1969 Glasgow doğumlu Lynne Ramsay, İskoçya’nın sinemaya
verdiği en değerli armağanlardan biri. 1996 yılında başladığı yönetmenlik
kariyerinde sadece uzun metrajlarıyla değil kısa metraj filmleriyle de başarıyı
yakalamayı başarır. Dört kısa dört de uzun metraj filme hayat veren Ramsay, kısa
kariyer hayatına önemli ödülleri büyük başarıları sığdırmayı başararak adını
sinemaseverlerin beynine kazımayı bilmiştir.
Ramsay, çoğu yönetmenin yaptığı gibi yaratmaya ilk
başladığında esin kaynağı olarak kendi hayatından, yakın çevresinden, doğduğu
topraklardan nemalanır. Ne de olsa en iyi bildiği sular o taraftadır. Ramsay,
Glasgow’u sadece bir mekân olarak seçmekle kalmaz; yaşanılan sorunlara da ayna
tutmakta sakınca görmez. İşçi grevlerinden, yoksulluğu geldiği durumdan…
Ramsay filmlerini izledikten sonra İskoçyalı alt sınıf
ailelerin yapısı ve yaşayışı hakkında az çok fikir edinmek gayet mümkün. Zira
kısa filmi Gasman, ilk uzun metrajı Ratcatcher gibi filmler bu konuda en önemli
örnekler. Aileler arasında genelde erkek çocuklarının babaya olan bir nefreti
kaçınılmaz gerçek. We Need to Talk About Kevin’da bile her ne kadar farklı
olduğu düşünülse de aslında yine Kevin, babasına karşı pek de göründüğü gibi
sevgi dolu değildir. Baba onun için gerektiğinde araç olarak kullanabileceği
gereksiz bir ayrıntıdır. Baba sevgisine rastlamadığımız erkek çocukların
annelerine bağlılığı –ki burada yine We Need to Talk About Kevin’da Kevin’in
annesine olan duyguları göründüğü gibi nefret değil aşırı bir bağlılık olarak
okunmalıdır- kaçınılmaz.
Ratcatcher ile alt sınıfların, We Need to Talk About Kevin’da
Kevin’da ise üst orta sınıf bir ailenin hayatını perdeye yansıtmakta sıkıntı
yaşamayan Ramsay, bu yeteneğini senaryo yazımında ve filmlerindeki teknik
detaylarda da gösterir. Son filmi You Were Never Really Here ile Cannes Film
Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kucaklayarak bu konuda da iyi olduğuna
dair şüpheleri ortadan kaldıran Ramsay, özellikle oyuncu yönetiminde de ne
kadar başarılı olduğunu gösterdi. You Were Never Really Here’da Joaquin Phoenix’e
Cannes Film Festivali’nde En İyi Aktör ödülünün verilmesinde Phoenix’in
yeteneği kadar Ramsay’ın da payı var.
Ramsay’ın tüm bunların yanında asıl maharetini gösterdiği
yanlardan biri de atmosfer yaratmaktaki başarısı, kadraj seçimi, kamera
kullanımı diyebiliriz pekâlâ. Belgesel tarzına yakın kamera kullanımı, genel
geçer normları ret eden kadraj seçimleri, müzikler ve daha niceleriyle Ramsay,
kendine bir kimlik kazandıysa bund renklerin diline gösterdiği imtina da göz
ardı edilmemeli. Ramsay’ın kırmızıya olan tutkusunu ise aşağıdaki video
sayesinde daha iyi anlatabilirim diye düşünüyorum.
1)You Were Never Really Here – 2017
Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo
(Lynne Ramsay) ve En İyi Erkek Oyuncu (Joaquin Phoenix) ödüllerinin sahibi olan
You Were Never Really Here, bir tetikçi ile genç bir kızın yol arkadaşlığını
perdeye yansıtıyor. Ramsay, bu karakterleri buluştururken filmografisinde
sürekli değindiği gibi aile olgusunun çarpık yüzüne, erkek çocuk ile baba
arasındaki nefrete odaklanıyor. Joe cephesinde psikopat bir babanın varlığıyla
ağır hasarlar almış bir anne ile oğul, Nina cephesinde ise yine muhtemelen
babadan kaynaklı intihar etmiş bir annenin yine babasının kirli işlerinden
dolayı istismar edilen, satılan kız çocuğu. Bu iki yaralı çocuk (Joe her ne
kadar takvimde çocukluk yaşını geçmiş olsa da yaşadığı travmalardan ötürü henüz
sütten kesilememiş, geçmişte bir yerlerde takılıp kalmış bir bireydir.)
birbirlerine destek olarak yeni bir hayata yelken açarlar.
Ramsay’ın filmde yaptığı en güzel şey Nina’yı genç bir kadın
olduğundan dolayı güçsüz, erkek tarafından kurtarılmayı bekleyen bir karakter
olarak çizmemesidir sanırım. Nina, birçok yönden Joe’dan daha güçlü ve geleceğe
umutla bakmasını bilen, yaşadığı olumsuzlukları geride bırakarak önüne
bakabilen biridir. Joe ise bir türlü geçmişte yaşadığı anılarından
kurtulamayan, geleceği değil sürekli ölümü düşleyen biridir. Film, en çok
etkilendiği film olan Taxi Driver’ın kadına baktığı yeri geliştiren bir
yerdedir. Taxi Driver’da Iris, Travis tarafından kurtarılıp ailesine teslim
ediliyorken Nina, kendi kendini kurtarıp Joe ile birlikte özgürlüğe yelken
açıyor. Bu anlamda her ne kadar Ramsay, Taxi Driver’e olan hayranlığını, sevgisini
filminde dile getirmiş olsa da katılmadığı noktalarda rotasını değiştirmekten
de çekinmemiştir. Ve en önemlisi Ramsay’ın Amerika’nın geçmişinin, şimdisinin
ve geleceğinin ne kadar karanlık olduğunun kalınca altını çizmesi çok önemli.
Beyaz adamın durmadan öldürmeye, istismar etmeye, kullanmaya devam etmekte
olduğunu alt metnine özenle yerleştiriyor Ramsay.
Daha önceki filmlerinde de hayranlık uyandıran parçalı
kurgusu, zaman ve mekân olgusunu alt-üst eden geriye dönüşleri ise You Were
Never Really Here’da daha da başka bir noktaya taşınmıştır. Bu paramparça
kurgusuna eşlik eden yakın plan çekimlerin ve kulakları sağır eden ses
miksajının katkısıyla film, yer yer nefes kesen, seyri zorlaştıran bir yapıya
sahip. Jonny Greenwood’un elinden çıkan müzikler olmadan filmin çok eksik
kalacağı ise tartışılmaz bir gerçek olsa gerek.
2) We Need to Talk About Kevin (Kevin Hakkında Konuşmalıyız) – 2011
Ramsay’ın filmografisinin tartışmasız başyapıtı olan We Need
to Talk About Kevin, Lionel Shriver'ın 2003'te yayınlanan aynı adlı ödüllü
kitabından uyarlanır. Film birçok noktada kitaptan oldukça serbest bir uyarlama
sergileyerek daha özgün bir yol izlemiştir. We Need to Talk About Kevin,
öncelikle tavuk mu yumurtan yoksa yumurta mı tavuktan çıkar? gibi bir paradoksu
odağına yerleştirerek zaten en büyük kozunu oynar. Bir bireyin kişilik
yapısında ebeveynlerden gelen genlerin mi, çevresel faktörlerin mi, yoksa
onunla ilk andan itibaren fiziksel bir bağ ile de bağlı olan annenin tutumu,
davranışları mı etkilidir sorusunu sormakta.
We Need to Talk About Kevin, bu soruyu sorup biz seyircileri
içinden çıkılmaz bir girdabın içine sürüklerken aynı zamanda da isminde yapmış
olduğu aldatmanın tam tersi Kevin’ın değil Eva’nın (burada Eva’nın tüm anaların
da başı olarak kabul edilen Havva’nın karşılığı olduğu dikkatlerden kaçmasın) hakkındaki
her şeye ortak eder bizi. Elbette Ramsay, bir oğul ile anne arasında ilk tohumun
düşmesinden bu yana yaşanılan ilişkiye odaklanırken asla fikrini beyan etmeyi
niyet edinmez.
Ne hikâyeyi anlatırken ne de finalde kendi düşüncesini bize
yansıtmadığı gibi yaşanılanların nedeni ve sonucu hakkında da ufacık bir boş
boğazlık yapmaz. Tamamen her şeyin ucunu açık bırakan Ramsay’ın niyeti bizim
sorgulamamız ve bizim kendimize göre bir yorum yapmamızdır. Fakat birçok
sahnede Kevin ile Eva’nın birbirine dönüştüğü sahneler ve sürekli Eva’nın
Kevinmış gibi onun kefaretini ödemesi, en azından toplum genelinde inanılan
düşüncenin ne olduğuna ayna tutmakta.
Kırmızı rengi çok seven ve her filmine serpiştirmeyi bir zevk
haline getiren Ramsay tabiri caizse bu filmde kırmızı sevdasını ayyuka
çıkarıyor. Adeta Almodovar filmi izliyormuş hissiyatı verdiren kırmızı sevdası
filmin elbette yapısına da çok güzel uyum sağlıyor. Doğrusal zamanlı bir hikâye
anlatmaktansa geçmiş ile şimdi arasında mekik dokuyan anlatımına ise kısa bir
süre sonra uyum sağlayabiliyorsun seyirci olarak. Zira Eva’nın hatıralarında
canlanan geçmiş ile şimdi arasında Eva’nın kendisi de dâhil olmak üzere kırmızı
rengin varlığı hariç her şey değişiyor. Tilda Swinton gibi bir tanrıçayı, Ezra
Miller gibi olağanüstü bir genç yeteneği buluşturan, benzerine daha önce
rastlanmamış bir harika olan We Need to Talk About Kevin, müzikler anlamında da
çok başarılı.
3) Ratcatcher (Sıçan Avcısı) – 1999
Ramsay’ın ödüllü kısa metrajlarından sonra yarattığı ilk
uzun metrajı gerçekten kan donduran bir yapımdır. Çocukların dünyasına yakından
bakmayı tercih eden Ramsay, masumiyeti tarifinde bulundurduğu gibi şiddeti,
seksi, yalnızlığı da eksik etmez. Çocukların dünyası deyip geçmemek
gerektiğini, asıl yalnızlığın, şiddetin, varoluş sıkıntılarının ve daha nice
büyüklerin dünyasında geçerli olduğuna inanılan dertlerin hepsinin aynı şekilde
varlığını sürdürdüğünü mükemmel bir şekilde aktarır Ramsay.
Tabii Ramsay sadece küçüklerin dünyasındaki ölümlere,
yalanlara, ihanetlere odaklanmakla kalmaz: Alt sınıf ailelerin durumuna,
İskoçya’nın en önemli şehri olan Glasgow’un arka sokaklarında yaşanılan
gerçeklere, işçi sınıfında cereyan eden grevlere ve daha birçok sıkıntıya da
kulak vermeyi ihmal etmez.
Ramsay, doğup büyüdüğü Glasgow’un çok kısıtlı bir mekânında
gerçekleştirdiği çekimlerinde ölümün kol gezdiği bataklığı, nefes almakta güçlük
çekeceğimiz binaları, farelerin cirit attığı, biriken çöplerden göz gözü
görmeyen sokakları ile öylesine karanlık bir atmosfer yaratır ki… Bu karanlık
atmosferden kurtulabildiğimiz çok az sahne vardır. James’in yalnız kalmak adına
gittiği, bir nevi kaçış mekânı olan aynı zamanda da sadece kendisinin değil
ailesinin de bir gün taşınma umudu kurduğu temiz, yeni, bembeyaz konutlarda
geçen anlar olur. Bu evlerin pencerelerinin uçsuz bucaksız çavdar tarlalarına
bakması ve James’in sık sık bu tarlalara bakarak dalıp gitmesi, tarlalarda
koşturması J. D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar eserini akla getirmiyor
değil.
Ramsay’ın kısa filmlerinde çokça tercih ettiği sıra dışı
kamera kullanımının etkilerinin devam ettiğini Ratcatcher’de de gözlemlemek
mümkün. Ayrıca renk kullanımının yine adeta bir şeyleri anlatmak adına dile
geldiğini, sinematografinin adeta usta elinden çıkmışçasına kusursuz olması
filme verilen değeri kat be kat arttıran etkenler hiç kuşkusuz. Lakin
oyunculukların başarısını ve bu oyunculukları yönetme konusundaki mahareti
görmezden gelmemek de çok önemli.
4) Morvern Callar – 2002
Ramsay’ın ikinci uzun metrajı olan Morvern Callar, aynı
zamanda onun filmografisinin de en zayıf halkası. Zira her ne kadar bir yol
hikâyesi hem de Thelma ve Louise gibi bir başyapıttan nüveler taşıyan, bu
nedenle de feminist bir damardan beslenen bir hikâye olsa da Ramsay’ın diğer
filmlerinin baş döndüren etkisini yaratmakta zorlanmakta.
Sevgilisinin kendisine bir not ve yazdığı romanın son halini
bırakarak intihar etmesi sonucu büyük bir şok yaşayan ve bir süre arafta kalan Morvern
Callar’ın en yakın dostu Lanna ile başlayan ne daha sonra yalnız devam eden
yolu gerçekten çok etkileyici. Üstelik bu yolda verdiği kararların
etkileyiciliği ve kendinden emin tavrı, cesareti adeta kıskanılasıdır. Callar,
her yaptığı ile birçok kadının yapmak isteyip de yapamadıklarına örnek teşkil
eder.
Dağınık saçları, salaş ve genelde kirli kıyafetleri, sert
tavrı, fevri davranışları en önemlisi de engel tanımaz özgür ruhu ile genel
geçer, alışılagelmiş ya da ‘arzu’ edilen kadın normlarının dışında bir kadındır
Morvern Callar. Bir erkek tarafından beğenilip, sadece seks anlamında
arzulanmak Morvern için hiç de önemli olmaz. Sevgilisiyle nasıl bir ilişkisi
vardı asla bilemiyoruz ama onu tanıdığımız kadarıyla erkek bakış açısı için
değil kendisi için yaşayan bir kadındır. Bu da elbette onu birçok kadın
kahraman içerisinden sıyrılmasının en önemli sebeplerinden biri olur. Lanna ise
ne yazık ki tam anlamıyla normlara uyan bir kadın profili çizer. Zaten tep tip
odalar ve tek tip insanlarla örülü otelden Morvern’in can havliyle kaçıp da
geriye dönmemesi ama Lanna’nın soluğu tekrar orada alması her şeyin özeti değil
midir?
Rmasay’ın özellikle kısa metajları ve diğer uzun
metrajlarına bel kemiği olan aile olgusunun da dışında kalan, tamamen kadın
karakterlerle örülü bu yol hikâyesi bazı anlarıyla özellikle seyirciyi ilk
karşıladığı anlarda hiç de öyle kolay yenilir yutulur bir atmosfer sunmaz.
Filmin sonuna kadar her anına nüfus eden kırmızı, kan olarak da karşımıza tüm
etkileyiciliği hatta bazı sahnelerde estetikliğiyle de arzı endam etmekte
sakınca görmez. Müziklerin ise Ramsay filmi izlediğimiz konusunda oldukça ipucu
verdiğini de inkâr edemiyoruz. Tüm bunların yanında böylesine sıra dışı
yollardan giden bir yol hikâyesinde Ramsay kamerayı da elbette oldukça özgür
kullanır elbette. Sürekli sallanan omuz kamerası izlediklerimizin bir
belgeselden gerçek görüntüler olduğu şüphesini hiç akıllardan çıkarmaz.
5) Gasman – 1998
Kariyer basamaklarını emin adımlarla tırmanan, başarılı bir
yönetmenin ilk gözbebeklerinden olan Gasman, bir kısa metraj. Lakin Ramsay’ın
filmografisine aşina olanların bu ödüllü kısa filmin onu tanıma açısından ne
kadar önemli olduğu konusunda bana katılacaklardır. Ramsay, doğduğu topraklarda
Glasgow’da çektiği filmde tıpkı Ratcatcher’de olduğu gibi kamera önünde de
kendini gösterir. Bir babanın asıl eşinden olma iki çocuğu ile sevgilisinden
olan iki çocuğunu alarak Noel partisine gitmesi üzerinde ilerleyen film,
görünenin arkasındaki sıkıntılara ayna tutmak ister.
Tüm filmlerinde erkek çocuğun babaya olan mesafesi ya da
nefreti, bu filmde filizlenmeye başlamıştır. Tabii bu durumun yanında asıl odak
noktası kız çocukları ile baba arasında cereyan eder. Bu her iki kadından olan
iki kız çocuğu aslında annelerinin bir temsili görevini görürler. Evli kadından
olan çocuğun prensesler gibi giyinmesi diğerinin ise oldukça bakımsız olması,
babanın kucağına oturma konusundaki çekişmeleri ya da babanın iki kız çocuğunu
aynı anda kucağına alması gibi birçok durum, adamın iki kadını aynı anda idare
etmesinin temsilidir. Bir kucakta iki karpuz taşımaya çalışmış ama anladığımız
kadarıyla bir süre sonra onu da eline yüzüne bulaştırmış bir adamın kefaretini
çocuklarda çekmesini izleriz.
Gasman, kısa sürede anlattığı derin meselenin yanında
kullandığı tekniklerle de konuşulmayı fazlasıyla hak eden bir yapım. Öncelikle
Ramsay’ın genel geçer kadraj kurallarını alt üst ettiğini söylemek gerek.
Ramsay, bir filmde asla kullanılmayacak bir tercih yaparak karakterlerin
vücutlarının bir kısmına odaklanıyor. Kamera kullanımındaki tekinsizlik, tren
raylarının kasvetli ve sonsuzluk hissi, Noel kutlamasındaki ironik tercihler ve
daha niceleriyle sıra dışı bir film kesinlikle karşımızdaki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder