Son Nefesine Kadar Sinema
Agnes Varda ile ilk olarak tohumları atılan Fransız Yeni
Dalgası, daha sonra çatallaşarak iki farklı cepheden ilerlemeye devam etmiştir.
İşte Alain Resnais, Jean-Luc Godard ve
François Truffaut gibi isimlerle değil de Agnes Varda, Chris Marker gibi
isimlerle‘Sol Kıyı’ (Rive gauche - Left Bank) akımının önde gelen isimleri
arasındaydı. Sol Kıyı, Yeni Dalga akımının içerisinde doğan fakat eserlerinde
edebiyat ile sıkı sıkıya bir ilişki geliştirdikleri ve yine daha avangard,
politik bir yerde durdukları için başka bir yolda ilerlemişdir. Bu akımın en
önemli temsilcilerinden olan Resnais ise son nefesine kadar sinemadan,
edebiyattan bir an bile uzaklaşmamış, son günlerinde bile yeni filmi üzerine
kafa patlatmış bir sevdalıydı.
On iki yaşında kendisine alınan kamera ile ilk kısa filmini
on üç yaşında tamamlayan, oyuncu olma hayali ile gittiği Paris’te kendini
kamera arkasında bulan Resnais, her biri birbirinden değerli eserlerden oluşan
bir hazine bırakmıştır arkasında. Genç yaşta başladığı kariyerinde doksan iki
yaşına kadar yaşayan ve hiçbir anında sinemadan ayrı durmayan birinden de başka
ne beklenirdi ki, öyle değil mi? Uzun metraj, kısa metraj ve belgesellerle dolu
hazinesinde, üst ses ve zaman-mekân algısının belirsizliği başrolü oynamış,
adeta yönetmenin filmlerine bıraktığı bir imza gibi olmuştur.
Gerçeklik Algısıyla Oynayan Bir Sinema
Resnais, özellikle seyirciye yaşatılan gerçeklik algısını
kırmak istemiş, seyircinin o gerçekliğin içerisine girdirilerek istenildiği
gibi yönlendirilmesine karşı çıkmıştır. Bu nedenle de Resnais filmlerinin
hiçbirinde seyircinin kapılıp, gideceği bir hikâye yoktur asla. Zaman- mekân
ortaklığını, devam eden kurguyu, zaman-mekân ile uyumlu ilerleyen ses miksajını
adeta tersine çevirmiş, bu genel geçer sinema anlayışının alışkanlıklarını
tanımamıştır hiçbir zaman. Anlattığı hikâye ile taban tabana zıt duyguda olan
müzikler, devam etmeyen renk devamlılığı, kısmen otoriter bir çizgiden konuşan
üst ses ve tüm filmlerinin ana teması olan hafıza… Filmlerinin tartışmasız
alışkanlıkları olan tüm bunların yanında Resnais denilince ilk akla gelebilecek
şeylerden biri de unutmak ve hatırlamak eylemleridir.
Filmlerinde geçmişi unutan, unutturulan ya da bir şekilde
hatırlayan ya da hatırlamayan karakterler çıkar karşımıza. İnsanlık tarihinin
yaşanılan felaketleri, katliamları, acıları unutarak, unutturularak var olduğu
bir dünyada Resnais, filmlerinin söyledikleri elbette çok önemli. Resnais’in
seyirciyi zorlayan filmler yaptığı ne kadar karşı çıkılamaz bir gerçekse
mutlaka izlenmesi gereken filmler olduğu da o kadar kaçınılmaz. Bu nedenle hala
tanışmayanlar için Resnais’in hazinesinden sadece bir kısmı hakkında konuşalım
isterim.
1) Hiroshima mon amour (Hiroşima Sevgilim) - 1959
Alain Resnais’in tüm filmografisine yayılacak olan unutmak
ve hatırlamak eylemleri üzerine yarattığı eserlerin tartışmasız en baştan
çıkarıcı olanı Hiroshima mon amour’dur. Resnais’e Nazi Soykırımı ile ilgili
belgeseli olan Nuit et brouillard’deki çarpıcı üslubundan dolayı Hiroşima ile
ilgili belgesel yapma teklifi gelir aslında. Fakat Resnais, Hiroşima’daki
felaket üzerine yapılmış olan belgesellerin üzerine katacağı, söyleyeceği daha
başka söz olmadığını fark ederek, kurmaca bir film çekeceğini söyler ve senarist
olarak da yanına Yeni Roman akımının en önemli isimlerinden Marguerite Duras’ı
alır. Ve Duras, Hiroşima’yı ilk duyduğu anda, sözün böylesi bir acıda eylemini
kaybettiğini anlayarak şu sözleri dile getirir; “Hiroşima’yı ısmarlamış
olmasalardı, Hiroşima üstüne de bir şey yazmazdım ve yazdığımda da,
görüyorsunuz, Hiroşima’daki sonsuz sayıdaki ölüme karşılık ben, kendi
uydurduğum tek bir aşkın ölümünü koydum”
Resnais ileDuras, yakın tarihin en büyük acılarından biri
üzerine yaptıkları filme, Avrupalı bir kadın ile Japon bir erkeğin aşkını
oturtuyor. Barış üzerine bir film çekmek için Hiroşima’ya gelen oyuncu Elle (Emmanuelle
Riva ) ile mimar Lui (Eiji Okada) arasında yirmi dört saat gibi kısacık bir
süreçte yaşanılan aşka bir süre sonra Elle’nin ona unutturulan, fakat Lui ile
tekrar hatırlanan aşk hikâyesi de katılıyor. Böylece unutturulmak istenen,
fakat asla unutulmayan, unutulmayacak olan gerçeklerin, hatıraların altı
çiziliyor. Filmde sürekli Lui tarafından Elle’ye söylenilen “Hiroşima’da hiçbir
şey görmedin” sözleri ise bu büyük acı hakkında çekilen filmlerin, söylenilen
sözlerin, müzelerin ve daha nicelerin yetersiz, aciz olduğunu destekliyor.
Duras’ın eşsiz senaryosu, Resnais’in zaman-mekân algısı ile
hınzırca oynayan ustalıklı yönetmenliği, unutma-hatırlama-geçmişle yüzleşme
üzerine söylenecek en büyük eseri yaratmıştır bana kalırsa. Renais’in ses
kurgusu ile akıl almaz bir oyun içerisine girerek zaman-mekân algınını bambaşka
bir boyuta taşıdığı Hiroshima mon amour, acının üzerine estetik bir kaygı
içerisine girmeden, sözünü söyleyen muhteşem bir şiir.
2) Mon oncle d'Amérique (Amerikalı Amcam) – 1980
Resnais’in, fikirleriyle filmin temelini inşa eden ve üst
ses görevi de gören davranış bilimci Henri Laborit ile birlikte kurmaca olan üç
karakteri daha odağına aldığı filmi Mon oncle d'Amérique, tam anlamıyla aykırı
bir denemedir. Zira Resnais, tüm filmografisinde yaptığı, gerçeklik algısı ile
oynama oyununu bu filmde bir adım değil birçok adım öteye taşımaktadır.
Belgesel ile kurmacanın iç içe girdiği, gerçek bir karakterin zaman zaman üst
ses olarak zaman zaman da direk filmde arz-ı endam ettiği, insan ile hayvan
arasındaki farkın tamamen muğlâklaştırıldığı bir film var karşımızda. Resnais,
filminin senaryosunda da katkısı bulunan davranış bilimci Laborit’in
tezlerinden yola çıkarak, yaşadığımız her şeyi bir nedene bağlar. Bunu yaparken
de seyirciyi sadece bir izleyen değil, izleyen, düşünen, sorgulayan konumuna
sokar.
Birbirinden tamamen farklı sınıflardan, mekânlardan, aile
yapısından gelmiş üç karakteri öncelikle çocukluklarından itibaren ayrıntılı
bir şekilde tanıtır film bize. Daha sonra bu karakterleri belki de hiç
olmayacak bir tesadüf sonucu bir araya getiren Resnais, kurnazca kurguladığı
oyunu devreye sokmuş olur böylece. Bilinç ile bilinçdışının ne kadar farklı bir
yol izlediğini Laborit özelinde tekrarlayan, yaşadığımız hayatların, çoğu zaman
bilinçdışımızda, biz fark etmeden öğrenilen davranışlar sonucunda
gerçekleştiğini anlatır Mon oncle d'Amérique. Resnais, bu noktada da aslında
bir hayvan olan insanın, tıpkı deney farelerinin verdiği tepkilerin aynısını
verdiğini, bizlerin hayatta bir deney faresinden de öteye gidemediğimizi
çarpıcı bir dille söylemekten çekinmez bu çarpıcı eserinde. Özellikle insan
hayatının en önemli dönemeçleri, mücadele etmesi gereken zamanları ile hep
kaçarak baş ettiğini, karakterlerinin hayatı üzerinden öylesine çarpıcı gözler önüne
seriyor ki… Filmi izledikten sonra kaçmak ya da kalmak ve mücadele etmek
eylemlerini kendi hayatlarınız üzerinde etüt edeceğinize hiç kuşkunuz olmasın.
3) Nuit et brouillard (Gece ve Sis) – 1956
Resnais henüz Nazi soykırımının üzerine cesaret ile söz
söyleyen yapımların pek de olmadığı bir süreçte Nuit et brouillard adlı
belgeseli çeker. Üstelik yaratılmak istenen, bu soykırımı biz değil canavar bir
grup yaptı algısını da yerle bir eder. Zira yeniden yapılanmaya çalışan Almanya,
bu soykırımı gerçeklik algısından kopacak denli farklı bir yere oturtarak,
sorumluluğu üzerinden atmaya çalışmıştır. Fakat Resnais, Nazi soykırımının
canavarca duygulardan çok bir ekonomik büyüme hamlesi olduğunun altını çizer.
Tüm belgesel boyunca da bu toplama kamplarının bir fabrika, kamplardakilerin
birer işçi, katledilen Yahudilerin her bir parçasının ise pazarda kullanılan
bir ham maddeye çevrildiğini anlatır. Böylece soykırımın, sadece basit bir
duygu değil, bizzat düşünülüp, planlanmış devlet politikası olduğunu kusursuzca
dile getirir Resnais. Bu nedenle de zaten Nuit et brouillard, bugüne kadar
yapılmış, en cesur, en sert soykırım belgesellerinden biridir.
Resnais, bu kan donduran belgeselinde yapılanlara sadece
geçmişte yaşanmış ve sona ermiş, bitmiş bir politika olarak da bakmaz. Güya
yeniden kurulan ülkenin ve devlet politikasının eskisinden çok da farklı bir
yerde durmadığını, soykırım yapan kafaların bir yerlerde var olduğunu sadece
gizlendiklerini, geçmiş ile şimdiyi, siyah-beyaz ile renkli görüntüleri bir
arada kullanarak söyler. Aschwitz’in hem geçmişteki hem de şimdiki
görüntülerinin ard arda verilmesi belgeselin, bana kalırsa en vurucu yanı.
4) L'année dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad) -1961
Resnais’in anlaşılması en güç filmlerinden biri kuşkusuz L'année
dernière à Marienbad’dır. Zira yönetmenimiz bu filmde gerçeklik algısıyla o
kadar çok oynuyor ki, film isminin ortya koyduğu kesinlikle tamamen bir zıtlık
içine giriyor. Gerçekten karakterlerimiz geçen yıl Marienbad’dalar mıydı ya da
şimdi gerçekten oradalar mı yoksa aslında her şey bir yanılsamadan mı ibaret
bilemiyoruz. Üstelik tüm bu bilinmezliğe bir de başkarakterlerimizden birinin
geçen yılı hiç hatırlayamaması ya da hatırlamak istememesi de ekleniyor. Zaman-
mekân uyumsuzluğu, kurgunun karmaşıklığı, birbirini takip etmeyen imgeler,
renkler tam anlamıyla bir akıl oyunları yaşatıyor seyirciye.
Barok döşenmiş, ittişamlı, uzun ve birbirini takip eden
koridorları, yolları ile tıpkı bir bilinçaltının büyülü evrenine bizi sokan
Resnais, bu tek mekânda geçen ama zaman olarak mekânın tersine geçmiş ile
şimdiyi aynı potada eritmeye çalışan filmde, üç karakter karşılar bizleri.
Geçen yıl aralarında bir münasebet olduğunu düşündüğümüz A (Delphine Seyrig ) ve
X (Giorgio Albertazzi) ile A’nın kocası ya da sevgilisi M (Sacha Pitoëff) ,
film boyunca kafalarımızı karıştırmak için ellerinden geleni artlarına
koymazlar. A’nın hatırlamaması mı doğru yoksa X’in hatırladıkları mı
bilemiyorum ama olaylar içinden çıkılmaz bir hal aldığı süreçte, adeta akıllara
Kuğu Gölü balesinin hikâyesini getiren, A’nın devamlılığı takip etmeyen bir
şekilde tüylü beyaz ve tüylü siyah kıyafetler içerisinde gözükmesi, A’yı Odette, X’i Prens Sigfried, M’yi de kötü
kalpli Odile yapmakta.
Resnais, yine otoriter üst sese, zaman-mekân algısını yerle
bir eden kurguya fazlasıyla sırtını dayayarak, Fransız aristokrasine, Avrupalı
insanın kayıp hafızasına, kendi iğneliyeci üslubuyla mükemmel bir cevap
veriyor.
5) Je t'aime, je t'aime (Seni Seviyorum, Seni Seviyorum) –
1968
Fransız Yeni Dalgası’nın o dönem Hollywood’un yüksek bütçeli,
bol efektli bilim-kurgu filmlerine karşı Godard’ın, 1965 yapımı Alphaville, une
étrange aventure de Lemmy Caution’u ve ondan üç yıl sonra bu kez sol kıyıdan
Resnais’in Je t'aime, je t'aime’yi bilim-kurgu çekmek için bütçenin,
efektlerin, yıldız oyuncuların vs gerekmediğini ispatlayan önemli
örneklerdendir. Resnais, daha sonra Mon oncle d'Amérique’de iyice ete kemiğe
büründüreceği insan-fare ikilemine, hafızanın karanlık dehlizlerine bizleri
zorunlu bir ortaklığa mecbur bırakıyor. Zira aşk acısı çektiği için intihara
girişmiş, fakat bu girişimi başarısız olmuş olan Claude Ridder adlı
karakterimizin hafızasına yaptığı yolculuk, biz seyirciler için öylesine zor
bir tecrübe ki…
Ridder’in birbirini takip etmeyen, bazı anları ise tekrar
tekrar önümüze çıkaran yolculuğu, onun âşık olduğu kadın ile olan günlerini
hatırlayıp acı çekmesine, biz seyircilerin ise anlamak istedikçe anlayamayıp,
rahatsızlık duymasına sebep olan bir deneme çıkarıyor karşımıza. Resnais, tek
kelimeyle seyirci olan bizlerle kedi-fare oyunu oynuyor bu filmiyle. Tabii
Ridder, bir fareyse bir kediyi alt edecek kadar zeki bir fare. Çünkü alt eden
biz değil o oluyor. Ridder’in hafızasının derinliklerine daldıkça kaybolduğumuz
bu eşsiz deneyim, bir aşkın ardından duyulan üzüntüyü de fazlasıyla
hissettirmekten geri kalmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder