“Umut olmadığı zaman artık kötümserliğinde bir anlamı
yoktur.”
Yukarıdaki sözlerin sahibi 1957 Orimattila doğumlu,
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki, gazetecilik okuduktan sonra yönetmen olan
abisi Maki Kaurismäki’nin filmlerinde oyunculuk ve senaryo yazarlığı yaparak
sinema dünyasına adım atar. Film derneklerinde çalışmalarda da bulunan Kaurismäki,
1981 yılında bir belgesel film ile yönetmenlik kariyerine de çok geçmeden
başlar. O günden itibaren soluksuz bir üretim sürecine giren Kaurismäki,
gittikçe ülkesinin sınırlarını aşarak tüm dünyaya adını duyuran, birçok
festivalde boy gösterip ödüllere boğulan isim olmayı başarır. Şu an
Finlandıya’nın tartışmasız en iyi, Avrupa’nın da sayılı isimlerinden biri olan
bu nevi şahsına münhasır yönetmenimiz anlatmakla bitmeyecek denli de renkli bir
kişiliğe ve özgün bir sinemaya sahip.
Filmografisini genelde üçlemeler üzerinden şekillendiren Kaurismäki’nin
tamamlanmış iki üçlemesinin yanında devam eden son üçlemesi de vardır.
İşçi (Proletarya) Üçlemesi
*Varjova Paratiisisa (Cennetteki Gölgeler) – 1986
*Ariel – 1988
*Tulitikkutehtaan Tyttö (Kibritçi Kız) – 1990
Leningrad Cowboys Üçlemesi
Finlandiya Üçlemesi
*Kouas Pilvet Karkaovat (Sürüklenen Bulutlar) – 1996
*Mies Vailla Menneisyyttö (Geçmişi Olmayan Adam) – 2002
*Laitokoupungin Valot (Alacakaranlıktaki Işıklar) – 2006
Mülteci Üçlemesi
*Le Havre (Umut Limanı) – 2011
*Toivan Tualla Pualen (Umudun Öteki Yüzü) – 2017
*…
Ülkesiyle oldukça büyük derdi olduğu her
filminden açıkça anlaşılan Kaurismäki, sivri dilini, alaycı tavrını
konuşturmaktan asla imtina etmez. Birçok açıdan refah düzeyinin yüksek olduğunu
düşündüğümüz Finlandiya’yı Kaurismäki filmlerinden tanımak bambaşka bir
izlenim. Zira asla üst sınıfı odağına almayan (bu sınıfı odağına almayı bırak
onlara diyalog bile yazmayı düşünemediğini söyler Kaurismäki ) hatta
yakınlarından bile olsa da kamerayı geçirmeyen, adeta onları görünmez kılan Kaurismäki,
alt sınıfın yaşadığı hayat üzerinden bu sınıfın varlığına sebep olan devlet
sistemini ve bu sistemin tüm aygıtlarını ifşa eder, yerden yere vurur. Tüm
bunları yaparken de gözünü budaktan sakınmayan, dilini korkak alıştırmayan,
cesaretiyle kendine hayran bırakan bir isim. Bunda elbette en keskin görüşlü
modern yönetmenlerden biri olmasının da payı var.Kaurismäki'nin
filmlerinde karakterlerine sürekli sigara içirmesinde bile sigarayı çok
sevmesinin yanında Finlandiya hükümetinin koyduğu sigara yasaklarını protesto
etme amacı var. Her yakılan sigara ile aslında bir nevi karakterlerine bir slogan
attırır diye düşünebiliriz pek tabii.
“Aslında New York Film Festivali’ni
severim. Benim boykotum ABD hükümetine. Abbas’a giriş izni verilmediğini
duyduğumda elimde biletimle havaalanındaydım. Düşündüm ki eğer Amerikan
hükümeti İranlı bir sinemacıyı istemiyorsa, o zaman bir Finli’yi de istemez.
İstenmediğim bir yere gitmemi beklemiyorsunuz herhalde?”
Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere
Kaurismäki'nin derdi sadece Finlandiya ya da Avrupa değil. Kaurismäki,
haksızlığın olduğu her yerde tepkisini ortaya koymaktan çekinmeyen, gözünü
budaktan sakınmayan bir isim. Yaptığı tek protesto festivale gitmek de değil
elbet. 2003 yılında Geçmişi Olmayan Adam filmi Oscar'da Yabancı Dilde En İyi
Film ödülüne aday gösterilmesine rağmen törene savaş halindeki bir ülkeye
gitmek istemediğini belirterek katılmadı. Bir sonraki filmi Alacakaranliktaki
Işıklar da Finlandiya'nın aynı dal için adayı oldu. Kaurismäki ödülleri yine
boykot etti ve adaylığı ABD Başkanı George W. Bush'un dış politikalarını
protesto amacıyla reddetti
Yalın ve disiplinli bir anlatımı tercih eden Kaurismäki, süsten
uzak bir sinema anlayışını benimser. Oyuncularından da bu sadeliği isteyerek
asla rol yapmamalarını, fazlasıyla ifadesiz oyunculuklar talep eder. Zaten
profesyonel oyuncularla çalışmayı da bu yüzden talep etmez. Takıntılı bir
şekilde birçok auteur yönetmen gibi aynı oyuncularla çalışmayı tercih eder
yıllardır. Kati Outinen ise onun asla vazgeçemediklerindendir.
Karakter yaratımında ise spesifik bir karakter yaratmaktansa
daha genel hatta tüm Finlandiya halkını bünyesinde taşıyabilecek karakterler
çizer. Böylelikle filmlerini izleyen seyircinin hepsinin kendinden bir şeyler
bulmasını sağlamak ister. Aynı zamanda karakterlerinin bazı yönlerini de çok
ortak oluşturur. Mesela genelde başkarakterler ya orta sınıftan gelir ama alt
sınıf ile bir şekilde buluşur ve hayatı olumlu yönde değişir. Ya da alt
sınıftan bir karakter üst sınıfa geçmeye çalışır ve hayatı tepetaklak olur. Bu
duruma da Kaurismäki’nin adalet kılıcı desek teşbihte hata yapmayız sanırım.
Oyuncu ve karakter yaratımında bu seçimleri yapan
yönetmenimiz filmlerin zamanı konusunda da oldukça belirsiz bir durum ortaya
koyar. Zamansız filmler çekiyor diyebileceğimiz Kaurismäki, özellikle bazı meta
ve mekânlar kullanmaktan asla vazgeçmez. Klasik otomobil, transitörlü radyo,
müzik kutusu, mukavva bavul, anakronik tarzda döşenmiş mekânlar... Tüm bunlar
ve daha da fazlası Kaurismäki sinemasının vazgeçilmezlerindendir. Fakat bazen
de tüm bu retro dünyanın içerisine günümüzden bir parçayı yerleştirerek karmaşa
yaratmakta da üstüne yoktur bu hınzır adamın. Örneğin Juha filminde oldukça
retro döşenmiş mutfakta sırıtan mikro dalga fırını fark etmemek ne mümkün.
Kaurismäki, bu başına buyruk tarzını müzik kullanımında da
sürdürür hiç kuşkusuz. Filmlerinde oldukça fazla müzik kullanan yönetmenlerden
biri olarak anabileceğimiz bu adam kimi zaman transitörlü radyodan kimi zaman
bir plaktan, müzik kutusundan kimi zaman da sokak sanatçılarından duyduğumuz
enfes müzikleri ile biz seyircileri ihya eder. İşte bu sebeple her filminin
aynı zamanda bir albüm niteliği de taşımasını sağlayan Kaurismäki, tam da
kendinden bekleneceği üzere belli bir türden beslenmez. 18. Ve 19. yüzyıl
operaları, 19. ve 20. yüzyıl klasik senfoni, geleneksel folk şarkıları, pop,
blues, rock, twist, punk ve daha niceleri… Tüm bu türlerden muhteşem müziklerle
her an ihya olmamak elde değil kuşkusuz.
Tüm filmlerinde yönetmen, senarist, yapımcı olarak imzasını
atan Kaurismäki, filmografisinden edebiyat uyarlamalarına da yer vermeyi ihmal
etmez. Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’dan, Andersen’in büyük bir
trajediden beslenen eseri Kibritçi Kız’dan Shakespeare’in başyapıtlarından
Hamlet’e kadar birçok önemli eseri kendi tarzında uyarlayarak çok başarılı
filmlere imza atar. Özellikle Kibritçi Kız, onunla anılan en önemli eserlerden
biridir ne de olsa.
Sinemasıyla çokça Robert Bresson’a benzetilen Kaurismäki’yi
izlerken benim aklıma özellikle mekân kullanımı, oyunculuk, teknik kullanımdaki
sadelik, minimalizm gibi pek çok yönden Fransız yönetmen Jacques Tati’yi de
hatırlatır. Süslü kamera oyunlarından, şova soyunan kurgudan, dramatizasyondan,
gerilim ve heyecan dolu sahnelerden de özellikle kaçınır.
1) Toivon tuolla puolen (Umudun Öteki Yüzü) - 2017
Son dönem Suriye iç savaşı nedeniyle mülteci krizinin tüm
Avrupa’ya yayılması üzerine Avrupalı yönetmenlerin bunu sinemalarına taşımaları
da çok uzun sürmedi. 2016 İtalyan belgesel filmi Fuocoammare, 2017 yapımı Macar
filmi Jupiter Holdja yakın zamanda ilk akla gelenler. Böyle bir ortamda Le
Havre filmiyle başladığı üçlemesinin adını değiştirerek mülteci üçlemesine
yönelen Kaurismäki, Suriyeli bir mülteci üzerinden mültecilik olgusuna kendi
tarzında bir bakış sunuyor.
Halepli Khaled (Sherwan Haji) kız kardeşi ile birlikte tüm
ailesinin cenazesini kaldırmış, acılı bir savaş mağdurudur. Avrupa’ya kaçarken
kız kardeşi ile kaybeden Khaled’in tek amacı onu tekrar bulmak olur. Tesadüf
eseri yolu Finlandiya’ya düşen karakterimiz hem sığınma talep edecek hem de
kardeşini bulma çabalarına ara vermeden devam edecektir.
Fakat bu süreçte Khaled’in yaşadığı trajediden çok Kaurismäki,
bizleri ülkesinin bürokrasisine, ikiyüzlü, riyakâr tarafını izlemeye ortak
eder. Ülkesine sığınan mülteciyi savaşın hunharca devam ettiği Halep’e tekrar
göndermekte sakınca görmeyen, üstelik bunu utanmazca dayanaklandıran, her türlü
sahteliğin, dalaverenin döndüğü devlet sistemini, bu sisteme inancı kalmamış
devletin çalışanlarını gözler önüne büyük bir zevkle serer özellikle bu
filminde Kaurismäki. Sadece devlet yapısıyla da kalmaz yabancılara nefretle
yaklaşan ırkçı Finlandiyalıları da hedefine almaktan geri durmaz.
Kendi ülkesini bu ve bunun gibi birçok açıdan yerden yere
vuran Kaurismäki, mülteci karakterini ise fazlasıyla karizmatik, cool bir
şekilde perdeye yansıtır. Hatta ilk tanıştığımız andan itibaren perdede hem
görünüş hem de akıl, karakter anlamında devleşmesini sağlayan bir yol izler.
Öyle ki bir yanda cenazesini kaldırdığı Finlandiya adaleti, bürokrasisi bir
yanda da umudu hep diri tutan adeta yeniden doğumu, yeni bir başlangıcı temsil
eden mülteciler arz-ı endam eder karşımızda. Neredeyse her filminde olduğu gibi
yine sonunda umudun hep var olduğunu haykıran Toivon tuolla puolen, bu yıl
Berlinale’de ona En İyi Yönetmen ödülünü de kazandırdı Kaurismäki’ye.
2)Le Havre (Umut Limanı) – 2011
Mülteci üçlemesinin ilk filmi olan Le Havre, Finlandiya’dan
uzakta Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda derin yaralar almış, neredeyse baştan
inşa edilmiş bir liman kasabasında geçer. Kaurismäki’nin burayı tercih
etmesinin en büyük sebeplerinden biri ise mülteci geçişine müsait olan
yerlerden biri olması olur.
Uzun bir süre hayatını Paris’te bohem bir hayat yaşayarak
geçiren Marcel Marx’ı tanımamız ile başlayan film, onun karısı, yolu bir
şekilde kesişen Afrikalı mülteci çocuk ve Marx’ın yaşadığı varoş mahallenin
sakinleriyle devam eder. Mutlu bir aile hayatının hastalık ile yara alması,
mülteci çocuğun varlığıyla devam ederken yine Avrupa’nın görünenin arkasındaki
asıl yüzüyle buluşulur. Bir mülteci çocuğun arkasında tüm teşkilatını teyakkuza
geçiren zavallı devletin karşısında dayanışma ruhunu hâlâ taşıyan mahalle
sakinleri dikilir. Toivon tuolla puolen’deki gibi devletin içerisinde bile
bozulmamış, hislerini koruyan tek tük insanların olduğu Le Havre aynı zamanda
da yine umut var diye haykıranlardan.
Le Havre, kaçıp kovalama serüveninden dolayı kara film, Marcel
ile karısı Arletty arasındaki ilişki üzerinden de melodram olabilen bir yapıya
sahip. Gerçek hayatta olmayacak mucizelerin gerçekleştiği (İdrissa’nın
polislerin elinden göz göre göre kaçışı, Arletty’nin ölümün pençesinden
kurtulup iyileşmesi…) Le Havre, tüm Kaurismäki
filmlerinde olduğu gibi umut dolu bir final ile veda ediyor seyircilerine.
Seyircisini acıyla hemhal etmemek amacıyla elinden geleni yapan Kaurismäki, bir
yandan da görüp duyduğu hiçbir gerçekten de kaçınmayarak sorumluluğunu yerine
getiriyor her daim olduğu gibi.
Tüm bunlara ek olarak dekor olduğunu sırıtan mekânları,
doygun renkleri, eşsiz müzikleri ile Kaurismäki sinemasının belli başlı tüm
alışkanlıklarıyla karşımızda Le Havre.
3) Mies vailla menneisyyttä (Geçmişi Olmayan Adam) – 2002
Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü'nü kazanan
bu film ile tanınırlılığını daha da arttıran Kaurismäki, bir yeniden doğuş
hikâyesi ile bizleri buluşturur. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir adamın
birkaç kişi tarafından hunharca dövülüp soyulması ile karşılaştığımız
karakterimiz bu anlardan sonra hafızasını kaybederek tıpkı biz seyirciler gibi
büyük bir bilinmezliğin içine düşer. Neyseki Finlandiya'nın en çok itelenmiş
insanları tarafından bulunup sahiplenilir bu kayıp adam.
Kaurismäki, her filminde odağına aldığı alt
sınıfı bu filminde daha da öteye götürerek uçurumun kenarındaki evsizlere
götürür bu kez kamerasını. Barakalarda yaşayan ya da tamamen evsiz olan
insanlarla yeni bir hayata, aşka, işe ve en önemlisi mutluluğa kavuşan
karakterimizin yaşadıklarını tanık olmak oldukça keyiflidir. Zira karakterin
yaşadığı durumu asla bir trajediye dönüştürmeyen Kaurismäki, her filminde
olduğu gibi mizah duygusunu elden bırakmayarak yüzümüzdeki tebessümü eksik
etmez. Bunu yaparken de elbette hemhal olduğumuz sınıf üzerinden bir duygu
sömürüsü yapmaz.
Alt sınıfın dayanışma ruhunu, hırslardan uzak
bohem hayat anlayışını kutsayan Mies vailla menneisyyttä, seyircinin belki
de en çok düşünüp sorgulamasını sağlayan filmlerden biri.
Müziğin Kaurismäki filmlerinin içerisinde en çok yer
bulduğu Mies vailla menneisyyttä, yine Finlandiya'nın arka yüzüne de
en çok bakmamızı sağlayanlardan sanırım. Bir başka yönetmenin elinde büyük bir
trajediye, duygu sömürüsüne ya da akıl oyunlarına dönüşebilecek hikâyeyi tam da
ondan beklenildiği gibi bambaşka bir hale büründüren Kaurismäki,
aldığı ödülleri fazlasıyla hak etmekte.
4) Tulitikkutehtaan tyttö (Kibritçi Kız) – 1990
Oh, nasıl da bütün o tatlı rüyalarımı asılsız hayallere
çevirdin.
Gözlerim soğuk zalim toprağı görüyor.
Aşkımın çiçeği öldü
ve soğuk güvenimi öldürdü.
Her şeyini verdiğinde eline geçen sadece hayal
kırıklığıysa...
Anıların yükü taşınamayacak kadar ağırlaşır.
Aşkın çiçeği artık parlamayacak.
Donuk gözlerin ve soğuk gülüşün onu soldurdu.
Her şeyini verdiğinde eline geçen sadece hayal
kırıklığıysa...
Finalinde bu şarkı sözleriyle seyirciye veda eden Tulitikkutehtaan
tyttö, Kaurismäki’nin işçi üçlemesinin son halkası. Danimarkalı yazar Hans
Christian Andersen’in unutulmaz masalı Kibritçi Kız’ın serbest bir uyarlaması
olan bu film, bir nevi bir büyüme hikâyesi olarak da okunabilir. Zira bir genç
kız olarak yaşadığı tüm zorluklara ve itilmişliğe rağmen hayalleriyle soluk
alan İris, her ne kadar uzunca bir süre hayallerine tutunmaya çalışsa da
başarılı olamaz. Hayatının en büyük hayal kırıklıkları sonucunda bir anda masal
dünyasından çıkarak gerçek dünyaya geçiş yapar İris. Fakat büyümek onu
fazlasıyla incitmiş olacak ki onu büyütenlerden intikam almakta mani görmez
asla.
İris, tıpkı masallardaki gibi beyaz atlı prensini bulup hem
aşkı tatmayı hem de yaşadığı sefil hayattan kurtulmayı, sınıf atlamayı hayal
eder. Ama İris, bir Kaurismäki, filminin karakteridir. Ve Kaurismäki, sınıf
atlama hayali kuran karakterlerini en ağır şekilde cezalandırır hiç kuşkusuz.
Zira üst sınıftan nefret eder ve bu sınıftan olan ya da o sınıfa geçmek isteyen
kendi yarattığı başkarakteri olsa da durum değişmez. İris, büyük bir hataya
düşmüştür ve artık onu kimse kurtaramaz ne yazık ki… Kaurismäki, oldukça
hunharca hırpalar İris’i filmde. En ağır, sert büyümelerden birine maruz kalan
İris de bu zor sınavdan sonra intikam ateşini ateşler. Üstelik tam da alt
sınıfın kullanacağı, düşük maliyetli bir yöntemle…
Film, tıpkı yıllarca çocuklara okutulan fakat aslında
oldukça sert, trajik bir yapıya sahip Kibritçi Kız masalı gibi hayal dünyasının
dehlizlerinde başlayıp kan dondurucu bir intikama dönüşmekte geç kalmaz. Hatta Tulitikkutehtaan
tyttö, bu anlamda Kaurismäki’nin de mizahından en az beslenen, finalinde bile
umudu veremeyen filmidir.
5) Rikos ja rangaistus (Suç ve Ceza) – 1983
Mezbahadan bir sahne ile açılan Dostoyevski’nin ölümsüz
eseri Suç ve Ceza’nın bir serbest uyarlaması olan Rikos ja rangaistus, aynı
zamanda Kaurismäki’nin de ilk uzun metrajı. Bu mezbahada izlediğimiz katliam
görüntüleri ve başkarakter Rahikainen’in öldürdüğü böcek, filmde yaşanılacak
cinayetin bir öncülü adeta. Ne de olsa romanda Raskolnikov, hedefindeki tefeci
kadından hep sinsi bir böcek olarak bahseder.
Filmdeki kahramanımız Rahikainen, romandaki Raskolnikov gibi
cinayeti para için değil çok daha mühim bir mesele uğruna işler. Fakat her ne
kadar ortada kişisel bir mevzu olsa da sınıf meselesi üzerinden okumak mümkün
filmi. Ne de olsa filmde öldürülen kan emici bir tefeci değil ama günümüzün
tefecisi olarak da düşünülebilecek şirket sahibi bir burjuvadır. Kaurismäki,
henüz ilk filminde üst sınıfa olan öfkesini kusmaya, onları cezalandırmaya başlar.
İlk sahneden ölen adam, Kaurismäki’nin görmeye bile tahammül üst sınıfın
temsili olarak yer alır.
Filmin esas amacı da bir cinayet filmindeki gibi ipuçlarını
takip ederek çözüme kavuşmak değil. Zira tıpkı Le Havre filminde göz göre göre
kaçan mülteci çocuk gibi Rahikainen de her fırsatta göz göre göre kaçıp yakayı
kurtarır bir şekilde. Mevzu kaçıp-kovalamanın ötesinde Finlandiyalılar başta
olmak üzere tüm insanlığa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder