Çağdaş Fransız Sinemasının Vazgeçilmezi
1988 yılında kısa filmlerle sinema dünyasına adım atan
Fransız yönetmen François Ozon, soluk bile almadan kariyer yolunu
adımlayanlardan. 1997 yılına kadar birçok kısa filmi heybesine özenle
yerleştiren Ozon, ilk uzun metraj filmiyle de yeteneğinin bir hevesten çok daha
öte olduğunu ispatlar az çok. Yirmi yıldır alışılagelmişin çok daha üstünde bir
üretim sergileyerek heybesini tıka basa dolduran yönetmenimiz, arada vasat
yapımlara imza atsa da genel olarak parıldayan bir hazinedir onunki.
Ozon kariyerinin neden bu kadar başarılı bir çizgi
yakaladığını düşünecek olursak; tüm filmlerinin senaryosunda adının geçmesi,
çok başarılı oyuncularla çalışması ya da geleceği parlak oyuncuları keşfetmesi,
oyuncu yönetimindeki maharet, kamera kullanımındaki akılları baştan alan
yeteneği ilk akla gelenler sadece. Ozon sinematografi olarak kusursuz işler
çıkardı bugüne kadar karşımıza hep. Bu kusursuzluğun ya da özgünlüğü yaratan en
önemli etkenlerin başında ise kadraj açıları olmalı öyle değil mi? Kadraj
içinde kadrajı yaratmadaki üstün performansı, ayna, pencere, kapı ve cam gibi
imgelerden yararlanarak bizlere sunduğu görüntüler, seyirci olarak ağzımızın
sularını akıtmaya yetti de arttı bile.
Usta İsimlerin Yolundan…
Peki, Ozon sadece bunlarla yetindi mi? Elbette hayır. Müzik
kullanımından renk tercihlerine, edebiyattan ustaca nemalanmaya kadar her
yönden kusursuzluğun temsili oldu. Birçok filminde edebi eserlerden uyarlama
tercih eden Ozon, elbette bu tercihinin hakkını vermiştir. Ama Ozon ve
etkilenme ya da esinlenme denilince akla daha çok usta yönetmenler ve onların
tapılası filmografileri akla gelir. Zira Ozon, birçok usta ismin yolundan
gitmeyi, filmlerinde onların başyapıtlarından esinlenmeler serpiştirmeyi, selam
göndermeyi ihmal etmez. Özellikle Roman Polanski, Alfred Hitchcock, Rainer Werner Fassbinder
gibi isimlerin icraatları onun filmlerinin her bir parçasında kendine yer
bulur.
Ozon filmografisinin olmazsa olmazlarından hatta en belirgin
noktalarından biri de filmlerine özenle inşa ettiği kuir çatı elbette.
Neredeyse her filminde Ozon, farklı cinsel yönelimlere yer vermiş hatta bazen Une
nouvelle amie’de yaptığı kadar kafaları aşırı karıştırmaktan da kendini
alamamıştır. Sadece farklı cinsel yönelimlere yer vermekle kalmamış cinselliği
iki kişi arasında yaşanan bir icraat olmaktan çıkarıp, hayali ya da rüyada bile
olsa her filminde mutlaka üçlü bir durumu inşa etmeyi başarır.
Âşık Olunası Bir Hazine
Cinsellik konusundaki bu cesur hamleleriyle de Pedro
Almodovar ile Xavier Dolan sineması ile olan flörtünü görmezden gelmek olmaz.
Yalnız tüm bu gökkuşağının içine imtinayla yerleştirdiği gerilim unsurları ve
kim ne derse desin melankoliyi tariften eksik etmemesi onun sinemasının özgün
yanının en güçlü dayanakları. Sanatın her dalı ile olan yakın münasebeti,
bilimin özellikle tıp alanından çekinmeden nemalanması da elbette asla
unutulmaması gerekenlerden.
Şimdiden on sekiz uzun metraj filme imza atmış, üretkenlik
konusunda eline su dökülmeyecek olan Ozon’un sinemasını ikiye ayırabiliriz ilk
dönemlerin daha başarılı ve daha özgün olması sebebiyle. Lakin benim açımdan
birkaç film hariç Ozon filmografisi âşık olunası bir hazine. Bu nedenle on
sekiz film içinden takdir edersiniz ki beş film seçebilmek dünyanın en zor
işlerinden biri. Ben de bu seçimde işin içinden çıkamayacağımı anlayınca çok
sevdiklerim içerisinden bir nevi tombala oynadım. Yoksa asla karar
veremeyecektim. Bu nedenle koltuğa dâhil edemediğim Sitcom, 8 Femmes, 5 x2, Le
temps qui reste, Potiche, Dans la maison, Jeune & jolie gibi filmlere
sonsuz sevgimi buradan dillendirmeyi bir borç bilirim.
1) Gouttes d'eau sur pierres brûlantes (Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları) - 2000
François Ozon’un ilk dönem harikalarından Gouttes d'eau sur
pierres brûlantes, değeri azımsanmayacak filmlerden. Bu başarıda ilk olarak
Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden Rainer Werner Fassbinder’in kaleme aldığı
senaryonun etkisini kabul etmek gerek.
Fassbinder gibi
tabuları yıkan, aykırı bir sinemanın mimarının tiyatro oyunu olarak yazdığı
senaryo, Ozon gibi Fassbinder ve daha nice ustanın yolundan yürüyen yönetmenin
gözüyle perdeye taşınan bir film karşımızdaki. Özellikle cinsellik anlamında
hem kendi hayatlarında hem de icra ettikleri sanat alanında yeni bir soluğun,
özgürlüğün temsilcisi olan hayran olunası ikili, tüm maharetlerini bu müstesna
filme aşılamaktan kendilerini alamamış olmalılar.
Dram ile komedinin kol kola bir dans sergilediği filmin,
başta müzik olmak üzere renk, görüntü, kadraj ve kamera oyunlarıyla adeta
seyirciyi ihya ettiği asla yadsınamaz. Baştan sona tek mekânda geçen filmimiz
genç Franz ve orta yaşlı Léopold arasında filizlenen aşk ile başlar. Daha sonra
bu ikilinin arasına Franz’ın eski sevgilisi Anna ile Léopold’un eski sevgilisi Véra
da katılır. Filmin başından itibaren kısıldığımız evin içi nihayet gelen
konuklarla birlikte biraz hareketlenmiş, Franz’ın melankolik ruh durumundan bir
nebze olsun sıyrılabilmişizdir.
Gay, biseksüel, trans gibi farklı yönelimlere ait kişilerin
tam olarak bir araya getirildiği, toplumun modernleşme adına tek tipleştirdiği
insanlarına ve yaşantı tarzına adeta nanik yapılan Gouttes d'eau sur pierres
brûlantes, tek kelimeyle kıskanılası bir film bana kalırsa. Ayrıca Ozon’un daha
sonra da iyice oturup vazgeçilmezi olacak ayna ve pencere kullanımları bu yolla
karakter bölünmesini dile getirmesi, az da olsa filmlerine sos niyetine
eklediği melankoli havası, adeta dile gelen yaklaşan ve uzaklaşan kamera
hareketleri gibi birçok alışkanlığını bu filmde net bir şekilde görebiliyoruz
Ozon’un.
2) Sous le sable (Kumun Altında) – 2000
Ozon, muhteşem oyuncu Charlotte Rampling’i başrole oturtarak
en başarılı filmlerinden birine daha kariyerinin başlarında imzasını atıyor.
Ozon, ilk sahne ile Michael Haneke’nin Funny Games filmini akla getirerek
çıkılan tatilin çok da huzurlu günlere ev sahipliği yapmayacağının sinyallerini
veriyor aslında. Üstelik yaşlı bir orta-üst sınıfa mensup çift ve bu çiftlerden
birinin Rampling olması da yine Haneke filmi izleri taşıyor. Fakat tabii ki
Ozon filminde asla Haneke filmlerindeki kadar bir sertlik karşımıza çıkmıyor
tahmin edileceği üzere.
Marie’nin kocasının aniden ortadan kaybolması ve Marie’nin
bu durumu kabullenemeyip, onun hayaliyle hayatına devam etmesi de takdir
edersiniz ki yeterince sinir bozucu bir durum. Ozon, Marie’nin kocası Jean’a ne
olduğunu da en azından biz seyirciler için çok kısa zamanda açık ediyor:
Fakültede öğretmen olan Marie, derste Virginia Woolf’un The Waves eserinden
parçalar okuyor. Bu eser ile tanışmayan seyirci bile Marie’nin okuduğu kısmın
Woolf’un intihar etmeden önce kocasına yazdığı mektup olduğunu anlayabiliyor.
Marie’nin her ne kadar bizler gibi gerçeği anlamasına rağmen
oynadığı oyunu sürdürerek Jean’ı en azından evin içinde hayalinde yaşatmasının
yanında bir yandan da kendini yeni ilişkilerin rüzgârından alıkoyamaması Ozon
filmlerinin neredeyse hepsinde vuku bulan üçlü ilişkiyi doğurur. Özellikle Sous
le sable’deki seks sahnelerinin Ozon’un son filmi L'amant double’de neredeyse
birebir tekrarlandığı inkâr edilemez.
Oyunculuklar, bitmek bilmeyen gerilim hissi, kamera
oyunları, baş döndüren kadraj içi kadraj kullanımı ve yine tabii ki olmazsa
olmaz pencere ve aynalar aracılığıyla yapılan oyunlar bu filmde de Ozon
marifetiyle bizlerle buluşuyor. Son olarak Ozon’un filmlerine yedirmeyi çok sevdiği
tıbbi bir mevzu da arz-ı endam ediyor karşımızda. Bu kez depresyon elbette.
Zira Woolf’un sirayet ettiği bir filmde depresyon değil de ne olacaktı değil
mi? Açıkçası Woolf’e çok büyük bir selam niteliğiyle de taşıyan bu eşsiz film
Rampling olmasaydı çok eksik kalırdı diyerek son noktayı koymak istiyorum.
3) Frantz – 2016
Ozon, yine estetik anlayışı, dili, bakışı, görüşü ile etkilemeyi
başarıyor. Ozon bu kez biz seyircileri, yıllar öncesine, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine götürüyor.
Savaşın, Almanya ile Fransa arasında geçen kısmıyla ilgilenen film,
mecburiyetten orduya yazılan bir Alman ve Fransız asker üzerinden yarattığı
çatışma ile tek kelimeyle çok etkileyici. Böylesine güçlü bir çatışma üzerine
kurulan filmde tüm karakterler oldukça anlamlı ve yerinde.
Oyunculuklar, karakterler, sinematografi, senaryo ve kurgu hepsi
ama hepsi tek kelimeyle kusursuz. Siyah- beyaz ile renkli görüntüler arasında
gidip gelen, bu yaptığıyla bile söyleyeceklerini dillendirmeye devam eden
Ozon’un en güzel yaptığı şeylerden biri ise şiiri, müziği, operayı, resmi
kısacası sanatı incelikle eserine nakşetmesi olsa gerek.
Filmini iki bölüm halinde düşünen Ozon, hikâyesinin ilk
bölümünü Almanya’da, ikinci bölümü ise daha çok Paris’te resmediyor. Ve
Almanya, ölüm sessizliği, acısı, yokluğu ile Paris ise daha çok tarihi, sanatı
ve kültürü ile öne çıkıyor. Özellikle Almanya’da geçen kısımda da sürekli bahsi
geçmesiyle Louvre Müzesi, ikinci kısımda bire bir olarak adeta kendini filme
konuk ediyor. Louvre Müzesi’ndeki Édouard Manet’in
Le Suicidé adlı tablosu filmin bir karakteri kadar etkili oluyor. Tabii müzeye
ve tabloya ek olarak müzik, roman, şiir, tiyatro ve opera filme ilmik ilmik
işleniyor.
Sanat ile ilgili
bitmek bilmez sohbetlere, yaratılan mükemmel atmosfer, çok iyi uyum sağlıyor.
Karakterlerin hüzünlü olduğu anlarda siyah-beyaz görüntülerin, mutlu
olduklarında ise renkli görüntülerin bizi karşılaması da Ozon’un yarattığı
estetik ile öylesine güzel uyum sağlıyor ki… İçimizi sızlatan dramıyla
ağızlarda barış ve kardeşlik tadı bırakan Frantz’ı izlerken gözyaşlarımıza
hâkim olamıyorsunuz. Nefret ile affetmek arasındaki ince çizgiyi başarıyla
çizen film insanlık dersi veren, etkileyici bir şiir okuyor biz seyircilere.
4) Swimming Pool (Havuz) – 2003
Dünyaca ünlü fakat mutsuz bir yazarın hem kafasını dinlemek
hem de yeni kitabını yazmak amacıyla Fransa’da bir eve inzivaya çekilmesiyle
başlar film. Editörünün olan eve gelen davetsiz misafir ile kırılma noktası
başlar. Artık ne Sarah (Charlotte Rampling) eski Sarah ne de yazdığı kitap
öncekiler gibidir. Julie’nin eve gelmesi ile Sarah’da başlayan ilk rahatsızlık
yerini alışmaya, benzemeye hatta işbirliğine kadar gider.
Birbirinden tamamıyla farklı olan iki karakteri aynı evin
içerisine koyan hatta genelde evin havuzunun başında onları buluşturan filmin
en büyük hamlelerinden biri bu güçlü çatışmadır hiç kuşkusuz. Zira Sarah ile
Jolie yaptıkları her hareketle uzlaşamaz iki noktayı temsil ederler adeta. Neredeyse
filmin genelinin tek mekânda geçmesi ve her an büyük bir patlamanın
yaşanacağını hissettiren gerilim unsura da filmi sürekli besler aynı zamanda.
Ozon’un yine tartışmasız en iyilerinden olan Swimming Pool,
en büyük hamlesini kesinlikle finalde yapıyor. Yaptığı büyük sürpriz ile
akıllarımıza sonu gelmez soruları bırakmaktan büyük keyif almayı biliyor Ozon.
Böylesine etkili bir final seyirci olarak defalarca filmi baştan sona
zihnimizde tekrardan ölçüp biçmemize böylece filmi hafızamızda tekrar tekrar
çekmemizi sağlıyor.
Ozon’un daha sonra çekip ödüllerle başarısını da
taçlandıracağı Dans la maison ile güçlü akrabalık izlerine rastlanan Swimming
Pool, sadece Ozon’a değil birçok yönetmene esin kaynağı olmayı başarır: Jafar
Panahi imzalı Perde filmini izlerken Swimming Pool’un akla gelmemesi mümkün
değildi bana kalırsa. Ki bu örnek dışında daha nicesi sayılabilir.
5) L'amant double (Tutku Oyunu) – 2017
Karın ağrılarından şikâyetçi olan Chloé Fortin(Marine Vacth),
doktorunun tavsiyesiyle en son çareyi psikanaliste gitmekte bulur. Paul Meyer (Jérémie Renier) isimli doktoru
ile gerçekleştirdiği seanslar sonucu çabucak iyileşen Chloé’nin rahatsızlığını
da böylece bir süreliğine önemsiz bir psikolojik durum olarak düşünürüz.
Fakat Chloé ile Paul arasında başlayan aşk ilişkisi Paul’un
ikiz kardeşi Louis Delord’un da hikâyeye dâhil olmasıyla erotizmin kol gezdiği,
gerilimin bir an bile eksilmediği bir yola evrilir. ABD’li yazar Joyse Carol
Oates’un Lives of Twins isimli romanından uyarlanan filmin sürpriz içinde
sürpriz barındırdığını ve ters köşe yapan bir finalle son bulduğunu da söylemek
gerek.
Hikâye kurgusu, seyirciyi soluksuz bırakan gizemler, sinsice
kendini saklayan sürprizler, ters köşe final, başarılı oyunculuklar ve ustalara
her anında gönderilen selamlar gibi methiyeleri olan film, kullandığı tüm
teknik detaylarla da hayranlığa davetiye çıkarıyor. Aynaların mahareti, kadraj
içinde kadrajın gizemli yanı, genelde kapalı mekânlarda geçmesiyle klostrofobi
duygusunun tetiklenmesi ilk akla gelecek detaylardan.
Bir de tabii ki
Ozon’un insan vücudunun mahrem yerlerine arsızca kamerasını sokması
unutulmamalı. Zira Ozon, sadece kamerasını yaklaştırmak ile kalmayıp vücudun en
gizemli kapısından içerilere kadar dalmaktan kendini alamıyor. Gerilim filmlerinin
usta isimlerinin yapımlarının en nadide parçalarından yararlanarak özgün bir
bütün ortaya çıkarmayı başaran Ozon, L'amant double ile özellikle sinefillere
keyifli hatırlatmalar da vaat ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder