2 Ağustos 2018 Perşembe

Agnieszka Holland Sineması



Polonya Yeni Dalga sinemasının en önemli yönetmenlerinden olan Holland, 1971 yılında Prag Film Okulu’ndan mezun olup Krzysztof Zanussi’nin 1973 tarihli filmi Illuminacja’da yönetmen asistanı olarak çalışmıştır. Zanussi’yi hocası olarak gören Holland, ülkesinin birçok değerli yönetmeninden de nüveler taşır elbette. Polonyalı olmasından, İkinci Dünya Savaşı’nın ceremesini en çok çeken, zulme, katliama maruz kalan bir yerden gelmesinden dolayı olacak ki sinemasının yapıtaşlarını hep savaş dönemine ve Nazi soykırımına göre düzenlemiştir. Son filmi olan hayvanlara yapılan katliamı gözler önüne seren Pokot’da bile Holokost mevzusuna değinmeden edemez Holland.

Yine Polonyalı olmasından da kaynaklı olsa gerek Stalin’e de Hitler’e de aynı mesafede olan yönetmenimiz, her iki tarafında zulmüne ayna tutmuş, halkının yaşadıklarına odaklanmayı adeta bir görev bilmiştir. Holland’ın fazlasıyla samimi olduğunun en büyük kanıtlarından birisi ise son filmi Pokot olur bana kalırsa. Zira hayvan ya da insan olsun bir türün bir türe ya da bir ırkın diğer ırka yaptığı soykırım affedilemez asla diye düşündüğünü ispatlar Holland Pokot ile. Sadece insanın yaşam hakkı üzerinden mücadele etmenin sığlığına kapılmayan yönetmenimiz ben ve benim gibi hayvan hakları aktivistlerini de kendine hayran bırakmıştır.

Bu önemli, çoğu kişinin kaçındığı büyük meselelere el atan Holland, hikâye anlatmakta ustalığını da ilk günden kanıtlayanlardan. Dünyanın en büyük en hassas mevzularını anlatmak isteyen birinin senaryo konusunda usta olması gerektiğini bilip de ona göre davranan Holland, sınavın en zorlu kısmından tam puan almayı kesinlikle hak eder. Bunun yanında gerçek hikâyelerden yararlanması, var olmuş gerçek karakterleri belki de aslından da daha derinlemesine işleyen Holland, görüntü yönetimindeki kusursuzluğu, seyirciyi röntgenci durumuna düşüren açıları ve daha birçok meziyeti ile Holland Polonya ve dünya sineması için büyük bir kazanç.


1) In Darkness (Karanlıkta Kalanlar) - 2011

1943 yılında Lviv’de geçen film, bugüne kadar çekilmiş tüm Holokost filmleri arasından birçok yönden sıyrılan hatta bana kalırsa en iyi üç arasında yer bulacak bir yapım. Zira birçok Holokost filminde izlediğimiz gibi bir toplama kampına, ölüme, vahşete bizleri pek de tanık etmeden savaşın ve elbette soykırımın nasıl büyük bir acımasızlık olduğunu gözler önüne sermekte oldukça usta. Geçen yıllarda izlediğimiz Saul Fia’da da tek bir kişinin gömülmesi uğruna yapılan mücadeleyi izlediğimiz gibi In Darkness’da da küçük bir grubun hayatta kalma mücadelesi var. Fakat bu küçük grubun mücadelesi ve onlara yardım eden Sosha adlı karakterin bir nevi dönüşümü çok daha etkileyici bir yapı çıkarmakta ortaya.

Filmin çok büyük bir kısmının yeraltında daha doğrusu kanalizasyonda geçmesi anlatılanların acısına uyum sağlayacak kadar kasvetli bir atmosfer yaratırken neredeyse siyah-beyazı andıran renksiz görüntüsü de azımsanmayacak bir detay. Fakat Holland, koca derya da minik bir damla kadar da olsa bir umut vardır demekte; renksiz tuvaline serpiştirdiği pastel renk detaylarıyla. Özellikle koca tuvalinde kendine yer bulan minik kırmızı detaylar genelde hep acılı yüzünü gösteren hayatın minik sürprizlerini andırır. Ve tüm bu incelikli detayların yanında hafiften içeriye süzülen ışık huzmelerinin, havada uçuşan ve adeta peri tozunu andıran toz zerreciklerinin varlığı seyirciyi tanık ettiği hikâyenin içine süzülen şahane detaylar olur.

Görüntü yönetimi, ustalık yaratılan metaforlar (kanalizasyonda doğan çocuğun İsa tasviri), yukarıdaki hayat ile aşağıdaki hayatın etkili bir kıyasını yapabilmek adına başarıyla kotarılan entelektüel kurgunun etkisi, güçlü karakter yaratımı, hayran olunası oyunculuklar ve daha niceleri… Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan In Darkness, benzeri bir daha yapılamayacak kadar özel olanlardan hiç kuşkusuz.



2) Europa Europa (Avrupa Avrupa) – 1990

Holland yine In Darkness’da olduğu gibi gerçekten yaşanmış bir hikâyeye dayanan Holokost filmi ile çıkıyor karşımıza. Fakat bu kez tamamen tek bir karakterin yaşam mücadelesine ortak ediyor bizleri. Filmin başından sonuna kadar tek bir karakter ile bizleri hemhal eden Holland, bu filmiyle açıkçası The Pianist ile çok fazla ortak noktada buluşmaktalar. Zira Polanski ustanın çektiği The Pianist’te de tıpkı Europa Europa’da olduğu gibi soykırımdan kaçmaya çalışırken bana kalırsa insanlığından, değerlerinden vazgeçen karakterlerle bizleri tanıştırır. Lakin gerçekten var olmuş bir karakter olan Solomon özdeşlik kurma konusunda benim açımdan çok daha imkânsız bir karakter. Hatta hiç kuşku duymadan bir anti-kahraman olduğunu bile söyleyebilirim. Zira hayatta kalabilmek adına tüm benliğinden vazgeçip, katledilen insanları düşünmeden hayatına devam edip bir de zevk ve sefaya düşmesi fazlasıyla sinir bozucu.

Tabii peşine takıldığımız karakter ile ne kadar özdeşlik kuramasak da Holland’ın hikâye anlatmaktaki kusursuzluğu, kamera kullanımının hikâye anlatımına olan büyük katkısı, geniş açı kadrajların ihtişamı, birçok noktada biz seyircileri röntgenci yerine koyan açıları büyüleyici elbette. Ama filmdeki en kusursuz tercih kameranın verdiği görüntüler ile dile getirilenlerin tam bir zıtlık içermesi: Holland, bu tercihi ile eleştiri oklarını yönlendirmek istediği hedefini çok daha açık belli etmiş oluyor. Bir de tüm bu ustalıklı tercihlerinin yanında Holland’ın sağlı sollu İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tüm dünya liderlerine veryansın etmesi de cabası.



3)Pokot (İz) – 2017

Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un Prowadz swoj plug przez koscı umarlych (Ölülerin Kemikleri Üzerinde Gezinenler) adlı eserinden senaryolaştırılan film, Polonya’nın doğanın kucağında yer alan bir sınır şehrinde geçen hayli tekinsiz, sert bir kara film aslında. Zira filmin tanıtımlarında Polonya’nın Fargosu denilmesi boşa değil. Filmin geçtiği yerler adeta Coen kardeşlerin başyapıtı Fargo’daki gibi adaletin ulaşamayacağı kadar uzak, karlı ve tekinsizlik hissi veren topraklarda geçmekte. Ulaşılabilen organlar da çoktan ırzına geçilmiş ya da zaten hiçbir zaman adaleti, dürüstlüğü içselleştirememiş halde: Belediye başkanından, Kilise’ye kadar tüm organlar hayvanları avlayarak katleden güruhun içinde yer alır.

Tek başına hayvan katliamına karşı dur demeye çalışan adeta bir Don Kişot misali yılmadan, savaşına devam eden Janina Duszejko ile bizleri tanıştıran Pokot, muhteşem bir gerilim sunuyor aynı zamanda bizlere. Kahramanımız Janina, kapitalist düzenin tüm getirilerini reddetmiş, doğada yaşayan, feminist duruşuyla takdire şayan ve en önemlisi de hayvan dostu bir vegan olmasıyla kendine hayran bırakıyor.  Böylesi bir karakterin peşine takılmamak, yaptıklarına ve inandıklarına sahip çıkmamak bana kalırsa imkânsız. Üstelik savaş verdiği hayvan ve doğa düşmanlarının tek tek cezalarını bulması da Janina’nın böylelikle ona inanan seyircinin doğru yolda olduğunun ispatı değil de nedir?




4) Bittere Ernte – 1985

Holland ve yine İkinci Dünya Savaşı… Holland, bu kez Nazi şerrinden kurtulup hayatta kalmaya çalışan karakteri değil de onu saklayan karakterin peşine takıyor bizleri. Lakin Nazilerden kaçarak arazisine sığınan Yahudi kadını evinde saklayan karakterimiz Leon, tam anlamıyla bir anti-kahraman. Leon, İkinci Dünya Savaşı sürecinde insanlığını yitirip köşeye sıkışan, hayatta kalmak için çıkar yol arayan Yahudilerden nemalanarak yolunu bulan parazitlerden biri. Üstelik Rosa adlı Yahudi kadını bulduktan sonra sadece maddi anlamda yaptığı sömürü beden ve ruh üzerinden de ilerlemeye başlar.
Bırak özdeşlik kurmayı adeta kendisinden nefret etmemize neden olan Leon, aslında fazlasıyla yalnız bir karakter olduğu için az da olsa yanında yer almamızı sağlayabilirdi. Fakat Roza’ya söylediği yalanlar, onu köleleştirmesi ve önüne daha iyi bir talip çıkınca arkasını dönmesi affedilir gibi değildir. Rosa’nın ise hem bu sömürü karşısında çaresiz kalması hem de bu yükün altındayken bile soydaşlarını kurtarmak adına her şeyini feda edebilmesi biz seyircileri derinden etkiler.

Holland’ın bir arazi içerisindeki bir ev ve evin içerisinde yaşanılanlar üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın genel bir metaforunu çizen Bittere Ernte, tüm sinirleri alt-üst etmekte garantili. Yine de sonunda Holland, tüm filmlerinde yaptığı gibi umudu diri tutmaktan ise asla vazgeçmeyerek biraz olsun yıpranan sinirlerimizi tedavi etmekten de geri durmuyor.



5) Copying Beethoven (Beethoven Anlamak) – 2006

Holland’ın filmografisinin en vasatlarından olan Copying Beethoven, Beethoven gibi bir ismin yeterince hakkını verememekte ne yazık ki. Maestronun 9. Senfoniyi yarattığı sürece odaklanan filme tam anlamıyla bir biyografi diyemeyiz ama. Üstelik gerçekte Beethoven’a yardımcı olan müzisyen bir kadının olup olmadığını da bilmiyoruz. Beethoven’in Anna ile yollarının kesişmesi, aralarında sinsice gelişen aşk ya da 9. Senfoninin şekillenmesi gibi birçok mevzunun hiç biri tam olarak sirayet edemiyor biz seyircilere. Tüm filmin en etkileyici anı ise senfoninin prömiyerinin hayat bulduğu sahne oluyor sanırım. Muhteşem bir konserde dinleyiciymişsin gibi hissettirmesi muhtemel olan bu sahnede bazı anlarda maestro gibi sesleri duymamamız onunla katharsis yaşamamızı sağlayarak oldukça etkileyici olmayı başarıyor. Fakat yine Anna ile yardımlaşmalarının uyumsuzluğu akıllarda baki kalmakta. Zira güya Beethoven’a tüyo veren Anna’nın hareketleri ile Beethoven’ınki tamamen farklı tellerden çaldığını inkâr etmek mümkün mü?

Tüm eksikliklerine ve mantık hatalarına rağmen klasik müzik severleri, özellikle de Beethoven hayranlarını etkilemeyi başaracak olan Copying Beethoven, hiç unutulmayacak bir ustayı bir kez daha perde ile buluşturmanın da takdirini hak emekte.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder