3 Ağustos 2018 Cuma

Lynne Ramsay Sineması



1969 Glasgow doğumlu Lynne Ramsay, İskoçya’nın sinemaya verdiği en değerli armağanlardan biri. 1996 yılında başladığı yönetmenlik kariyerinde sadece uzun metrajlarıyla değil kısa metraj filmleriyle de başarıyı yakalamayı başarır. Dört kısa dört de uzun metraj filme hayat veren Ramsay, kısa kariyer hayatına önemli ödülleri büyük başarıları sığdırmayı başararak adını sinemaseverlerin beynine kazımayı bilmiştir.

Ramsay, çoğu yönetmenin yaptığı gibi yaratmaya ilk başladığında esin kaynağı olarak kendi hayatından, yakın çevresinden, doğduğu topraklardan nemalanır. Ne de olsa en iyi bildiği sular o taraftadır. Ramsay, Glasgow’u sadece bir mekân olarak seçmekle kalmaz; yaşanılan sorunlara da ayna tutmakta sakınca görmez. İşçi grevlerinden, yoksulluğu geldiği durumdan…

Ramsay filmlerini izledikten sonra İskoçyalı alt sınıf ailelerin yapısı ve yaşayışı hakkında az çok fikir edinmek gayet mümkün. Zira kısa filmi Gasman, ilk uzun metrajı Ratcatcher gibi filmler bu konuda en önemli örnekler. Aileler arasında genelde erkek çocuklarının babaya olan bir nefreti kaçınılmaz gerçek. We Need to Talk About Kevin’da bile her ne kadar farklı olduğu düşünülse de aslında yine Kevin, babasına karşı pek de göründüğü gibi sevgi dolu değildir. Baba onun için gerektiğinde araç olarak kullanabileceği gereksiz bir ayrıntıdır. Baba sevgisine rastlamadığımız erkek çocukların annelerine bağlılığı –ki burada yine We Need to Talk About Kevin’da Kevin’in annesine olan duyguları göründüğü gibi nefret değil aşırı bir bağlılık olarak okunmalıdır- kaçınılmaz.


Ratcatcher ile alt sınıfların, We Need to Talk About Kevin’da Kevin’da ise üst orta sınıf bir ailenin hayatını perdeye yansıtmakta sıkıntı yaşamayan Ramsay, bu yeteneğini senaryo yazımında ve filmlerindeki teknik detaylarda da gösterir. Son filmi You Were Never Really Here ile Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kucaklayarak bu konuda da iyi olduğuna dair şüpheleri ortadan kaldıran Ramsay, özellikle oyuncu yönetiminde de ne kadar başarılı olduğunu gösterdi. You Were Never Really Here’da Joaquin Phoenix’e Cannes Film Festivali’nde En İyi Aktör ödülünün verilmesinde Phoenix’in yeteneği kadar Ramsay’ın da payı var.

Ramsay’ın tüm bunların yanında asıl maharetini gösterdiği yanlardan biri de atmosfer yaratmaktaki başarısı, kadraj seçimi, kamera kullanımı diyebiliriz pekâlâ. Belgesel tarzına yakın kamera kullanımı, genel geçer normları ret eden kadraj seçimleri, müzikler ve daha niceleriyle Ramsay, kendine bir kimlik kazandıysa bund renklerin diline gösterdiği imtina da göz ardı edilmemeli. Ramsay’ın kırmızıya olan tutkusunu ise aşağıdaki video sayesinde daha iyi anlatabilirim diye düşünüyorum.



1)You Were Never Really Here – 2017

Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo (Lynne Ramsay) ve En İyi Erkek Oyuncu (Joaquin Phoenix) ödüllerinin sahibi olan You Were Never Really Here, bir tetikçi ile genç bir kızın yol arkadaşlığını perdeye yansıtıyor. Ramsay, bu karakterleri buluştururken filmografisinde sürekli değindiği gibi aile olgusunun çarpık yüzüne, erkek çocuk ile baba arasındaki nefrete odaklanıyor. Joe cephesinde psikopat bir babanın varlığıyla ağır hasarlar almış bir anne ile oğul, Nina cephesinde ise yine muhtemelen babadan kaynaklı intihar etmiş bir annenin yine babasının kirli işlerinden dolayı istismar edilen, satılan kız çocuğu. Bu iki yaralı çocuk (Joe her ne kadar takvimde çocukluk yaşını geçmiş olsa da yaşadığı travmalardan ötürü henüz sütten kesilememiş, geçmişte bir yerlerde takılıp kalmış bir bireydir.) birbirlerine destek olarak yeni bir hayata yelken açarlar.

Ramsay’ın filmde yaptığı en güzel şey Nina’yı genç bir kadın olduğundan dolayı güçsüz, erkek tarafından kurtarılmayı bekleyen bir karakter olarak çizmemesidir sanırım. Nina, birçok yönden Joe’dan daha güçlü ve geleceğe umutla bakmasını bilen, yaşadığı olumsuzlukları geride bırakarak önüne bakabilen biridir. Joe ise bir türlü geçmişte yaşadığı anılarından kurtulamayan, geleceği değil sürekli ölümü düşleyen biridir. Film, en çok etkilendiği film olan Taxi Driver’ın kadına baktığı yeri geliştiren bir yerdedir. Taxi Driver’da Iris, Travis tarafından kurtarılıp ailesine teslim ediliyorken Nina, kendi kendini kurtarıp Joe ile birlikte özgürlüğe yelken açıyor. Bu anlamda her ne kadar Ramsay, Taxi Driver’e olan hayranlığını, sevgisini filminde dile getirmiş olsa da katılmadığı noktalarda rotasını değiştirmekten de çekinmemiştir. Ve en önemlisi Ramsay’ın Amerika’nın geçmişinin, şimdisinin ve geleceğinin ne kadar karanlık olduğunun kalınca altını çizmesi çok önemli. Beyaz adamın durmadan öldürmeye, istismar etmeye, kullanmaya devam etmekte olduğunu alt metnine özenle yerleştiriyor Ramsay.

Daha önceki filmlerinde de hayranlık uyandıran parçalı kurgusu, zaman ve mekân olgusunu alt-üst eden geriye dönüşleri ise You Were Never Really Here’da daha da başka bir noktaya taşınmıştır. Bu paramparça kurgusuna eşlik eden yakın plan çekimlerin ve kulakları sağır eden ses miksajının katkısıyla film, yer yer nefes kesen, seyri zorlaştıran bir yapıya sahip. Jonny Greenwood’un elinden çıkan müzikler olmadan filmin çok eksik kalacağı ise tartışılmaz bir gerçek olsa gerek.



2) We Need to Talk About Kevin (Kevin Hakkında Konuşmalıyız) – 2011

Ramsay’ın filmografisinin tartışmasız başyapıtı olan We Need to Talk About Kevin, Lionel Shriver'ın 2003'te yayınlanan aynı adlı ödüllü kitabından uyarlanır. Film birçok noktada kitaptan oldukça serbest bir uyarlama sergileyerek daha özgün bir yol izlemiştir. We Need to Talk About Kevin, öncelikle tavuk mu yumurtan yoksa yumurta mı tavuktan çıkar? gibi bir paradoksu odağına yerleştirerek zaten en büyük kozunu oynar. Bir bireyin kişilik yapısında ebeveynlerden gelen genlerin mi, çevresel faktörlerin mi, yoksa onunla ilk andan itibaren fiziksel bir bağ ile de bağlı olan annenin tutumu, davranışları mı etkilidir sorusunu sormakta.

We Need to Talk About Kevin, bu soruyu sorup biz seyircileri içinden çıkılmaz bir girdabın içine sürüklerken aynı zamanda da isminde yapmış olduğu aldatmanın tam tersi Kevin’ın değil Eva’nın (burada Eva’nın tüm anaların da başı olarak kabul edilen Havva’nın karşılığı olduğu dikkatlerden kaçmasın) hakkındaki her şeye ortak eder bizi. Elbette Ramsay, bir oğul ile anne arasında ilk tohumun düşmesinden bu yana yaşanılan ilişkiye odaklanırken asla fikrini beyan etmeyi niyet edinmez.

Ne hikâyeyi anlatırken ne de finalde kendi düşüncesini bize yansıtmadığı gibi yaşanılanların nedeni ve sonucu hakkında da ufacık bir boş boğazlık yapmaz. Tamamen her şeyin ucunu açık bırakan Ramsay’ın niyeti bizim sorgulamamız ve bizim kendimize göre bir yorum yapmamızdır. Fakat birçok sahnede Kevin ile Eva’nın birbirine dönüştüğü sahneler ve sürekli Eva’nın Kevinmış gibi onun kefaretini ödemesi, en azından toplum genelinde inanılan düşüncenin ne olduğuna ayna tutmakta.

Kırmızı rengi çok seven ve her filmine serpiştirmeyi bir zevk haline getiren Ramsay tabiri caizse bu filmde kırmızı sevdasını ayyuka çıkarıyor. Adeta Almodovar filmi izliyormuş hissiyatı verdiren kırmızı sevdası filmin elbette yapısına da çok güzel uyum sağlıyor. Doğrusal zamanlı bir hikâye anlatmaktansa geçmiş ile şimdi arasında mekik dokuyan anlatımına ise kısa bir süre sonra uyum sağlayabiliyorsun seyirci olarak. Zira Eva’nın hatıralarında canlanan geçmiş ile şimdi arasında Eva’nın kendisi de dâhil olmak üzere kırmızı rengin varlığı hariç her şey değişiyor. Tilda Swinton gibi bir tanrıçayı, Ezra Miller gibi olağanüstü bir genç yeteneği buluşturan, benzerine daha önce rastlanmamış bir harika olan We Need to Talk About Kevin, müzikler anlamında da çok başarılı.




3) Ratcatcher (Sıçan Avcısı) – 1999

Ramsay’ın ödüllü kısa metrajlarından sonra yarattığı ilk uzun metrajı gerçekten kan donduran bir yapımdır. Çocukların dünyasına yakından bakmayı tercih eden Ramsay, masumiyeti tarifinde bulundurduğu gibi şiddeti, seksi, yalnızlığı da eksik etmez. Çocukların dünyası deyip geçmemek gerektiğini, asıl yalnızlığın, şiddetin, varoluş sıkıntılarının ve daha nice büyüklerin dünyasında geçerli olduğuna inanılan dertlerin hepsinin aynı şekilde varlığını sürdürdüğünü mükemmel bir şekilde aktarır Ramsay.

Tabii Ramsay sadece küçüklerin dünyasındaki ölümlere, yalanlara, ihanetlere odaklanmakla kalmaz: Alt sınıf ailelerin durumuna, İskoçya’nın en önemli şehri olan Glasgow’un arka sokaklarında yaşanılan gerçeklere, işçi sınıfında cereyan eden grevlere ve daha birçok sıkıntıya da kulak vermeyi ihmal etmez.

Ramsay, doğup büyüdüğü Glasgow’un çok kısıtlı bir mekânında gerçekleştirdiği çekimlerinde ölümün kol gezdiği bataklığı, nefes almakta güçlük çekeceğimiz binaları, farelerin cirit attığı, biriken çöplerden göz gözü görmeyen sokakları ile öylesine karanlık bir atmosfer yaratır ki… Bu karanlık atmosferden kurtulabildiğimiz çok az sahne vardır. James’in yalnız kalmak adına gittiği, bir nevi kaçış mekânı olan aynı zamanda da sadece kendisinin değil ailesinin de bir gün taşınma umudu kurduğu temiz, yeni, bembeyaz konutlarda geçen anlar olur. Bu evlerin pencerelerinin uçsuz bucaksız çavdar tarlalarına bakması ve James’in sık sık bu tarlalara bakarak dalıp gitmesi, tarlalarda koşturması J. D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar eserini akla getirmiyor değil.

Ramsay’ın kısa filmlerinde çokça tercih ettiği sıra dışı kamera kullanımının etkilerinin devam ettiğini Ratcatcher’de de gözlemlemek mümkün. Ayrıca renk kullanımının yine adeta bir şeyleri anlatmak adına dile geldiğini, sinematografinin adeta usta elinden çıkmışçasına kusursuz olması filme verilen değeri kat be kat arttıran etkenler hiç kuşkusuz. Lakin oyunculukların başarısını ve bu oyunculukları yönetme konusundaki mahareti görmezden gelmemek de çok önemli.




4) Morvern Callar – 2002

Ramsay’ın ikinci uzun metrajı olan Morvern Callar, aynı zamanda onun filmografisinin de en zayıf halkası. Zira her ne kadar bir yol hikâyesi hem de Thelma ve Louise gibi bir başyapıttan nüveler taşıyan, bu nedenle de feminist bir damardan beslenen bir hikâye olsa da Ramsay’ın diğer filmlerinin baş döndüren etkisini yaratmakta zorlanmakta.

Sevgilisinin kendisine bir not ve yazdığı romanın son halini bırakarak intihar etmesi sonucu büyük bir şok yaşayan ve bir süre arafta kalan Morvern Callar’ın en yakın dostu Lanna ile başlayan ne daha sonra yalnız devam eden yolu gerçekten çok etkileyici. Üstelik bu yolda verdiği kararların etkileyiciliği ve kendinden emin tavrı, cesareti adeta kıskanılasıdır. Callar, her yaptığı ile birçok kadının yapmak isteyip de yapamadıklarına örnek teşkil eder.

Dağınık saçları, salaş ve genelde kirli kıyafetleri, sert tavrı, fevri davranışları en önemlisi de engel tanımaz özgür ruhu ile genel geçer, alışılagelmiş ya da ‘arzu’ edilen kadın normlarının dışında bir kadındır Morvern Callar. Bir erkek tarafından beğenilip, sadece seks anlamında arzulanmak Morvern için hiç de önemli olmaz. Sevgilisiyle nasıl bir ilişkisi vardı asla bilemiyoruz ama onu tanıdığımız kadarıyla erkek bakış açısı için değil kendisi için yaşayan bir kadındır. Bu da elbette onu birçok kadın kahraman içerisinden sıyrılmasının en önemli sebeplerinden biri olur. Lanna ise ne yazık ki tam anlamıyla normlara uyan bir kadın profili çizer. Zaten tep tip odalar ve tek tip insanlarla örülü otelden Morvern’in can havliyle kaçıp da geriye dönmemesi ama Lanna’nın soluğu tekrar orada alması her şeyin özeti değil midir?

Rmasay’ın özellikle kısa metajları ve diğer uzun metrajlarına bel kemiği olan aile olgusunun da dışında kalan, tamamen kadın karakterlerle örülü bu yol hikâyesi bazı anlarıyla özellikle seyirciyi ilk karşıladığı anlarda hiç de öyle kolay yenilir yutulur bir atmosfer sunmaz. Filmin sonuna kadar her anına nüfus eden kırmızı, kan olarak da karşımıza tüm etkileyiciliği hatta bazı sahnelerde estetikliğiyle de arzı endam etmekte sakınca görmez. Müziklerin ise Ramsay filmi izlediğimiz konusunda oldukça ipucu verdiğini de inkâr edemiyoruz. Tüm bunların yanında böylesine sıra dışı yollardan giden bir yol hikâyesinde Ramsay kamerayı da elbette oldukça özgür kullanır elbette. Sürekli sallanan omuz kamerası izlediklerimizin bir belgeselden gerçek görüntüler olduğu şüphesini hiç akıllardan çıkarmaz.




5) Gasman – 1998

Kariyer basamaklarını emin adımlarla tırmanan, başarılı bir yönetmenin ilk gözbebeklerinden olan Gasman, bir kısa metraj. Lakin Ramsay’ın filmografisine aşina olanların bu ödüllü kısa filmin onu tanıma açısından ne kadar önemli olduğu konusunda bana katılacaklardır. Ramsay, doğduğu topraklarda Glasgow’da çektiği filmde tıpkı Ratcatcher’de olduğu gibi kamera önünde de kendini gösterir. Bir babanın asıl eşinden olma iki çocuğu ile sevgilisinden olan iki çocuğunu alarak Noel partisine gitmesi üzerinde ilerleyen film, görünenin arkasındaki sıkıntılara ayna tutmak ister.

Tüm filmlerinde erkek çocuğun babaya olan mesafesi ya da nefreti, bu filmde filizlenmeye başlamıştır. Tabii bu durumun yanında asıl odak noktası kız çocukları ile baba arasında cereyan eder. Bu her iki kadından olan iki kız çocuğu aslında annelerinin bir temsili görevini görürler. Evli kadından olan çocuğun prensesler gibi giyinmesi diğerinin ise oldukça bakımsız olması, babanın kucağına oturma konusundaki çekişmeleri ya da babanın iki kız çocuğunu aynı anda kucağına alması gibi birçok durum, adamın iki kadını aynı anda idare etmesinin temsilidir. Bir kucakta iki karpuz taşımaya çalışmış ama anladığımız kadarıyla bir süre sonra onu da eline yüzüne bulaştırmış bir adamın kefaretini çocuklarda çekmesini izleriz.

Gasman, kısa sürede anlattığı derin meselenin yanında kullandığı tekniklerle de konuşulmayı fazlasıyla hak eden bir yapım. Öncelikle Ramsay’ın genel geçer kadraj kurallarını alt üst ettiğini söylemek gerek. Ramsay, bir filmde asla kullanılmayacak bir tercih yaparak karakterlerin vücutlarının bir kısmına odaklanıyor. Kamera kullanımındaki tekinsizlik, tren raylarının kasvetli ve sonsuzluk hissi, Noel kutlamasındaki ironik tercihler ve daha niceleriyle sıra dışı bir film kesinlikle karşımızdaki.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder