haklı sahibi olur. Venedik Film Festivali’nde en
iyi kadın oyuncu ödülünü de kazanır Blanchett bu efsane rolüyle. Film, Dylan’ın
çocukluğu da dâhil olmak üzere farklı yönlerine ve dönemlerine ışık tutarken
asla düz bir tarihsel akış izlemediği gibi hikâyeyi bazen henüz Dylan’ın
hayatta bile olmadığı tarihsel bir sürece taşıyabilmektedir.
Dylan’ın eşsiz parçalarının filmin her bir anına nüfus
ettiği I’m Not There, özellikle Dylan sevenler, onun parçalarına gönül vermiş
olanlar için muhteşem bir deneyim. Filmdeki karakterlin aslında filmde de
dinleme şansı bulduğumuz parçalardan yola çıkılarak yaratıldığı göz önünde
bulundurulursa bu durum daha da geçerli olur. Ne yalan söyleyeyim Dylan
külliyatına çok hâkim olmayanları bile derinden etkilemiş bu filmin,
hayranlarına ne ifade edeceğini düşünmek bile güç.
5) Velvet Goldmine – 1998
Haynes’in sanat dünyasının parlayan yıldızlarından David
Bowie’in hayatına odaklanan Velvet Goldmine, adını Bowie’nin bir şarkısından
alıyor. Bowie, henüz aramızdan ayrılmamışken çekilen bu kurmaca film, tıpkı I’m
Not There gibi tam olarak bir biyografi değil. Zira 70’li yılların özgürlükçü
ortamında müziklerini icra eden birçok müzisyen, kısa da olsa Velvet
Goldmine’de kendine yer bulmakta. David Bowie’nin yanı sıra Kurt Cobain’den tut
da Brian Molko, Iggy Pop gibi karakterlerin iç dünyalarını daha yakından
anlayabileceğimiz Velvet Goldmine, sex, uyuşturucu ve rock’n roll kültürüne
büyükçe bir kapı aralıyor.
Etkileyici bir glam rock hikâyesi olan filmde David Bowie’den yola
çıkılarak yaratılan Brian Slade (Jonathan Rhys Meyers) karakteri, perdede adeta
seyirciyi tüm hayatıyla kendine bağlıyor. Elbette bu bağlanma kelimesini
özdeşleşme olarak algılamamak gerek. Zira çalkantılı hayatı ve sınırları
zorlayan yaşantıları ile birçok seyircinin asla katharsis kuramayacağı bir
karakter var karşımızda ya da tam tersi.
Tüm bu süreç, geçmişte rock’n oll bir hayat yaşamış ve her zaman Brian
Slade’nin gizli bir hayranı olmuş, şimdi ise gazeteci olan Arthur Stuart’a (Christian Bale) Slade’nin sahnedeki sahte
ölümünün onuncu yılı nedeniyle özel bir haber yapma görevinin verilmesiyle
başlar. Böylece Arthur’un, hem on yıl önceki süreci tekrar hatırlaması sonucu
kişisel bir hafıza sineması havası hem de o dönemdeki kişilerle konuşması ile
bir nevi belgeselvari bir hava yakalanır.
Haynes’in ustalığını yine konuşturarak, kostüm tasarımı, renklerin
dile gelmesi ve görüntülerin enfesliği hakkında denilecek söz bırakmadığı
filmi, oyuncuların başarısıyla da göz doldurmakta. İzlendikten sonra soundtrack’i
alma isteğiyle dolacağınız, müzik dünyasına yapılan birkaç saatlik bu
misafirlik, emin olun herkesi memnun edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder