Polonya Yeni Dalga sinemasının en önemli yönetmenlerinden
olan Holland, 1971 yılında Prag Film Okulu’ndan mezun olup Krzysztof
Zanussi’nin 1973 tarihli filmi Illuminacja’da yönetmen asistanı olarak
çalışmıştır. Zanussi’yi hocası olarak gören Holland, ülkesinin birçok değerli
yönetmeninden de nüveler taşır elbette. Polonyalı olmasından, İkinci Dünya
Savaşı’nın ceremesini en çok çeken, zulme, katliama maruz kalan bir yerden gelmesinden
dolayı olacak ki sinemasının yapıtaşlarını hep savaş dönemine ve Nazi
soykırımına göre düzenlemiştir. Son filmi olan hayvanlara yapılan katliamı
gözler önüne seren Pokot’da bile Holokost mevzusuna değinmeden edemez Holland.
Yine Polonyalı olmasından da kaynaklı olsa gerek Stalin’e de
Hitler’e de aynı mesafede olan yönetmenimiz, her iki tarafında zulmüne ayna
tutmuş, halkının yaşadıklarına odaklanmayı adeta bir görev bilmiştir.
Holland’ın fazlasıyla samimi olduğunun en büyük kanıtlarından birisi ise son
filmi Pokot olur bana kalırsa. Zira hayvan ya da insan olsun bir türün bir türe
ya da bir ırkın diğer ırka yaptığı soykırım affedilemez asla diye düşündüğünü
ispatlar Holland Pokot ile. Sadece insanın yaşam hakkı üzerinden mücadele
etmenin sığlığına kapılmayan yönetmenimiz ben ve benim gibi hayvan hakları
aktivistlerini de kendine hayran bırakmıştır.
Bu önemli, çoğu kişinin kaçındığı büyük meselelere el atan
Holland, hikâye anlatmakta ustalığını da ilk günden kanıtlayanlardan. Dünyanın
en büyük en hassas mevzularını anlatmak isteyen birinin senaryo konusunda usta
olması gerektiğini bilip de ona göre davranan Holland, sınavın en zorlu
kısmından tam puan almayı kesinlikle hak eder. Bunun yanında gerçek
hikâyelerden yararlanması, var olmuş gerçek karakterleri belki de aslından da
daha derinlemesine işleyen Holland, görüntü yönetimindeki kusursuzluğu,
seyirciyi röntgenci durumuna düşüren açıları ve daha birçok meziyeti ile
Holland Polonya ve dünya sineması için büyük bir kazanç.
1) In Darkness (Karanlıkta Kalanlar) - 2011
1943 yılında Lviv’de geçen film, bugüne kadar çekilmiş tüm
Holokost filmleri arasından birçok yönden sıyrılan hatta bana kalırsa en iyi üç
arasında yer bulacak bir yapım. Zira birçok Holokost filminde izlediğimiz gibi
bir toplama kampına, ölüme, vahşete bizleri pek de tanık etmeden savaşın ve
elbette soykırımın nasıl büyük bir acımasızlık olduğunu gözler önüne sermekte
oldukça usta. Geçen yıllarda izlediğimiz Saul Fia’da da tek bir kişinin
gömülmesi uğruna yapılan mücadeleyi izlediğimiz gibi In Darkness’da da küçük
bir grubun hayatta kalma mücadelesi var. Fakat bu küçük grubun mücadelesi ve
onlara yardım eden Sosha adlı karakterin bir nevi dönüşümü çok daha etkileyici
bir yapı çıkarmakta ortaya.
Filmin çok büyük bir kısmının yeraltında daha doğrusu
kanalizasyonda geçmesi anlatılanların acısına uyum sağlayacak kadar kasvetli
bir atmosfer yaratırken neredeyse siyah-beyazı andıran renksiz görüntüsü de
azımsanmayacak bir detay. Fakat Holland, koca derya da minik bir damla kadar da
olsa bir umut vardır demekte; renksiz tuvaline serpiştirdiği pastel renk
detaylarıyla. Özellikle koca tuvalinde kendine yer bulan minik kırmızı detaylar
genelde hep acılı yüzünü gösteren hayatın minik sürprizlerini andırır. Ve tüm
bu incelikli detayların yanında hafiften içeriye süzülen ışık huzmelerinin,
havada uçuşan ve adeta peri tozunu andıran toz zerreciklerinin varlığı
seyirciyi tanık ettiği hikâyenin içine süzülen şahane detaylar olur.
Görüntü yönetimi, ustalık yaratılan metaforlar
(kanalizasyonda doğan çocuğun İsa tasviri), yukarıdaki hayat ile aşağıdaki
hayatın etkili bir kıyasını yapabilmek adına başarıyla kotarılan entelektüel
kurgunun etkisi, güçlü karakter yaratımı, hayran olunası oyunculuklar ve daha
niceleri… Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan In Darkness,
benzeri bir daha yapılamayacak kadar özel olanlardan hiç kuşkusuz.
2) Europa Europa (Avrupa Avrupa) – 1990
Holland yine In Darkness’da olduğu gibi gerçekten yaşanmış
bir hikâyeye dayanan Holokost filmi ile çıkıyor karşımıza. Fakat bu kez tamamen
tek bir karakterin yaşam mücadelesine ortak ediyor bizleri. Filmin başından
sonuna kadar tek bir karakter ile bizleri hemhal eden Holland, bu filmiyle
açıkçası The Pianist ile çok fazla ortak noktada buluşmaktalar. Zira Polanski
ustanın çektiği The Pianist’te de tıpkı Europa Europa’da olduğu gibi
soykırımdan kaçmaya çalışırken bana kalırsa insanlığından, değerlerinden
vazgeçen karakterlerle bizleri tanıştırır. Lakin gerçekten var olmuş bir
karakter olan Solomon özdeşlik kurma konusunda benim açımdan çok daha imkânsız
bir karakter. Hatta hiç kuşku duymadan bir anti-kahraman olduğunu bile
söyleyebilirim. Zira hayatta kalabilmek adına tüm benliğinden vazgeçip,
katledilen insanları düşünmeden hayatına devam edip bir de zevk ve sefaya düşmesi
fazlasıyla sinir bozucu.
Tabii peşine takıldığımız karakter ile ne kadar özdeşlik
kuramasak da Holland’ın hikâye anlatmaktaki kusursuzluğu, kamera kullanımının
hikâye anlatımına olan büyük katkısı, geniş açı kadrajların ihtişamı, birçok
noktada biz seyircileri röntgenci yerine koyan açıları büyüleyici elbette. Ama
filmdeki en kusursuz tercih kameranın verdiği görüntüler ile dile getirilenlerin
tam bir zıtlık içermesi: Holland, bu tercihi ile eleştiri oklarını yönlendirmek
istediği hedefini çok daha açık belli etmiş oluyor. Bir de tüm bu ustalıklı
tercihlerinin yanında Holland’ın sağlı sollu İkinci Dünya Savaşı dönemindeki
tüm dünya liderlerine veryansın etmesi de cabası.
3)Pokot (İz) – 2017
Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un Prowadz swoj plug przez koscı
umarlych (Ölülerin Kemikleri Üzerinde Gezinenler) adlı eserinden senaryolaştırılan
film, Polonya’nın doğanın kucağında yer alan bir sınır şehrinde geçen hayli
tekinsiz, sert bir kara film aslında. Zira filmin tanıtımlarında Polonya’nın
Fargosu denilmesi boşa değil. Filmin geçtiği yerler adeta Coen kardeşlerin
başyapıtı Fargo’daki gibi adaletin ulaşamayacağı kadar uzak, karlı ve
tekinsizlik hissi veren topraklarda geçmekte. Ulaşılabilen organlar da çoktan
ırzına geçilmiş ya da zaten hiçbir zaman adaleti, dürüstlüğü içselleştirememiş
halde: Belediye başkanından, Kilise’ye kadar tüm organlar hayvanları avlayarak
katleden güruhun içinde yer alır.
Tek başına hayvan katliamına karşı dur demeye çalışan adeta bir Don Kişot misali yılmadan, savaşına devam eden Janina Duszejko ile bizleri tanıştıran Pokot, muhteşem bir gerilim sunuyor aynı zamanda bizlere. Kahramanımız Janina, kapitalist düzenin tüm getirilerini reddetmiş, doğada yaşayan, feminist duruşuyla takdire şayan ve en önemlisi de hayvan dostu bir vegan olmasıyla kendine hayran bırakıyor. Böylesi bir karakterin peşine takılmamak, yaptıklarına ve inandıklarına sahip çıkmamak bana kalırsa imkânsız. Üstelik savaş verdiği hayvan ve doğa düşmanlarının tek tek cezalarını bulması da Janina’nın böylelikle ona inanan seyircinin doğru yolda olduğunun ispatı değil de nedir?
4) Bittere Ernte – 1985
Holland ve yine İkinci Dünya Savaşı… Holland, bu kez Nazi
şerrinden kurtulup hayatta kalmaya çalışan karakteri değil de onu saklayan
karakterin peşine takıyor bizleri. Lakin Nazilerden kaçarak arazisine sığınan
Yahudi kadını evinde saklayan karakterimiz Leon, tam anlamıyla bir
anti-kahraman. Leon, İkinci Dünya Savaşı sürecinde insanlığını yitirip köşeye
sıkışan, hayatta kalmak için çıkar yol arayan Yahudilerden nemalanarak yolunu
bulan parazitlerden biri. Üstelik Rosa adlı Yahudi kadını bulduktan sonra
sadece maddi anlamda yaptığı sömürü beden ve ruh üzerinden de ilerlemeye
başlar.
Bırak özdeşlik kurmayı adeta kendisinden nefret etmemize
neden olan Leon, aslında fazlasıyla yalnız bir karakter olduğu için az da olsa
yanında yer almamızı sağlayabilirdi. Fakat Roza’ya söylediği yalanlar, onu
köleleştirmesi ve önüne daha iyi bir talip çıkınca arkasını dönmesi affedilir gibi
değildir. Rosa’nın ise hem bu sömürü karşısında çaresiz kalması hem de bu yükün
altındayken bile soydaşlarını kurtarmak adına her şeyini feda edebilmesi biz
seyircileri derinden etkiler.
Holland’ın bir arazi içerisindeki bir ev ve evin içerisinde
yaşanılanlar üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın genel bir metaforunu çizen
Bittere Ernte, tüm sinirleri alt-üst etmekte garantili. Yine de sonunda
Holland, tüm filmlerinde yaptığı gibi umudu diri tutmaktan ise asla
vazgeçmeyerek biraz olsun yıpranan sinirlerimizi tedavi etmekten de geri
durmuyor.
5) Copying Beethoven (Beethoven Anlamak) – 2006
Holland’ın filmografisinin en vasatlarından olan Copying
Beethoven, Beethoven gibi bir ismin yeterince hakkını verememekte ne yazık ki.
Maestronun 9. Senfoniyi yarattığı sürece odaklanan filme tam anlamıyla bir
biyografi diyemeyiz ama. Üstelik gerçekte Beethoven’a yardımcı olan müzisyen
bir kadının olup olmadığını da bilmiyoruz. Beethoven’in Anna ile yollarının
kesişmesi, aralarında sinsice gelişen aşk ya da 9. Senfoninin şekillenmesi gibi
birçok mevzunun hiç biri tam olarak sirayet edemiyor biz seyircilere. Tüm
filmin en etkileyici anı ise senfoninin prömiyerinin hayat bulduğu sahne oluyor
sanırım. Muhteşem bir konserde dinleyiciymişsin gibi hissettirmesi muhtemel
olan bu sahnede bazı anlarda maestro gibi sesleri duymamamız onunla katharsis
yaşamamızı sağlayarak oldukça etkileyici olmayı başarıyor. Fakat yine Anna ile
yardımlaşmalarının uyumsuzluğu akıllarda baki kalmakta. Zira güya Beethoven’a
tüyo veren Anna’nın hareketleri ile Beethoven’ınki tamamen farklı tellerden
çaldığını inkâr etmek mümkün mü?
Tüm eksikliklerine ve mantık hatalarına rağmen klasik müzik
severleri, özellikle de Beethoven hayranlarını etkilemeyi başaracak olan Copying
Beethoven, hiç unutulmayacak bir ustayı bir kez daha perde ile buluşturmanın da
takdirini hak emekte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder