1 Ağustos 2018 Çarşamba

Alain Resnais Sineması



Son Nefesine Kadar Sinema

Agnes Varda ile ilk olarak tohumları atılan Fransız Yeni Dalgası, daha sonra çatallaşarak iki farklı cepheden ilerlemeye devam etmiştir. İşte Alain Resnais,  Jean-Luc Godard ve François Truffaut gibi isimlerle değil de Agnes Varda, Chris Marker gibi isimlerle‘Sol Kıyı’ (Rive gauche - Left Bank) akımının önde gelen isimleri arasındaydı. Sol Kıyı, Yeni Dalga akımının içerisinde doğan fakat eserlerinde edebiyat ile sıkı sıkıya bir ilişki geliştirdikleri ve yine daha avangard, politik bir yerde durdukları için başka bir yolda ilerlemişdir. Bu akımın en önemli temsilcilerinden olan Resnais ise son nefesine kadar sinemadan, edebiyattan bir an bile uzaklaşmamış, son günlerinde bile yeni filmi üzerine kafa patlatmış bir sevdalıydı.

On iki yaşında kendisine alınan kamera ile ilk kısa filmini on üç yaşında tamamlayan, oyuncu olma hayali ile gittiği Paris’te kendini kamera arkasında bulan Resnais, her biri birbirinden değerli eserlerden oluşan bir hazine bırakmıştır arkasında. Genç yaşta başladığı kariyerinde doksan iki yaşına kadar yaşayan ve hiçbir anında sinemadan ayrı durmayan birinden de başka ne beklenirdi ki, öyle değil mi? Uzun metraj, kısa metraj ve belgesellerle dolu hazinesinde, üst ses ve zaman-mekân algısının belirsizliği başrolü oynamış, adeta yönetmenin filmlerine bıraktığı bir imza gibi olmuştur.


Gerçeklik Algısıyla Oynayan Bir Sinema

Resnais, özellikle seyirciye yaşatılan gerçeklik algısını kırmak istemiş, seyircinin o gerçekliğin içerisine girdirilerek istenildiği gibi yönlendirilmesine karşı çıkmıştır. Bu nedenle de Resnais filmlerinin hiçbirinde seyircinin kapılıp, gideceği bir hikâye yoktur asla. Zaman- mekân ortaklığını, devam eden kurguyu, zaman-mekân ile uyumlu ilerleyen ses miksajını adeta tersine çevirmiş, bu genel geçer sinema anlayışının alışkanlıklarını tanımamıştır hiçbir zaman. Anlattığı hikâye ile taban tabana zıt duyguda olan müzikler, devam etmeyen renk devamlılığı, kısmen otoriter bir çizgiden konuşan üst ses ve tüm filmlerinin ana teması olan hafıza… Filmlerinin tartışmasız alışkanlıkları olan tüm bunların yanında Resnais denilince ilk akla gelebilecek şeylerden biri de unutmak ve hatırlamak eylemleridir.

Filmlerinde geçmişi unutan, unutturulan ya da bir şekilde hatırlayan ya da hatırlamayan karakterler çıkar karşımıza. İnsanlık tarihinin yaşanılan felaketleri, katliamları, acıları unutarak, unutturularak var olduğu bir dünyada Resnais, filmlerinin söyledikleri elbette çok önemli. Resnais’in seyirciyi zorlayan filmler yaptığı ne kadar karşı çıkılamaz bir gerçekse mutlaka izlenmesi gereken filmler olduğu da o kadar kaçınılmaz. Bu nedenle hala tanışmayanlar için Resnais’in hazinesinden sadece bir kısmı hakkında konuşalım isterim.

1) Hiroshima mon amour (Hiroşima Sevgilim) - 1959

Alain Resnais’in tüm filmografisine yayılacak olan unutmak ve hatırlamak eylemleri üzerine yarattığı eserlerin tartışmasız en baştan çıkarıcı olanı Hiroshima mon amour’dur. Resnais’e Nazi Soykırımı ile ilgili belgeseli olan Nuit et brouillard’deki çarpıcı üslubundan dolayı Hiroşima ile ilgili belgesel yapma teklifi gelir aslında. Fakat Resnais, Hiroşima’daki felaket üzerine yapılmış olan belgesellerin üzerine katacağı, söyleyeceği daha başka söz olmadığını fark ederek, kurmaca bir film çekeceğini söyler ve senarist olarak da yanına Yeni Roman akımının en önemli isimlerinden Marguerite Duras’ı alır. Ve Duras, Hiroşima’yı ilk duyduğu anda, sözün böylesi bir acıda eylemini kaybettiğini anlayarak şu sözleri dile getirir; “Hiroşima’yı ısmarlamış olmasalardı, Hiroşima üstüne de bir şey yazmazdım ve yazdığımda da, görüyorsunuz, Hiroşima’daki sonsuz sayıdaki ölüme karşılık ben, kendi uydurduğum tek bir aşkın ölümünü koydum”

Resnais ileDuras, yakın tarihin en büyük acılarından biri üzerine yaptıkları filme, Avrupalı bir kadın ile Japon bir erkeğin aşkını oturtuyor. Barış üzerine bir film çekmek için Hiroşima’ya gelen oyuncu Elle (Emmanuelle Riva ) ile mimar Lui (Eiji Okada) arasında yirmi dört saat gibi kısacık bir süreçte yaşanılan aşka bir süre sonra Elle’nin ona unutturulan, fakat Lui ile tekrar hatırlanan aşk hikâyesi de katılıyor. Böylece unutturulmak istenen, fakat asla unutulmayan, unutulmayacak olan gerçeklerin, hatıraların altı çiziliyor. Filmde sürekli Lui tarafından Elle’ye söylenilen “Hiroşima’da hiçbir şey görmedin” sözleri ise bu büyük acı hakkında çekilen filmlerin, söylenilen sözlerin, müzelerin ve daha nicelerin yetersiz, aciz olduğunu destekliyor.

Duras’ın eşsiz senaryosu, Resnais’in zaman-mekân algısı ile hınzırca oynayan ustalıklı yönetmenliği, unutma-hatırlama-geçmişle yüzleşme üzerine söylenecek en büyük eseri yaratmıştır bana kalırsa. Renais’in ses kurgusu ile akıl almaz bir oyun içerisine girerek zaman-mekân algınını bambaşka bir boyuta taşıdığı Hiroshima mon amour, acının üzerine estetik bir kaygı içerisine girmeden, sözünü söyleyen muhteşem bir şiir. 



2) Mon oncle d'Amérique (Amerikalı Amcam) – 1980

Resnais’in, fikirleriyle filmin temelini inşa eden ve üst ses görevi de gören davranış bilimci Henri Laborit ile birlikte kurmaca olan üç karakteri daha odağına aldığı filmi Mon oncle d'Amérique, tam anlamıyla aykırı bir denemedir. Zira Resnais, tüm filmografisinde yaptığı, gerçeklik algısı ile oynama oyununu bu filmde bir adım değil birçok adım öteye taşımaktadır. Belgesel ile kurmacanın iç içe girdiği, gerçek bir karakterin zaman zaman üst ses olarak zaman zaman da direk filmde arz-ı endam ettiği, insan ile hayvan arasındaki farkın tamamen muğlâklaştırıldığı bir film var karşımızda. Resnais, filminin senaryosunda da katkısı bulunan davranış bilimci Laborit’in tezlerinden yola çıkarak, yaşadığımız her şeyi bir nedene bağlar. Bunu yaparken de seyirciyi sadece bir izleyen değil, izleyen, düşünen, sorgulayan konumuna sokar.

Birbirinden tamamen farklı sınıflardan, mekânlardan, aile yapısından gelmiş üç karakteri öncelikle çocukluklarından itibaren ayrıntılı bir şekilde tanıtır film bize. Daha sonra bu karakterleri belki de hiç olmayacak bir tesadüf sonucu bir araya getiren Resnais, kurnazca kurguladığı oyunu devreye sokmuş olur böylece. Bilinç ile bilinçdışının ne kadar farklı bir yol izlediğini Laborit özelinde tekrarlayan, yaşadığımız hayatların, çoğu zaman bilinçdışımızda, biz fark etmeden öğrenilen davranışlar sonucunda gerçekleştiğini anlatır Mon oncle d'Amérique. Resnais, bu noktada da aslında bir hayvan olan insanın, tıpkı deney farelerinin verdiği tepkilerin aynısını verdiğini, bizlerin hayatta bir deney faresinden de öteye gidemediğimizi çarpıcı bir dille söylemekten çekinmez bu çarpıcı eserinde. Özellikle insan hayatının en önemli dönemeçleri, mücadele etmesi gereken zamanları ile hep kaçarak baş ettiğini, karakterlerinin hayatı üzerinden öylesine çarpıcı gözler önüne seriyor ki… Filmi izledikten sonra kaçmak ya da kalmak ve mücadele etmek eylemlerini kendi hayatlarınız üzerinde etüt edeceğinize hiç kuşkunuz olmasın.



3) Nuit et brouillard (Gece ve Sis) – 1956

Resnais henüz Nazi soykırımının üzerine cesaret ile söz söyleyen yapımların pek de olmadığı bir süreçte Nuit et brouillard adlı belgeseli çeker. Üstelik yaratılmak istenen, bu soykırımı biz değil canavar bir grup yaptı algısını da yerle bir eder. Zira yeniden yapılanmaya çalışan Almanya, bu soykırımı gerçeklik algısından kopacak denli farklı bir yere oturtarak, sorumluluğu üzerinden atmaya çalışmıştır. Fakat Resnais, Nazi soykırımının canavarca duygulardan çok bir ekonomik büyüme hamlesi olduğunun altını çizer. Tüm belgesel boyunca da bu toplama kamplarının bir fabrika, kamplardakilerin birer işçi, katledilen Yahudilerin her bir parçasının ise pazarda kullanılan bir ham maddeye çevrildiğini anlatır. Böylece soykırımın, sadece basit bir duygu değil, bizzat düşünülüp, planlanmış devlet politikası olduğunu kusursuzca dile getirir Resnais. Bu nedenle de zaten Nuit et brouillard, bugüne kadar yapılmış, en cesur, en sert soykırım belgesellerinden biridir.

Resnais, bu kan donduran belgeselinde yapılanlara sadece geçmişte yaşanmış ve sona ermiş, bitmiş bir politika olarak da bakmaz. Güya yeniden kurulan ülkenin ve devlet politikasının eskisinden çok da farklı bir yerde durmadığını, soykırım yapan kafaların bir yerlerde var olduğunu sadece gizlendiklerini, geçmiş ile şimdiyi, siyah-beyaz ile renkli görüntüleri bir arada kullanarak söyler. Aschwitz’in hem geçmişteki hem de şimdiki görüntülerinin ard arda verilmesi belgeselin, bana kalırsa en vurucu yanı.



4) L'année dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad) -1961

Resnais’in anlaşılması en güç filmlerinden biri kuşkusuz L'année dernière à Marienbad’dır. Zira yönetmenimiz bu filmde gerçeklik algısıyla o kadar çok oynuyor ki, film isminin ortya koyduğu kesinlikle tamamen bir zıtlık içine giriyor. Gerçekten karakterlerimiz geçen yıl Marienbad’dalar mıydı ya da şimdi gerçekten oradalar mı yoksa aslında her şey bir yanılsamadan mı ibaret bilemiyoruz. Üstelik tüm bu bilinmezliğe bir de başkarakterlerimizden birinin geçen yılı hiç hatırlayamaması ya da hatırlamak istememesi de ekleniyor. Zaman- mekân uyumsuzluğu, kurgunun karmaşıklığı, birbirini takip etmeyen imgeler, renkler tam anlamıyla bir akıl oyunları yaşatıyor seyirciye.

Barok döşenmiş, ittişamlı, uzun ve birbirini takip eden koridorları, yolları ile tıpkı bir bilinçaltının büyülü evrenine bizi sokan Resnais, bu tek mekânda geçen ama zaman olarak mekânın tersine geçmiş ile şimdiyi aynı potada eritmeye çalışan filmde, üç karakter karşılar bizleri. Geçen yıl aralarında bir münasebet olduğunu düşündüğümüz A (Delphine Seyrig ) ve X (Giorgio Albertazzi) ile A’nın kocası ya da sevgilisi M (Sacha Pitoëff) , film boyunca kafalarımızı karıştırmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. A’nın hatırlamaması mı doğru yoksa X’in hatırladıkları mı bilemiyorum ama olaylar içinden çıkılmaz bir hal aldığı süreçte, adeta akıllara Kuğu Gölü balesinin hikâyesini getiren, A’nın devamlılığı takip etmeyen bir şekilde tüylü beyaz ve tüylü siyah kıyafetler içerisinde gözükmesi,  A’yı Odette, X’i Prens Sigfried, M’yi de kötü kalpli Odile yapmakta.

Resnais, yine otoriter üst sese, zaman-mekân algısını yerle bir eden kurguya fazlasıyla sırtını dayayarak, Fransız aristokrasine, Avrupalı insanın kayıp hafızasına, kendi iğneliyeci üslubuyla mükemmel bir cevap veriyor.



5) Je t'aime, je t'aime (Seni Seviyorum, Seni Seviyorum) – 1968
Fransız Yeni Dalgası’nın o dönem Hollywood’un yüksek bütçeli, bol efektli bilim-kurgu filmlerine karşı Godard’ın, 1965 yapımı Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution’u ve ondan üç yıl sonra bu kez sol kıyıdan Resnais’in Je t'aime, je t'aime’yi bilim-kurgu çekmek için bütçenin, efektlerin, yıldız oyuncuların vs gerekmediğini ispatlayan önemli örneklerdendir. Resnais, daha sonra Mon oncle d'Amérique’de iyice ete kemiğe büründüreceği insan-fare ikilemine, hafızanın karanlık dehlizlerine bizleri zorunlu bir ortaklığa mecbur bırakıyor. Zira aşk acısı çektiği için intihara girişmiş, fakat bu girişimi başarısız olmuş olan Claude Ridder adlı karakterimizin hafızasına yaptığı yolculuk, biz seyirciler için öylesine zor bir tecrübe ki…

Ridder’in birbirini takip etmeyen, bazı anları ise tekrar tekrar önümüze çıkaran yolculuğu, onun âşık olduğu kadın ile olan günlerini hatırlayıp acı çekmesine, biz seyircilerin ise anlamak istedikçe anlayamayıp, rahatsızlık duymasına sebep olan bir deneme çıkarıyor karşımıza. Resnais, tek kelimeyle seyirci olan bizlerle kedi-fare oyunu oynuyor bu filmiyle. Tabii Ridder, bir fareyse bir kediyi alt edecek kadar zeki bir fare. Çünkü alt eden biz değil o oluyor. Ridder’in hafızasının derinliklerine daldıkça kaybolduğumuz bu eşsiz deneyim, bir aşkın ardından duyulan üzüntüyü de fazlasıyla hissettirmekten geri kalmıyor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder