3 Ağustos 2018 Cuma

Aki Kaurismäki Sineması



“Umut olmadığı zaman artık kötümserliğinde bir anlamı yoktur.”

Yukarıdaki sözlerin sahibi 1957 Orimattila doğumlu, Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki, gazetecilik okuduktan sonra yönetmen olan abisi Maki Kaurismäki’nin filmlerinde oyunculuk ve senaryo yazarlığı yaparak sinema dünyasına adım atar. Film derneklerinde çalışmalarda da bulunan Kaurismäki, 1981 yılında bir belgesel film ile yönetmenlik kariyerine de çok geçmeden başlar. O günden itibaren soluksuz bir üretim sürecine giren Kaurismäki, gittikçe ülkesinin sınırlarını aşarak tüm dünyaya adını duyuran, birçok festivalde boy gösterip ödüllere boğulan isim olmayı başarır. Şu an Finlandıya’nın tartışmasız en iyi, Avrupa’nın da sayılı isimlerinden biri olan bu nevi şahsına münhasır yönetmenimiz anlatmakla bitmeyecek denli de renkli bir kişiliğe ve özgün bir sinemaya sahip.

Filmografisini genelde üçlemeler üzerinden şekillendiren Kaurismäki’nin tamamlanmış iki üçlemesinin yanında devam eden son üçlemesi de vardır.
İşçi (Proletarya) Üçlemesi
*Varjova Paratiisisa (Cennetteki Gölgeler) – 1986
*Ariel – 1988
*Tulitikkutehtaan Tyttö (Kibritçi Kız) – 1990

Leningrad Cowboys Üçlemesi

Finlandiya Üçlemesi
*Kouas Pilvet Karkaovat (Sürüklenen Bulutlar) – 1996
*Mies Vailla Menneisyyttö (Geçmişi Olmayan Adam) – 2002
*Laitokoupungin Valot (Alacakaranlıktaki Işıklar) – 2006

Mülteci Üçlemesi
*Le Havre (Umut Limanı) – 2011
*Toivan Tualla Pualen (Umudun Öteki Yüzü) – 2017
*…

Ülkesiyle oldukça büyük derdi olduğu her filminden açıkça anlaşılan Kaurismäki, sivri dilini, alaycı tavrını konuşturmaktan asla imtina etmez. Birçok açıdan refah düzeyinin yüksek olduğunu düşündüğümüz Finlandiya’yı Kaurismäki filmlerinden tanımak bambaşka bir izlenim. Zira asla üst sınıfı odağına almayan (bu sınıfı odağına almayı bırak onlara diyalog bile yazmayı düşünemediğini söyler Kaurismäki ) hatta yakınlarından bile olsa da kamerayı geçirmeyen, adeta onları görünmez kılan Kaurismäki, alt sınıfın yaşadığı hayat üzerinden bu sınıfın varlığına sebep olan devlet sistemini ve bu sistemin tüm aygıtlarını ifşa eder, yerden yere vurur. Tüm bunları yaparken de gözünü budaktan sakınmayan, dilini korkak alıştırmayan, cesaretiyle kendine hayran bırakan bir isim. Bunda elbette en keskin görüşlü modern yönetmenlerden biri olmasının da payı var.Kaurismäki'nin filmlerinde karakterlerine sürekli sigara içirmesinde bile sigarayı çok sevmesinin yanında Finlandiya hükümetinin koyduğu sigara yasaklarını protesto etme amacı var. Her yakılan sigara ile aslında bir nevi karakterlerine bir slogan attırır diye düşünebiliriz pek tabii.

“Aslında New York Film Festivali’ni severim. Benim boykotum ABD hükümetine. Abbas’a giriş izni verilmediğini duyduğumda elimde biletimle havaalanındaydım. Düşündüm ki eğer Amerikan hükümeti İranlı bir sinemacıyı istemiyorsa, o zaman bir Finli’yi de istemez. İstenmediğim bir yere gitmemi beklemiyorsunuz herhalde?”

Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere Kaurismäki'nin derdi sadece Finlandiya ya da Avrupa değil. Kaurismäki, haksızlığın olduğu her yerde tepkisini ortaya koymaktan çekinmeyen, gözünü budaktan sakınmayan bir isim. Yaptığı tek protesto festivale gitmek de değil elbet. 2003 yılında Geçmişi Olmayan Adam filmi Oscar'da Yabancı Dilde En İyi Film ödülüne aday gösterilmesine rağmen törene savaş halindeki bir ülkeye gitmek istemediğini belirterek katılmadı. Bir sonraki filmi Alacakaranliktaki Işıklar da Finlandiya'nın aynı dal için adayı oldu. Kaurismäki ödülleri yine boykot etti ve adaylığı ABD Başkanı George W. Bush'un dış politikalarını protesto amacıyla reddetti



Yalın ve disiplinli bir anlatımı tercih eden Kaurismäki, süsten uzak bir sinema anlayışını benimser. Oyuncularından da bu sadeliği isteyerek asla rol yapmamalarını, fazlasıyla ifadesiz oyunculuklar talep eder. Zaten profesyonel oyuncularla çalışmayı da bu yüzden talep etmez. Takıntılı bir şekilde birçok auteur yönetmen gibi aynı oyuncularla çalışmayı tercih eder yıllardır. Kati Outinen ise onun asla vazgeçemediklerindendir. 

Karakter yaratımında ise spesifik bir karakter yaratmaktansa daha genel hatta tüm Finlandiya halkını bünyesinde taşıyabilecek karakterler çizer. Böylelikle filmlerini izleyen seyircinin hepsinin kendinden bir şeyler bulmasını sağlamak ister. Aynı zamanda karakterlerinin bazı yönlerini de çok ortak oluşturur. Mesela genelde başkarakterler ya orta sınıftan gelir ama alt sınıf ile bir şekilde buluşur ve hayatı olumlu yönde değişir. Ya da alt sınıftan bir karakter üst sınıfa geçmeye çalışır ve hayatı tepetaklak olur. Bu duruma da Kaurismäki’nin adalet kılıcı desek teşbihte hata yapmayız sanırım.

Oyuncu ve karakter yaratımında bu seçimleri yapan yönetmenimiz filmlerin zamanı konusunda da oldukça belirsiz bir durum ortaya koyar. Zamansız filmler çekiyor diyebileceğimiz Kaurismäki, özellikle bazı meta ve mekânlar kullanmaktan asla vazgeçmez. Klasik otomobil, transitörlü radyo, müzik kutusu, mukavva bavul, anakronik tarzda döşenmiş mekânlar... Tüm bunlar ve daha da fazlası Kaurismäki sinemasının vazgeçilmezlerindendir. Fakat bazen de tüm bu retro dünyanın içerisine günümüzden bir parçayı yerleştirerek karmaşa yaratmakta da üstüne yoktur bu hınzır adamın. Örneğin Juha filminde oldukça retro döşenmiş mutfakta sırıtan mikro dalga fırını fark etmemek ne mümkün.

Kaurismäki, bu başına buyruk tarzını müzik kullanımında da sürdürür hiç kuşkusuz. Filmlerinde oldukça fazla müzik kullanan yönetmenlerden biri olarak anabileceğimiz bu adam kimi zaman transitörlü radyodan kimi zaman bir plaktan, müzik kutusundan kimi zaman da sokak sanatçılarından duyduğumuz enfes müzikleri ile biz seyircileri ihya eder. İşte bu sebeple her filminin aynı zamanda bir albüm niteliği de taşımasını sağlayan Kaurismäki, tam da kendinden bekleneceği üzere belli bir türden beslenmez. 18. Ve 19. yüzyıl operaları, 19. ve 20. yüzyıl klasik senfoni, geleneksel folk şarkıları, pop, blues, rock, twist, punk ve daha niceleri… Tüm bu türlerden muhteşem müziklerle her an ihya olmamak elde değil kuşkusuz.

Tüm filmlerinde yönetmen, senarist, yapımcı olarak imzasını atan Kaurismäki, filmografisinden edebiyat uyarlamalarına da yer vermeyi ihmal etmez. Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’dan, Andersen’in büyük bir trajediden beslenen eseri Kibritçi Kız’dan Shakespeare’in başyapıtlarından Hamlet’e kadar birçok önemli eseri kendi tarzında uyarlayarak çok başarılı filmlere imza atar. Özellikle Kibritçi Kız, onunla anılan en önemli eserlerden biridir ne de olsa.

Sinemasıyla çokça Robert Bresson’a benzetilen Kaurismäki’yi izlerken benim aklıma özellikle mekân kullanımı, oyunculuk, teknik kullanımdaki sadelik, minimalizm gibi pek çok yönden Fransız yönetmen Jacques Tati’yi de hatırlatır. Süslü kamera oyunlarından, şova soyunan kurgudan, dramatizasyondan, gerilim ve heyecan dolu sahnelerden de özellikle kaçınır.


1) Toivon tuolla puolen (Umudun Öteki Yüzü) - 2017

Son dönem Suriye iç savaşı nedeniyle mülteci krizinin tüm Avrupa’ya yayılması üzerine Avrupalı yönetmenlerin bunu sinemalarına taşımaları da çok uzun sürmedi. 2016 İtalyan belgesel filmi Fuocoammare, 2017 yapımı Macar filmi Jupiter Holdja yakın zamanda ilk akla gelenler. Böyle bir ortamda Le Havre filmiyle başladığı üçlemesinin adını değiştirerek mülteci üçlemesine yönelen Kaurismäki, Suriyeli bir mülteci üzerinden mültecilik olgusuna kendi tarzında bir bakış sunuyor.

Halepli Khaled (Sherwan Haji) kız kardeşi ile birlikte tüm ailesinin cenazesini kaldırmış, acılı bir savaş mağdurudur. Avrupa’ya kaçarken kız kardeşi ile kaybeden Khaled’in tek amacı onu tekrar bulmak olur. Tesadüf eseri yolu Finlandiya’ya düşen karakterimiz hem sığınma talep edecek hem de kardeşini bulma çabalarına ara vermeden devam edecektir.

Fakat bu süreçte Khaled’in yaşadığı trajediden çok Kaurismäki, bizleri ülkesinin bürokrasisine, ikiyüzlü, riyakâr tarafını izlemeye ortak eder. Ülkesine sığınan mülteciyi savaşın hunharca devam ettiği Halep’e tekrar göndermekte sakınca görmeyen, üstelik bunu utanmazca dayanaklandıran, her türlü sahteliğin, dalaverenin döndüğü devlet sistemini, bu sisteme inancı kalmamış devletin çalışanlarını gözler önüne büyük bir zevkle serer özellikle bu filminde Kaurismäki. Sadece devlet yapısıyla da kalmaz yabancılara nefretle yaklaşan ırkçı Finlandiyalıları da hedefine almaktan geri durmaz.

Kendi ülkesini bu ve bunun gibi birçok açıdan yerden yere vuran Kaurismäki, mülteci karakterini ise fazlasıyla karizmatik, cool bir şekilde perdeye yansıtır. Hatta ilk tanıştığımız andan itibaren perdede hem görünüş hem de akıl, karakter anlamında devleşmesini sağlayan bir yol izler. Öyle ki bir yanda cenazesini kaldırdığı Finlandiya adaleti, bürokrasisi bir yanda da umudu hep diri tutan adeta yeniden doğumu, yeni bir başlangıcı temsil eden mülteciler arz-ı endam eder karşımızda. Neredeyse her filminde olduğu gibi yine sonunda umudun hep var olduğunu haykıran Toivon tuolla puolen, bu yıl Berlinale’de ona En İyi Yönetmen ödülünü de kazandırdı Kaurismäki’ye.




2)Le Havre (Umut Limanı) – 2011

Mülteci üçlemesinin ilk filmi olan Le Havre, Finlandiya’dan uzakta Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda derin yaralar almış, neredeyse baştan inşa edilmiş bir liman kasabasında geçer. Kaurismäki’nin burayı tercih etmesinin en büyük sebeplerinden biri ise mülteci geçişine müsait olan yerlerden biri olması olur.

Uzun bir süre hayatını Paris’te bohem bir hayat yaşayarak geçiren Marcel Marx’ı tanımamız ile başlayan film, onun karısı, yolu bir şekilde kesişen Afrikalı mülteci çocuk ve Marx’ın yaşadığı varoş mahallenin sakinleriyle devam eder. Mutlu bir aile hayatının hastalık ile yara alması, mülteci çocuğun varlığıyla devam ederken yine Avrupa’nın görünenin arkasındaki asıl yüzüyle buluşulur. Bir mülteci çocuğun arkasında tüm teşkilatını teyakkuza geçiren zavallı devletin karşısında dayanışma ruhunu hâlâ taşıyan mahalle sakinleri dikilir. Toivon tuolla puolen’deki gibi devletin içerisinde bile bozulmamış, hislerini koruyan tek tük insanların olduğu Le Havre aynı zamanda da yine umut var diye haykıranlardan.

Le Havre, kaçıp kovalama serüveninden dolayı kara film, Marcel ile karısı Arletty arasındaki ilişki üzerinden de melodram olabilen bir yapıya sahip. Gerçek hayatta olmayacak mucizelerin gerçekleştiği (İdrissa’nın polislerin elinden göz göre göre kaçışı, Arletty’nin ölümün pençesinden kurtulup iyileşmesi…) Le Havre,  tüm Kaurismäki filmlerinde olduğu gibi umut dolu bir final ile veda ediyor seyircilerine. Seyircisini acıyla hemhal etmemek amacıyla elinden geleni yapan Kaurismäki, bir yandan da görüp duyduğu hiçbir gerçekten de kaçınmayarak sorumluluğunu yerine getiriyor her daim olduğu gibi.

Tüm bunlara ek olarak dekor olduğunu sırıtan mekânları, doygun renkleri, eşsiz müzikleri ile Kaurismäki sinemasının belli başlı tüm alışkanlıklarıyla karşımızda Le Havre.




3) Mies vailla menneisyyttä (Geçmişi Olmayan Adam) – 2002

Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü'nü kazanan bu film ile tanınırlılığını daha da arttıran Kaurismäki, bir yeniden doğuş hikâyesi ile bizleri buluşturur. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir adamın birkaç kişi tarafından hunharca dövülüp soyulması ile karşılaştığımız karakterimiz bu anlardan sonra hafızasını kaybederek tıpkı biz seyirciler gibi büyük bir bilinmezliğin içine düşer. Neyseki Finlandiya'nın en çok itelenmiş insanları tarafından bulunup sahiplenilir bu kayıp adam.

Kaurismäki, her filminde odağına aldığı alt sınıfı bu filminde daha da öteye götürerek uçurumun kenarındaki evsizlere götürür bu kez kamerasını. Barakalarda yaşayan ya da tamamen evsiz olan insanlarla yeni bir hayata, aşka, işe ve en önemlisi mutluluğa kavuşan karakterimizin yaşadıklarını tanık olmak oldukça keyiflidir. Zira karakterin yaşadığı durumu asla bir trajediye dönüştürmeyen Kaurismäki, her filminde olduğu gibi mizah duygusunu elden bırakmayarak yüzümüzdeki tebessümü eksik etmez. Bunu yaparken de elbette hemhal olduğumuz sınıf üzerinden bir duygu sömürüsü yapmaz. 

Alt sınıfın dayanışma ruhunu, hırslardan uzak bohem hayat anlayışını kutsayan Mies vailla menneisyyttä, seyircinin belki de en çok düşünüp sorgulamasını sağlayan filmlerden biri. Müziğin Kaurismäki filmlerinin içerisinde en çok yer bulduğu  Mies vailla menneisyyttä, yine Finlandiya'nın arka yüzüne de en çok bakmamızı sağlayanlardan sanırım. Bir başka yönetmenin elinde büyük bir trajediye, duygu sömürüsüne ya da akıl oyunlarına dönüşebilecek hikâyeyi tam da ondan beklenildiği gibi bambaşka bir hale büründüren  Kaurismäki, aldığı ödülleri fazlasıyla hak etmekte. 




4) Tulitikkutehtaan tyttö (Kibritçi Kız) – 1990

Oh, nasıl da bütün o tatlı rüyalarımı asılsız hayallere çevirdin.
Gözlerim soğuk zalim toprağı görüyor.
 Aşkımın çiçeği öldü ve soğuk güvenimi öldürdü.
Her şeyini verdiğinde eline geçen sadece hayal kırıklığıysa...
Anıların yükü taşınamayacak kadar ağırlaşır.
Aşkın çiçeği artık parlamayacak.
Donuk gözlerin ve soğuk gülüşün onu soldurdu.
Her şeyini verdiğinde eline geçen sadece hayal kırıklığıysa...

Finalinde bu şarkı sözleriyle seyirciye veda eden Tulitikkutehtaan tyttö, Kaurismäki’nin işçi üçlemesinin son halkası. Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in unutulmaz masalı Kibritçi Kız’ın serbest bir uyarlaması olan bu film, bir nevi bir büyüme hikâyesi olarak da okunabilir. Zira bir genç kız olarak yaşadığı tüm zorluklara ve itilmişliğe rağmen hayalleriyle soluk alan İris, her ne kadar uzunca bir süre hayallerine tutunmaya çalışsa da başarılı olamaz. Hayatının en büyük hayal kırıklıkları sonucunda bir anda masal dünyasından çıkarak gerçek dünyaya geçiş yapar İris. Fakat büyümek onu fazlasıyla incitmiş olacak ki onu büyütenlerden intikam almakta mani görmez asla.

İris, tıpkı masallardaki gibi beyaz atlı prensini bulup hem aşkı tatmayı hem de yaşadığı sefil hayattan kurtulmayı, sınıf atlamayı hayal eder. Ama İris, bir Kaurismäki, filminin karakteridir. Ve Kaurismäki, sınıf atlama hayali kuran karakterlerini en ağır şekilde cezalandırır hiç kuşkusuz. Zira üst sınıftan nefret eder ve bu sınıftan olan ya da o sınıfa geçmek isteyen kendi yarattığı başkarakteri olsa da durum değişmez. İris, büyük bir hataya düşmüştür ve artık onu kimse kurtaramaz ne yazık ki… Kaurismäki, oldukça hunharca hırpalar İris’i filmde. En ağır, sert büyümelerden birine maruz kalan İris de bu zor sınavdan sonra intikam ateşini ateşler. Üstelik tam da alt sınıfın kullanacağı, düşük maliyetli bir yöntemle…

Film, tıpkı yıllarca çocuklara okutulan fakat aslında oldukça sert, trajik bir yapıya sahip Kibritçi Kız masalı gibi hayal dünyasının dehlizlerinde başlayıp kan dondurucu bir intikama dönüşmekte geç kalmaz. Hatta Tulitikkutehtaan tyttö, bu anlamda Kaurismäki’nin de mizahından en az beslenen, finalinde bile umudu veremeyen filmidir.




5) Rikos ja rangaistus (Suç ve Ceza) – 1983

Mezbahadan bir sahne ile açılan Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’nın bir serbest uyarlaması olan Rikos ja rangaistus, aynı zamanda Kaurismäki’nin de ilk uzun metrajı. Bu mezbahada izlediğimiz katliam görüntüleri ve başkarakter Rahikainen’in öldürdüğü böcek, filmde yaşanılacak cinayetin bir öncülü adeta. Ne de olsa romanda Raskolnikov, hedefindeki tefeci kadından hep sinsi bir böcek olarak bahseder.

Filmdeki kahramanımız Rahikainen, romandaki Raskolnikov gibi cinayeti para için değil çok daha mühim bir mesele uğruna işler. Fakat her ne kadar ortada kişisel bir mevzu olsa da sınıf meselesi üzerinden okumak mümkün filmi. Ne de olsa filmde öldürülen kan emici bir tefeci değil ama günümüzün tefecisi olarak da düşünülebilecek şirket sahibi bir burjuvadır. Kaurismäki, henüz ilk filminde üst sınıfa olan öfkesini kusmaya, onları cezalandırmaya başlar. İlk sahneden ölen adam, Kaurismäki’nin görmeye bile tahammül üst sınıfın temsili olarak yer alır.

Filmin esas amacı da bir cinayet filmindeki gibi ipuçlarını takip ederek çözüme kavuşmak değil. Zira tıpkı Le Havre filminde göz göre göre kaçan mülteci çocuk gibi Rahikainen de her fırsatta göz göre göre kaçıp yakayı kurtarır bir şekilde. Mevzu kaçıp-kovalamanın ötesinde Finlandiyalılar başta olmak üzere tüm insanlığa.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder