2 Ağustos 2018 Perşembe

François Ozon Sineması



Çağdaş Fransız Sinemasının Vazgeçilmezi

1988 yılında kısa filmlerle sinema dünyasına adım atan Fransız yönetmen François Ozon, soluk bile almadan kariyer yolunu adımlayanlardan. 1997 yılına kadar birçok kısa filmi heybesine özenle yerleştiren Ozon, ilk uzun metraj filmiyle de yeteneğinin bir hevesten çok daha öte olduğunu ispatlar az çok. Yirmi yıldır alışılagelmişin çok daha üstünde bir üretim sergileyerek heybesini tıka basa dolduran yönetmenimiz, arada vasat yapımlara imza atsa da genel olarak parıldayan bir hazinedir onunki.

Ozon kariyerinin neden bu kadar başarılı bir çizgi yakaladığını düşünecek olursak; tüm filmlerinin senaryosunda adının geçmesi, çok başarılı oyuncularla çalışması ya da geleceği parlak oyuncuları keşfetmesi, oyuncu yönetimindeki maharet, kamera kullanımındaki akılları baştan alan yeteneği ilk akla gelenler sadece. Ozon sinematografi olarak kusursuz işler çıkardı bugüne kadar karşımıza hep. Bu kusursuzluğun ya da özgünlüğü yaratan en önemli etkenlerin başında ise kadraj açıları olmalı öyle değil mi? Kadraj içinde kadrajı yaratmadaki üstün performansı, ayna, pencere, kapı ve cam gibi imgelerden yararlanarak bizlere sunduğu görüntüler, seyirci olarak ağzımızın sularını akıtmaya yetti de arttı bile.

Usta İsimlerin Yolundan…

Peki, Ozon sadece bunlarla yetindi mi? Elbette hayır. Müzik kullanımından renk tercihlerine, edebiyattan ustaca nemalanmaya kadar her yönden kusursuzluğun temsili oldu. Birçok filminde edebi eserlerden uyarlama tercih eden Ozon, elbette bu tercihinin hakkını vermiştir. Ama Ozon ve etkilenme ya da esinlenme denilince akla daha çok usta yönetmenler ve onların tapılası filmografileri akla gelir. Zira Ozon, birçok usta ismin yolundan gitmeyi, filmlerinde onların başyapıtlarından esinlenmeler serpiştirmeyi, selam göndermeyi ihmal etmez. Özellikle Roman Polanski,  Alfred Hitchcock, Rainer Werner Fassbinder gibi isimlerin icraatları onun filmlerinin her bir parçasında kendine yer bulur.

Ozon filmografisinin olmazsa olmazlarından hatta en belirgin noktalarından biri de filmlerine özenle inşa ettiği kuir çatı elbette. Neredeyse her filminde Ozon, farklı cinsel yönelimlere yer vermiş hatta bazen Une nouvelle amie’de yaptığı kadar kafaları aşırı karıştırmaktan da kendini alamamıştır. Sadece farklı cinsel yönelimlere yer vermekle kalmamış cinselliği iki kişi arasında yaşanan bir icraat olmaktan çıkarıp, hayali ya da rüyada bile olsa her filminde mutlaka üçlü bir durumu inşa etmeyi başarır.

Âşık Olunası Bir Hazine

Cinsellik konusundaki bu cesur hamleleriyle de Pedro Almodovar ile Xavier Dolan sineması ile olan flörtünü görmezden gelmek olmaz. Yalnız tüm bu gökkuşağının içine imtinayla yerleştirdiği gerilim unsurları ve kim ne derse desin melankoliyi tariften eksik etmemesi onun sinemasının özgün yanının en güçlü dayanakları. Sanatın her dalı ile olan yakın münasebeti, bilimin özellikle tıp alanından çekinmeden nemalanması da elbette asla unutulmaması gerekenlerden.

Şimdiden on sekiz uzun metraj filme imza atmış, üretkenlik konusunda eline su dökülmeyecek olan Ozon’un sinemasını ikiye ayırabiliriz ilk dönemlerin daha başarılı ve daha özgün olması sebebiyle. Lakin benim açımdan birkaç film hariç Ozon filmografisi âşık olunası bir hazine. Bu nedenle on sekiz film içinden takdir edersiniz ki beş film seçebilmek dünyanın en zor işlerinden biri. Ben de bu seçimde işin içinden çıkamayacağımı anlayınca çok sevdiklerim içerisinden bir nevi tombala oynadım. Yoksa asla karar veremeyecektim. Bu nedenle koltuğa dâhil edemediğim Sitcom, 8 Femmes, 5 x2, Le temps qui reste, Potiche, Dans la maison, Jeune & jolie gibi filmlere sonsuz sevgimi buradan dillendirmeyi bir borç bilirim.

1) Gouttes d'eau sur pierres brûlantes (Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları) - 2000

François Ozon’un ilk dönem harikalarından Gouttes d'eau sur pierres brûlantes, değeri azımsanmayacak filmlerden. Bu başarıda ilk olarak Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden Rainer Werner Fassbinder’in kaleme aldığı senaryonun etkisini kabul etmek gerek.

 Fassbinder gibi tabuları yıkan, aykırı bir sinemanın mimarının tiyatro oyunu olarak yazdığı senaryo, Ozon gibi Fassbinder ve daha nice ustanın yolundan yürüyen yönetmenin gözüyle perdeye taşınan bir film karşımızdaki. Özellikle cinsellik anlamında hem kendi hayatlarında hem de icra ettikleri sanat alanında yeni bir soluğun, özgürlüğün temsilcisi olan hayran olunası ikili, tüm maharetlerini bu müstesna filme aşılamaktan kendilerini alamamış olmalılar.

Dram ile komedinin kol kola bir dans sergilediği filmin, başta müzik olmak üzere renk, görüntü, kadraj ve kamera oyunlarıyla adeta seyirciyi ihya ettiği asla yadsınamaz. Baştan sona tek mekânda geçen filmimiz genç Franz ve orta yaşlı Léopold arasında filizlenen aşk ile başlar. Daha sonra bu ikilinin arasına Franz’ın eski sevgilisi Anna ile Léopold’un eski sevgilisi Véra da katılır. Filmin başından itibaren kısıldığımız evin içi nihayet gelen konuklarla birlikte biraz hareketlenmiş, Franz’ın melankolik ruh durumundan bir nebze olsun sıyrılabilmişizdir.

Gay, biseksüel, trans gibi farklı yönelimlere ait kişilerin tam olarak bir araya getirildiği, toplumun modernleşme adına tek tipleştirdiği insanlarına ve yaşantı tarzına adeta nanik yapılan Gouttes d'eau sur pierres brûlantes, tek kelimeyle kıskanılası bir film bana kalırsa. Ayrıca Ozon’un daha sonra da iyice oturup vazgeçilmezi olacak ayna ve pencere kullanımları bu yolla karakter bölünmesini dile getirmesi, az da olsa filmlerine sos niyetine eklediği melankoli havası, adeta dile gelen yaklaşan ve uzaklaşan kamera hareketleri gibi birçok alışkanlığını bu filmde net bir şekilde görebiliyoruz Ozon’un.




2) Sous le sable (Kumun Altında) – 2000

Ozon, muhteşem oyuncu Charlotte Rampling’i başrole oturtarak en başarılı filmlerinden birine daha kariyerinin başlarında imzasını atıyor. Ozon, ilk sahne ile Michael Haneke’nin Funny Games filmini akla getirerek çıkılan tatilin çok da huzurlu günlere ev sahipliği yapmayacağının sinyallerini veriyor aslında. Üstelik yaşlı bir orta-üst sınıfa mensup çift ve bu çiftlerden birinin Rampling olması da yine Haneke filmi izleri taşıyor. Fakat tabii ki Ozon filminde asla Haneke filmlerindeki kadar bir sertlik karşımıza çıkmıyor tahmin edileceği üzere.

Marie’nin kocasının aniden ortadan kaybolması ve Marie’nin bu durumu kabullenemeyip, onun hayaliyle hayatına devam etmesi de takdir edersiniz ki yeterince sinir bozucu bir durum. Ozon, Marie’nin kocası Jean’a ne olduğunu da en azından biz seyirciler için çok kısa zamanda açık ediyor: Fakültede öğretmen olan Marie, derste Virginia Woolf’un The Waves eserinden parçalar okuyor. Bu eser ile tanışmayan seyirci bile Marie’nin okuduğu kısmın Woolf’un intihar etmeden önce kocasına yazdığı mektup olduğunu anlayabiliyor.

Marie’nin her ne kadar bizler gibi gerçeği anlamasına rağmen oynadığı oyunu sürdürerek Jean’ı en azından evin içinde hayalinde yaşatmasının yanında bir yandan da kendini yeni ilişkilerin rüzgârından alıkoyamaması Ozon filmlerinin neredeyse hepsinde vuku bulan üçlü ilişkiyi doğurur. Özellikle Sous le sable’deki seks sahnelerinin Ozon’un son filmi L'amant double’de neredeyse birebir tekrarlandığı inkâr edilemez.

Oyunculuklar, bitmek bilmeyen gerilim hissi, kamera oyunları, baş döndüren kadraj içi kadraj kullanımı ve yine tabii ki olmazsa olmaz pencere ve aynalar aracılığıyla yapılan oyunlar bu filmde de Ozon marifetiyle bizlerle buluşuyor. Son olarak Ozon’un filmlerine yedirmeyi çok sevdiği tıbbi bir mevzu da arz-ı endam ediyor karşımızda. Bu kez depresyon elbette. Zira Woolf’un sirayet ettiği bir filmde depresyon değil de ne olacaktı değil mi? Açıkçası Woolf’e çok büyük bir selam niteliğiyle de taşıyan bu eşsiz film Rampling olmasaydı çok eksik kalırdı diyerek son noktayı koymak istiyorum.




3) Frantz – 2016

Ozon, yine estetik anlayışı, dili, bakışı, görüşü ile etkilemeyi başarıyor. Ozon bu kez biz seyircileri, yıllar öncesine,  Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine götürüyor. Savaşın, Almanya ile Fransa arasında geçen kısmıyla ilgilenen film, mecburiyetten orduya yazılan bir Alman ve Fransız asker üzerinden yarattığı çatışma ile tek kelimeyle çok etkileyici. Böylesine güçlü bir çatışma üzerine kurulan filmde tüm karakterler oldukça anlamlı ve yerinde.

Oyunculuklar, karakterler, sinematografi, senaryo ve kurgu hepsi ama hepsi tek kelimeyle kusursuz. Siyah- beyaz ile renkli görüntüler arasında gidip gelen, bu yaptığıyla bile söyleyeceklerini dillendirmeye devam eden Ozon’un en güzel yaptığı şeylerden biri ise şiiri, müziği, operayı, resmi kısacası sanatı incelikle eserine nakşetmesi olsa gerek.

Filmini iki bölüm halinde düşünen Ozon, hikâyesinin ilk bölümünü Almanya’da, ikinci bölümü ise daha çok Paris’te resmediyor. Ve Almanya, ölüm sessizliği, acısı, yokluğu ile Paris ise daha çok tarihi, sanatı ve kültürü ile öne çıkıyor. Özellikle Almanya’da geçen kısımda da sürekli bahsi geçmesiyle Louvre Müzesi, ikinci kısımda bire bir olarak adeta kendini filme konuk ediyor. Louvre Müzesi’ndeki Édouard Manet’in Le Suicidé adlı tablosu filmin bir karakteri kadar etkili oluyor. Tabii müzeye ve tabloya ek olarak müzik, roman, şiir, tiyatro ve opera filme ilmik ilmik işleniyor.

 Sanat ile ilgili bitmek bilmez sohbetlere, yaratılan mükemmel atmosfer, çok iyi uyum sağlıyor. Karakterlerin hüzünlü olduğu anlarda siyah-beyaz görüntülerin, mutlu olduklarında ise renkli görüntülerin bizi karşılaması da Ozon’un yarattığı estetik ile öylesine güzel uyum sağlıyor ki… İçimizi sızlatan dramıyla ağızlarda barış ve kardeşlik tadı bırakan Frantz’ı izlerken gözyaşlarımıza hâkim olamıyorsunuz. Nefret ile affetmek arasındaki ince çizgiyi başarıyla çizen film insanlık dersi veren, etkileyici bir şiir okuyor biz seyircilere.




4) Swimming Pool (Havuz) – 2003

Dünyaca ünlü fakat mutsuz bir yazarın hem kafasını dinlemek hem de yeni kitabını yazmak amacıyla Fransa’da bir eve inzivaya çekilmesiyle başlar film. Editörünün olan eve gelen davetsiz misafir ile kırılma noktası başlar. Artık ne Sarah (Charlotte Rampling) eski Sarah ne de yazdığı kitap öncekiler gibidir. Julie’nin eve gelmesi ile Sarah’da başlayan ilk rahatsızlık yerini alışmaya, benzemeye hatta işbirliğine kadar gider.

Birbirinden tamamıyla farklı olan iki karakteri aynı evin içerisine koyan hatta genelde evin havuzunun başında onları buluşturan filmin en büyük hamlelerinden biri bu güçlü çatışmadır hiç kuşkusuz. Zira Sarah ile Jolie yaptıkları her hareketle uzlaşamaz iki noktayı temsil ederler adeta. Neredeyse filmin genelinin tek mekânda geçmesi ve her an büyük bir patlamanın yaşanacağını hissettiren gerilim unsura da filmi sürekli besler aynı zamanda.

Ozon’un yine tartışmasız en iyilerinden olan Swimming Pool, en büyük hamlesini kesinlikle finalde yapıyor. Yaptığı büyük sürpriz ile akıllarımıza sonu gelmez soruları bırakmaktan büyük keyif almayı biliyor Ozon. Böylesine etkili bir final seyirci olarak defalarca filmi baştan sona zihnimizde tekrardan ölçüp biçmemize böylece filmi hafızamızda tekrar tekrar çekmemizi sağlıyor.

Ozon’un daha sonra çekip ödüllerle başarısını da taçlandıracağı Dans la maison ile güçlü akrabalık izlerine rastlanan Swimming Pool, sadece Ozon’a değil birçok yönetmene esin kaynağı olmayı başarır: Jafar Panahi imzalı Perde filmini izlerken Swimming Pool’un akla gelmemesi mümkün değildi bana kalırsa. Ki bu örnek dışında daha nicesi sayılabilir.





5) L'amant double (Tutku Oyunu) – 2017

Karın ağrılarından şikâyetçi olan Chloé Fortin(Marine Vacth), doktorunun tavsiyesiyle en son çareyi psikanaliste gitmekte bulur.  Paul Meyer (Jérémie Renier) isimli doktoru ile gerçekleştirdiği seanslar sonucu çabucak iyileşen Chloé’nin rahatsızlığını da böylece bir süreliğine önemsiz bir psikolojik durum olarak düşünürüz.

Fakat Chloé ile Paul arasında başlayan aşk ilişkisi Paul’un ikiz kardeşi Louis Delord’un da hikâyeye dâhil olmasıyla erotizmin kol gezdiği, gerilimin bir an bile eksilmediği bir yola evrilir. ABD’li yazar Joyse Carol Oates’un Lives of Twins isimli romanından uyarlanan filmin sürpriz içinde sürpriz barındırdığını ve ters köşe yapan bir finalle son bulduğunu da söylemek gerek.

Hikâye kurgusu, seyirciyi soluksuz bırakan gizemler, sinsice kendini saklayan sürprizler, ters köşe final, başarılı oyunculuklar ve ustalara her anında gönderilen selamlar gibi methiyeleri olan film, kullandığı tüm teknik detaylarla da hayranlığa davetiye çıkarıyor. Aynaların mahareti, kadraj içinde kadrajın gizemli yanı, genelde kapalı mekânlarda geçmesiyle klostrofobi duygusunun tetiklenmesi ilk akla gelecek detaylardan.

Bir de tabii ki Ozon’un insan vücudunun mahrem yerlerine arsızca kamerasını sokması unutulmamalı. Zira Ozon, sadece kamerasını yaklaştırmak ile kalmayıp vücudun en gizemli kapısından içerilere kadar dalmaktan kendini alamıyor. Gerilim filmlerinin usta isimlerinin yapımlarının en nadide parçalarından yararlanarak özgün bir bütün ortaya çıkarmayı başaran Ozon, L'amant double ile özellikle sinefillere keyifli hatırlatmalar da vaat ediyor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder