3 Ağustos 2018 Cuma

Robert Bresson Sineması



Fransa sinemasının en önemli temsilcisi olan Robert Bresson, hiçbir akıma, topluluğa ait olmayan özgün sineması ve düşünceleriyle herkesten ayrı bir noktada durur. Sinematograf Üzerine Notlar’ında adeta kendi manifestosunu kaleme alan Bresson, filmlerini daha doğrusu onun deyimiyle sinematografilerini nasıl yarattığını da anlamış oluruz. Tiyatronun zaten yapılan bir şey olduğunu kamerayla çekilip perdeye yansıtılanın tiyatrodan nemalanmamasını, ondan çok daha farklı olması gerektiğini düşünür.

“Tiyatroyla sinematograf arasında ikisinin de mahvına yol açmayacak bir birleşme mümkün değildir.”

Bu sözlerle de düşüncesini en net haliyle dile getiren Bresson, tiyatrodan besleneni adına sinema, kendisinin yaptığını ise sinematograf olarak isimlendirir.

Sinema ile sinematograf arasındaki en önemli ayrımını ise oyunculuklar konusunda yapar. Yine karakterlerine hayat verenlere oyuncu değil model denilmesini uygun görür. Zira oyuncu jest ve mimikleri ile seyirciye duygularını fazlasıyla yansıtan, ona ne düşünmesi gerektiğini salık veren kişi olduğunu ve bunun tiyatroda kabul edilebilir olduğunu söyler. Sinematograf ise bunun tam tersini yapmalıdır.

“Oyuncuların güvenine karşı ne olduklarının bilmeyen modellerin çekiciliğini koy” diyen Bresson’un ne hissettiğini ne düşündüğünü kestiremediğimiz modellerinin cazibesini bilen izleyiciler olarak ona hak vermemek elde değil.

Jest ve mimiklerden bile kaçınan Bresson’un duyguları şaha kaldıran müzik kullanımıyla arasındaki mesafeyi tahmin etmemek mümkün değil. Au hasard Balthazar’daki Schubert’in piano sonatını enfes bir şekilde kullanması dışında belirgin bir müzik kullanımına başvurmayan Bresson, sesin diline ise çok önem vermiştir. Çoğu zaman anlatıcı olarak görüntülerden çok seslere başvurarak, sesin anlatımdaki gücünü ustalıkla sergiler. Din kurumunun varlığını çan sesleri, idamı silah sesleri ile hiç göstermeden vermeyi tercih eden Bresson, zaten notlarında da dile getirir bunu.


“Eğer bir ses, bir görüntünün yerini tutabiliyorsa, görüntüyü ya tümüyle ortadan kaldır ya da etkisizleştir. Kulak daha çok içeriye doğru işler, göz ise dışarıya doğru.”

Diyerek mükemmel bir şekilde özetler bu durumu. Aynı zamanda çoğu zaman ortam seslerini gereğinden fazla duymamızın nedeni de bu cümlelerde saklıdır.

Filmlerinde sadece oyunculuklarda, kurguda ve müzik kullanımında değil aynı zamanda kamera hareketlerinde de fazlasıyla tutumlu davranan Bresson, kamera açılarında da genel geçer klasik sinemanın alışkanlıklarını elinin tersiyle iter. Kimi zaman vücudun sadece bir kısmını perdeye yansıtırken kimi zaman ise sadece ayaklara ya da ellere odaklanır. Özellikle “eller” Bresson sinemasında çok önemli. Zira sesleri nasıl bir anlatıcı olarak kullanıyorsa ellere de bir o kadar misyon yükler. Her filminde çokça karşımıza çıkan ellerin tüm görüntünün hakimi olması Bersson sinemasını tanıyanlar için fazlasıyla alışılagelmiş bir durumdur. Bresson’un eller konusundaki takıntısının daha iyi görülebilmesi için aşağıdaki videonun oldukça açıklayıcı olacağını düşünmekteyim.

Sadece bir yönetmen değil aynı zamanda büyük bir düşünür olarak da tanımlayabileceğimiz Bresson’u birçok yönden Andrey Tarkovski ile benzeştirmek oldukça mümkün. Zira ikisinin sinemasında da hakikati arayış vardır. Hakikat ve anlam arayışına tüm yönetmenlik kariyerini adayan Bresson’un en büyük meziyeti ise bu arayışında süsten, gösterişten uzak kalarak minimalist sinemanın en üstün örneğini ortaya koyması takdire şayan bir durum değil de nedir?



1)Journal d'un curé de campagne (Bir Taşra Papazının Güncesi) – 1951

“Her gün tam bir içtenlikle yazarak yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Hayatın en basit ve önemsiz sırları gerçekte herhangi bir giz izinden yoksundur.”

Bir taşra papazının günlüğüne yazdığı bu sözlerle açılan film, biz seyircilerin daha sonra da sık sık iç ses olarak daha çok duyacağımız papazın sesiyle tanıştırır. Andrey Tarkovski’nin en sevdiği film olan Journal d'un curé de campagne, midesinden rahatsız olan bir taşra papazının sıkıntılı, yalnız ve bunalımlı sürecine ortak eder bizleri.  Kötülüğün hâkim olduğu, inançlara ise artık müsammaa gösterilmediği bir zamanda inancını kaybetmemeye çalışan papazın, hem mide ağrılarından dolayı fiziki acılarına hem de yalnızlık, itelenmişlikten dolayı ruhsal acılarına şahit oluyoruz. Fakat film hiçbir anında ne papaza ne de biz seyircilere acıyarak hissedilen acının dozunu azaltır. Aksine her geçen dakika daha kasvetli daha zorlayıcı bir hal alır. Film boyunca belki tek nefes alınan yerler papazın kiliseden çıkarak bisikletine binip bir yerlere gittiği anlar olur. Zira Kilise içerisindeki iç karatıcı hava dışarıda kendini daha aydınlık daha umut dolu bir havaya bırakır.

Bresson’un yine bulduğu usta bir model ile ete kemiğe bürünen papaz, ifadesiz oyunculuğuyla asla Bresson’un istediğinden daha fazla ona yakınlık duymamıza izin vermez. Lineer akan hikâyede müziğin yokluğunu gereğinden fazla duyduğumuz çan sesi alır. Bresson her filminde yaptığı gibi yine ortam seslerini yüksek sesle vererek görüntü yerine sesin anlatıcılığına sık sık başvurur. Kilise’nin görüntüsünden çok varlığını çan sesi ile idrak eder ve onun her ne olursa olsun tüm heybetiyle varlığını sürdürdüğüne şahit oluruz.

Tüm filmlerinde hakikati arayan Bresson, bu filmde de belli bir nihayete eremez. Sorgulayışını sürdürdüğü bu filmde de yer yer dini sorgulasa da onu da bir türlü terk edemez. Tarkosvki filmleriyle en çok akrabalığı bulunan Journal d'un curé de campagne, bir nevi tüm düşünürlerin bitmez bilmez sorgulayışının küçücük bir halkası olarak tarihte yerini alır.




2) Un condamné à mort s'est échappé ou Le vent souffle où il veut (Bir İdam Mahkûmu Kaçtı) – 1956

Bresson’un en umut dolu filmi olan Un condamné à mort s'est échappé ou Le vent souffle où il veut aynı zamanda da teslimiyete sırtını dönen, özgürlük uğruna gözünü budaktan sakınmayan bir karakter ile bizleri tanıştırır. İdama mahkûm olan Fontaine, hapishanedeki diğer mahkûmlar gibi ona biçilen sonu kabullenmeyerek kimilerince imkânsız olanı denemeye, kaçmaya karar verir. Fontaine, diğer mahkûmlar İncil okuyup nedamet getirirken tabiri caizse iğne ile kuyu kazar.

İkinci Dünya Savaşı’nda esareti tatmış olan Bresson’un elinden çıkan bu tüm hapishaneden kaçış filmlerinin anası olan yapımın uzun süresi ve asla kurgu hünerine başvurmaması izlenmesini oldukça zorlamakta elbet. Fakat seyirci olarak Fontaine’nin kaçışa hedeflendiği gibi hedeflenilirse değme sürükleyici ana akım filmden daha pür dikkat izlemek mümkün. Film boyunca Fontaine’nin kat ettiği yolun yanında diğer idam mahkûmlarının onun yaptığına zamanla değer vermeleri, onu desteklemeleri ve adeta onun kadar nihai sonu ümit etmelerine şahit olmak muhteşem bir deneyim.

Bresson’un bu filmdeki ses kullanımına ise filmografisinin diğer halkalarından daha fazla yer açmak gerek. Zira filmlerinin en büyük anlatıcısı olarak gördüğü ses kullanımı bu filmde çok daha başkadır. Nazilerin varlığının sadece Almanca konuşma sesleriyle, idamların silah sesiyle sadece verilmesi bunlardan en önemlileri. Ayrıca kurgu oyunlarından her filminde uzak duran Bresson’un bu kez dümdüz çizgisinden milim bile sapmaması dikkatlerden kaçmaz. İdam mahkumu olan ve belki de hayattaki en heyecan, korku, adrenalin karışımı bir his yaratması gereken şeyle uğraşan birinin ifadesiz donuk oyunculuğunu yine eklemeden geçemem sanırım.




3) Pickpocket (Yankesici) – 1959

“Bu film polisiye türünde değildir. Yazar sesler ve resimlerle bir gencin zaafıyla kendisine uygun olmadığı halde içine girdiği, yankesicilikle yaşadığı kâbusu anlatmaya çalışıyor. Yalnız bu macera olmasa asla tanışamaz iki kalbi, garip yollardan birleştirecektir.”

Bu sözlerle açılan Pickpocket için Dostoyevski’den oldukça etkilenen Bresson’un özgün bir Suç ve Ceza uyarlaması diyebiliriz. Yaptığı hırsızlığı ve cinayeti ahlaki bir temele oturtmaya çalışan Raskolnikov gibi bir karakter var karşımızda. İstese birazcık çabayla hayatını devam ettirebilecek bir iş bulabilecek olan Michel, bu yolu değil de hırsızlığı tercih eder. Üstelik hırsızlık yapmasındaki amaç da pek para kazanmak ile ilgili de değildir. Bunu ulaşacağına inandığı nihai bir sonuç ya da bir tür adalet dağıtıcısı olarak yapıyor aslında Michel. Yankesicilik gibi bir kötülüğü iyilik adına yaptığını öne süren Michel, tam da Tanrı’nın kullarını sonsuz huzura uğurlamak için onlara türlü acıları layık görmesi gibi. Bu açıdan Michel’in yeryüzündeki cezalandırıcıya yani bir nevi Tanrı’ya dönüştüğünü de söyleyebilir aslında. Zira tüm enerjisini, vaktini, beyninin her bir kıvrımının gücünü bu işe adayan bir kahramanı Tanrı olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yok ne de olsa.

Jeanne’ye Tanrı’ya sadece hayatı boyunca üç dakikalığına inandığını söyleyen Michel, bir yandan yaptığının haklılığına bizi genelde iç sesiyle ikna etmeye çalışırken bir yandan da yankesiciliğin inceliklerini adım adım biz seyircilere aktarıyor. Bir yandan yankesiciliğin bu inceliklerine şahit olup bu mesleğin bir sanatçı ya da zanaatçı titizliğiyle hayat bulduğuna bir yandan da yapılma nedeninin ne kadar felsefik ne kadar ilmi açıklanabileceğine de ikna oluyoruz.

Bresson’un yine karakterini daha çok iç sesle tanımamızı istediği Pickpocket,  yüz ifadelerini asla görmek istemediği modelleriyle karşımızdadır. Tamamen hissiyatsız bir performans ortaya koymalarını sağlayan Bresson, bu hissiyatsızlığın yanında seslerin diline ise fazlasıyla imkân tanır. Ortam seslerinin genelde gereğinden fazla duyulduğu Bresson filminde yakın plan çekim ve özellikle ellere yapılan zoom çok anlamlı. Zira tüm film boyunca yapılagelen yankesicilik ne de olsa o meziyetli eller sayesinde hayat buluyor. Looser diye de tanımlayabileceğimiz Michel, tüm bu süreçte esas ödülünü Jeanne ile tanışarak almış olur. Zaten film de Michel’in şu sözleriyle son bulur: “Jeanne sana ulaşmak için öyle tuhaf yollardan geçmem gerekti ki…”




4) Au hasard Balthazar (Rastgele Balthazar) – 1966

“Doksan dakikada insanlık tarihi”
Jean-Luc Godard

Godard’ın bu sözlerle tanımladığı Au hasard Balthazar, gerçekten de insanlığı en net haliyle tanımlayan filmlerden biri. Balthazar isimli bir eşeğin, doğduğu andan ölümüne kadar yaşadıklarını mercek altına alan film, aynı zamanda bu sürece, büyüme sancıları yaşayan Marie isimli bir genç kızı da ortak eder. Bresson, insanlığın bir hayvana ve bir kadına nasıl yaklaştığını gözler önüne sererken çekildiği zamanın çok çok ötesinde bir görüş dile getirir.

Elbette Bresson, dile getirdiklerini sadece Balthazar ya da sadece hayvanlar üzerinden okumamızı istemiyor bu filminde. Aslında filmin isminde de olduğu gibi Balthazar, rastgele biri olabilir. Balthazar, zulüm gören, aşağılanan, hor görülen, yaşam hakkı, umutları elinden alınan tüm canlıları temsil eder aslında. Öncelikle de hayvanları, kadınları, çocukları… Zira Bresson, filmdeki kötülüğün temsili olarak bir erkeği seçer.

Müzik kullanımını pek de benimsemeyen Bresson’un bizi Schubert’in piano sonatı ile ihya ettiği Au hasard Balthazar, yönetmenin diğer filmleri gibi minimalist tavrından asla ödün vermiyor yine de. Anne Wiazemsky bu ilk deneyiminde tam da Bresson’un istediği gibi donuk oyunculuğuyla harikalar yaratıyor. Özellikle Marie ile Balthazar’ın birlikte oldukları sahnelerin muazzamlığına paha bile biçilemez. Ellere odaklanma konusundaki takıntısı ayyuka çıkan Bresson’un bu filmde ayakların cazibesinden de kendini alamadığı hemen anlaşılmakta. Özellikle de Balthazar’ın çile çeken ayakları gözümüzün ödünden gitmez asla.




5) Mouchette – 1967

Taklitlerinden bile başyapıtların ortaya çıktığı Mouchette, hem Bresson’un hem de tüm sinema tarihinin en sert büyüme hikâyelerinden biridir. Bresson’un filmografisi içerisinde de umuda asla kapı aralamayan, seyirciyi köşeye sıkıştırıp nefessiz bırakan bir film. Reha Erdem’in başarılı filmlerinden Hayat Var’ın çokça esinlendiği Moouchette, annesi hasta olduğu için küçük kardeşine bakan, evin tüm sorumluluğunu üstlenen bir genç kız. Aynı zamanda da çok yalnız olan, kenara ötelenmiş bir genç kız Mouchette. Bu ötelenme onun kendi içine kapanmasına her geçen gün daha çok sebep olur.

Kirli, yağlı saçlarını iki yanda bez parçalarıyla toplamış, yırtık çorabını ve ayağına birkaç boy büyük gelen ve her adım atışında onun geldiğini herkese ilan eden ayakkabılarını giymiş Mouchette, en başta bu hakiki görüntüsüyle bile tüm sinema tarihine örnek teşkil edecek nitelikte. Nadine Nortier’in ifadesiz, saf hayatın kendisinin okunduğu yüz ifadesi, kusursuz modelliğiyle ete kemiğe bürünen Mouchette, tüm yaşadıkları yetmezmiş gibi finalde yaptığıyla da biz seyircileri allak bullak eder. Film bittiğinde seyircide kalan şey tam da Bresson’un istediği gibi seslerin, gördüklerimizin, hissettiklerimizin tarif edilmez ağırlığıdır.

Belki tiyatronun tüm hünerleri kullanılarak icra edilen bir sinema ile seyirciyi ağlamaktan helak edecek, Mouchette ile özdeşlik kurup, hayata lanet edilecek bu hikâye, Bresson’un kusursuz yönetmenliği ile ortaya belli bir mesafeden izleyip derin hissiyatını alabileceğimiz bir sinematografiye dönüşüyor. Üstelik yıllarca bu ve buna benzer hikâyelerin yığınla yapılmasına rağmen hâlâ hiçbiri onun verdiği duyguyu ve onun ortaya çıkardığı sinematografiyi yakalayamadı şüphesiz.

Erkeklerin sadece bir ayrıntı, bir köstek, her işi batıran, didişmekten, içmekten başka bir şey yapmayan, bir işe yaramayanlar olarak çizilen Mouchette, tek bir kadının omuzlarında yükselen ve sonunda da yine onun nihai kararıyla son bulan tıpkı Au hasard Balthazar’daki gibi insanlıktan ümidin kesildiği bir yapım. Zira Balthazar ile Mouchette’nin yaşadıkları da sonları da bir nevi aynı olur.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder