Sinemanın En Yaramaz, En Kabına Sığmaz İhtiyarı
Yaptığı her filmle ya da açıklamayla sansasyon yaratan, bir
kesimin fazlasıyla tepkisini alan diğer bir kesimin ise zaman zaman tereddütle
de olsa benimsediği İngiliz yönetmen Peter Greenaway’ı tek kelimeyle sinemanın
görüp görebileceği en yaramaz, en kabına sığmaz ihtiyarlarından biri olarak
tanımlayabiliriz. Sanatın neredeyse her dalıyla az ya da çok bağı olan (opera,
resim, enstalasyon, video art …) fazlasıyla entelektüeldir ve elbette tüm bu
karpuzları kucağında taşımasını sağlayan yetenek ve zekâsıyla, özellikle
sinemanın çizilmiş sınırlarının dışına çıkan ve çizgi içinde kalanlara da arsız
bir çocuk gibi nanik yapan bir kişilik diyebiliriz onun için. Hiç durmadan
üretmeye devam eden Greenaway, kuşkusuz son yıllarda daha da hızlanmıştır.
Bunun sebebini ise seksen yaşında intihar ederek, kendi özgür iradesiyle
hayatına son vermeyi düşünen birinin yapmak istediği hayallerini gerçekleştirme
telaşı olarak görebiliriz.
Her fırsatta sinemanın öldüğünü veya sinemanın daha yeni
gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyen bu kabına sığmaz, susturulamaz ve
dinginleştirilemez ismi olan, Greenaway’in, birçok filmi izlenecek değerde bile
görmeyişi de oldukça iddialı ve birçoklarına göre hadsizce bir görüştür. Lakin
Greenaway’ın sinemayı şu anki algılanan halinden farklı görmesi, onu böyle
düşündürmeye sevk etmektedir elbette. Hikâye anlatmaktan daha çok görselliğin,
biçimin daha önemli olduğunu savunan Greenaway’ın filmlerinin çoğunun da
olaylardan değil düşüncelerden meydana geldiği bilinmektedir.
Hayallerin Bile İçine Alamayacağı Zenginlikte Bir Kişilik
Kendi tarzını modernizim öncesi ile postmodernizim sonrası
olarak tarif eden bu kalıplara sığmayan adamın, kadrajlarını bir tuval,
kamerasını fırça olarak kullandığını söyleyebiliriz. Resimde tek eksik gördüğü
müziği ise fazlasıyla filmlerinde kullanmaktan kendini alamaz. Sinemada
çerçevenin varlığını inkâr eden, filmlerinde biçimsel olarak montaj, dekupaj,
puzzle ve bulmaca mantığını hâkim kılan bir anlayışa sahiptir. Bu nedenle de
yabancılaştırmanın her zaman en estetik haliyle vücut bulmuş halidir onun
filmleri. Cinsellik konusunda da asla kendini sınırlandırmayan hatta çoğu zaman
çıplaklığı ön plana getiren Greenaway, pornografik sahneler konusunda da
çekingen bir tavır içerisine girmemiştir asla.
Yirmici yüzyılın resim sanatından sonuna kadar nemalanmayı
adeta bir görev bilen, kendisine gelen sanat ile ilgili her teklifi değerlendirmeyi
amaç edinen, kelimelerle tarif edilmesi belki de beyhude bir caba olmaktan
öteye gidemeyen, adeta hayallerin bile içine alamayacağı bir zenginliğe sahip
bir kişilik Peter Greenaway. Elbette böylesine bir kişiliğin her biri
birbirinden müstesna yapımlarından beş tanesine odaklanalım isterim.
1) The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover (Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı) - 1989
Filmlerine hayat verirken hep bir yaratıcının (ressam,
yönetmen, şair, yazar gibi…) eserinden ya da eserlerinden ilham alan Peter
Greenaway, kitleler tarafından en çok tanınmasını sağlayan filminde ise
Hollandalı ressam Frans Hals’i ilham perisi olarak seçer. Üstelik Hals’in
eserlerini imtina ile filmine santim santim döşeyen Greenaway, adeta çok
sevdiği resim sanatıyla hemhal olurcasına renk paletiyle hınzırca da bir oyuna
girmektedir. Zira filminin neredeyse hepsine mekân olacak restoranı, kapının
önü, mutfak, yemek salonu ve tuvalet olarak yan yana dizilmiş ve her biri
farklı bir rengin esiri olmuş dört tuval olarak düşünebiliriz.
Ressamımız ya da yönetmenimiz diyebileceğimiz Greenaway, bu
dört tuval arasında bizlere insanlığın hayatı boyunca yaşamaktan ayrı
duramadığı şehvetlerini yerleştirir. Bir nevi Hıristiyanlığın günahlarıyla da uyumludur
bu şehvetler. Richard (Richard Bohringer ) yedi günahın hepsini bünyesinde
taşıyan, büyük bir günahkârı temsil etmektedir. Tabii ülke İngiltere’yse ve
yönetmenimiz de muhalif bir kimliğe sahipse bu büyük günahkâr olan Richard’ın
Margaret Thatcher’ı temsil ettiğini, restoranın da aslında İngiltere’nin alegorisi
olduğunu tahmin etmek güç değil.
İngiltere’nin yıllarca kanını emmiş Thatcher’i temsil eden
Richard’ın sürekli yemek yiyerek kendini tatmin etmesi biraz da cinsel olarak
tam bir iktidarsız oluşundandır. Onun karşısında konumlanan karısı ve onun aşığı
olan Georgina (Helen Mirren) ile Michael (Alan Howard) ise İngiltere’nin
muhalif kesimini temsil ederek, Richard’a her fırsatta, her köşede ihanet
ederler. Hem de benim dediği topraklar üzerinde. Muhteşem kadrajların, çarpıcı
sahnelerin, tatmin edici alt metni, olağanüstü renk kontrası ve daha bidolu
Greenaway esintileriyle, The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover,
tartışmasız bir başyapıt olarak sinema tarihinde yerini her geçen gün
sağlamlaştırarak kült mertebesine de alnının akıyla ulaşmıştır.
2) The Draughtsman's Contract (Ressamın Kontratı) – 1982
Greenaway barok dönemin resimlerini odağına alarak, bu kez
de ihtişamlı mülkiyetleri ile birlikte kendilerini resmettiren İngiliz
aristokrasisini ve onları heybetli,
ulaşılmaz olarak resmeden ressamları yerin dibine sokmaktadır. Bu bir
döneme damgasını vurmuş, birçoğu ölümsüzleşen tabloların arkasında aslında ne
kadar büyük ihanetlerin, iki yüzlülüklerin, ihtirasların ve daha bidolu utancın
kol gezdiğini, ancak Greenaway zekâsıyla hayat bulacak bir senaryoyla
izliyoruz.
Ressam Neville, o dönem yani 17. Yüzyılda çokça popüler olduğu
üzere aristokrak bir ailenin malikânesini farklı açılardan, sakinlerini de
içine alacak bir şekilde çizmek için anlaşır. Fakat evin erkeğinin bir seyahate
çıkması sebebiyle de Bayan Herbert ile akıl almaz bir kontrat yapar. Evde
kalıp, resim yaptığı sürece Bayan Herbert’in misafirperverliğine vücudunu da
dâhil etmesini ister. Böylece bir yandan malikânenin çeşitli yerlerine
konumlandırılan şövaleler ile ressamın gördükleri tuvale düşer bir yandan da
şövalelerin ardında bitmek bilmez ihtiraslar yaşanır. Filmin asıl can alıcı
noktası ise ressam Neville’nin bu şövaleler arkasında, kapalı kapılar,
şemsiyeler arkasında yani bir nevi kadraj dışında yaşanan ihaneti eserlerine
nakşetmesidir. Zira Neville açık açık eserlerinde bu akıl almaz ihanetleri
(sonradan bu oyuna Herbert’in evli olan kızı da dâhil olur) çizmese de
yeterince açık edecek ayrıntıları, adeta nokta atışı yaparcasına yerleştirir.
Greenaway’ın, ressamın çizim yaparken kullandığı mercek
üzerinden muhteşem bir kadraj içinde kadraj kullanımına girdiği, aynı zamanda
da temsili olan ile gerçeğin aynı anda verilerek gerçeğin ne olduğunun, tamamen
alt-üst edildiği bu eseri, belki de onun üzerine en çok akıl yürütülmesi
gereken yapımlarından biri. Temsil ile gerçeğin bulanık sularda ayır edilemez
olduğu The Draughtsman's Contract, Greenaway’in sanat yoluyla dile getirdiği
demeçlerinden herhangibi biri olarak kayda geçmiş oluyor böylece.
3) The Pillow Book (Tual Bedenler) – 1996
Greenaway’ın üslubunun artık iyice aykırılaştığı
filmlerinden olan The Pillow Book, aynı zamanda da Doğu kültürüne sırtını
yasladığı bir eserdir. Edebiyat ile çok sevdiği resim sanatının buluştuğu bu
filmde Greenaway, Japon kültürünün sonsuz nimetlerini, kendisinin sınırlarını
çizmenin imkânsız olduğu sinemasıyla muhteşem bir şekilde buluşturur. Özellikle
filmine mekan olarak kültürel, tarihsel ve ekonomik açıdan tam olarak kolaj bir
şehir diyebileceğimiz Hongkong’u alması da çok yerinde bir tercih olur.
Kadın bir yazarın kaligraf tekniğiyle yazdığı on üç tane
eseri üzerinden, Japon yazı sanatı olan kaligrafın sadece edebiyat değil aynı
zamanda estetiğin, erdemin, aşkın, tutkuların ve daha nicelerinin içinde
barındığı tarifi mümkünsüz bir kültür olduğunu anlatmakta aslında film. Bir
yanıyla insanların tutkunu oldukları imgeleri hiç çıkmayacak bir şekilde
vücutlarına nakşettikleri dövmelerle de arasında benzerlik kurulabilecek olan The
Pillow Book, adeta son söz imgenindir diye yüksek sesle haykırmaktadır.
Oldukça cesur sahneleri barındıran, görselliğin, imgenin
gücünün hâkimiyeti elden asla bırakmadığı filmin çerçeveyi tamamen yok
saydığını açıkça söyleyebiliriz. Zira gerçek hayatta var olmayan çerçevenin
neden sinemada olduğunu sürekli sorgulayan Greenaway, özellikle bu filmiyle
kadraja yerleştirdiği ayrı bir çerçeve ile kadraj içinde kadraj kullanımından
çok daha aykırı bir tarz geliştirir. Çerçeve içinde çerçeve kullanan
yönetmenimiz, farklı zamanları bir arada vererek bahsettiği anın öncesini,
sonrasını, şimdisini bir arada irdeleyerek derinlemesine bir analize girişmiş
olur. Sinemanın genel geçer kodlarıyla ne kadar oynanabileceğini,
yaratıcılıkta, sınırları aşmakta ne kadar ileri gidilebileceğinin kanlı canlı
örneği olan bu filmin gücü yadsınamaz asla. Üstelik yabancılaştırmanın hiç bu
kadar çarpıcı kullanımına denk gelmemiş olduğumuzu da inkâr emdeyiz sanırım.
4) Nightwatching (Gece Bekçisi) – 2007
Greenaway bu kez bir ressama ya da bir yönetmene odaklandığı
filmlerinden de öteye giderek bir ressamın sadece tek bir eserine çeviriyor
kamerasını. Hollandalı ressam Rembrandt’ın ölümsüz eseri olan Nightwatching
tablosunu odağına alan film, Rembrandt’ın bu tabloyu yapma sürecine ve
sonrasına detaylı bir şekilde değinir. Bu film aslında Rembrandt’ın sadece bu
tabloyu yapmasına değil aynı zamanda bu süreç boyunca ressamın hayatından
meydana gelen değişimlere de yakından bakmaktadır. Aristokratların portrelerini
çizdirmek için sıraya girdikleri bir dönemden yüzüstü bırakılıp, bir nevi terk
edildiği bir döneme nasıl evrildiğini detaylı bir şekilde süzgeçten geçiren
Greenaway, böylece bir ressamın en önemli dönemine ayna tutmuş olur böylelikle.
Rembrandt’ın özel hayatında da mesleğinde de gittikçe ivme kaybettiği süreç,
elbette Greenaway’ın alışılmışın dışındaki üslubuyla farklı bir yerde
durmaktadır yine.
Greenaway, adeta
fırçasıyla değil ama kamerasıyla Rembrandt’ın ölümsüz eserini tekrar
çizmektedir. Tablonun çizilmesi esnasında yaşanılan gerçeklerin ise bu sürece
eşlik etmesi filmi bir nevi tıpkı The Draughtsman's Contract’daki gibi
görünenin, var olanın arkasındaki asıl gerçeklere odaklanmaya teşvik
etmektedir. Böylesine önemli bir tablo yapılırken, o tabloda bulunanlar ve
bulunmayanlar, o tabloyu yaratan ressam ve onun hayatındaki kişiler neler
yaşıyorlar, görünenin arkasında neler olup bitiyor? İşte Greenaway, tüm bu
soruları, kendi sıra dışı tarzıyla yanıtlamaya girişiyor. Ki bana kalırsa çok
da iyi başarıyor.
Karanlık atmosferi, kasvetli, sıradan mekânları, sıra dışı
tercihleriyle yine baştan çıkarıcı bir Greenaway sürprizi sizi beklemekte.
Özellikle resim sanatına gönülden bağlı olanların tanışması gerken bir yapım
olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Gelmiş geçmiş en önemli ressam
portrelerinden biri olan Nightwatching, aynı zamanda ressam da olan Greenaway
tarafından kulaklarınıza çok önemli tüyolar fısıldamakta. Demedi demeyin.
5) Eisenstein in Guanajuato (Eisenstein Meksika’da) – 2015
Greenaway’ın Federico Fellini’ye saygı duruşunda bulunduğu 8
1/2 kadin’dan yıllar sonra çektiği, bu kez avangard sinemanın en önemli
temsilcilerinden, entelektüel montajın mucidi, sinemanın ölümsüz isimlerinden
Sergei Eisenstein’a odaklanan filmi var karşımızda. Eisenstein in Guanajuato,
ilk etapda sanılacağı gibi Eisenstein’in sinemacı kimliğine, filmlerine,
yönetmenlik kariyerine odaklanan bir film değil. Bu film, Eisenstein’in
Meksika’da geçirdiği on ay gibi bir süreç üzerinden, onun çok da bilinmeyen ama
esas onu var eden özel hayatını perdeye taşımakta daha çok. Bu filmle sinema
tarihine damgasını vurmuş, sinema tarihinin mihenk taşlarından olan Bronenosets
Potyomkin, October, Grev gibi filmlerin arkasındaki mimarın, yönetmenlik
yapmadığı zamanlarda nasıl yaşadığına, filmlerini izleyerek anlayamayacağımız
karakter yapısına, ruh haline bizleri şahit eden, bana kalırsa sırf bu sebeple
de çok daha önemli bir şey yapıyor Greenaway.
Siyah-beyaz fotoğraflardaki, kabarık saçları ve ciddi
duruşuyla hafızalarımıza kazınan Eisenstein’in, hiç tahmin edemeyeceğiniz bir
enerjiye sahip olduğunu, kabına sığmaz ama aynı zamanda da bir o kadar çekingen
bambaşka bir adam vardır karşımızda. Böylesine renkli bir kişiliğin bir de
yatak odasına girdiğimizi düşünün. Hem de öyle köşeden, bucaktan, kapı
arkasından değil. Oldukça teşhirci bir yere konumlandırır Greenaway biz
seyircileri. Öyle ki Eisenstein’in eşcinsel kimliğiyle ilk kez bekâretini
kaybetmesini ve sonraki günlerde de aşkıyla yaptıkları derin muhabbeti, yatak
odasının her bir noktasından (cam taban da dâhil olmak üzere) izlememiz, filmi
elbette fazlasıyla pornografik bir düzeye taşımaktadır.
Greenaway’ın çerçeve kullanma konusunda, kendi sınırlarının
da ötesine geçtiği bir film ile karşı karşıya olduğumuzu söylemem gerek. Zira
Greenaway, ekranı artık istediği sayıda çerçeveye ayırmakta, istediği gibi
çerçeve olgusuyla oynamaktadır. Bu da yetmezmiş gibi ekrana yerleştirdiği yan
çerçevelerin içine gördüğümüz kişilerin gerçek portrelerini koyarak yine temsil
ile gerçeğin çarpıcı birlikteliğine değinmekten kendini alamaz. Farklı lens
kullanımları, 360 derece dönen kamerası, her filminde olduğu gibi renklerin
tarif edilemez rolü gibi saymakla bitmeyecek meziyetlerle yine karşımızda bir
Greenaway harikası durmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder