1 Ağustos 2018 Çarşamba

Peter Greenaway Sineması



Sinemanın En Yaramaz, En Kabına Sığmaz İhtiyarı

Yaptığı her filmle ya da açıklamayla sansasyon yaratan, bir kesimin fazlasıyla tepkisini alan diğer bir kesimin ise zaman zaman tereddütle de olsa benimsediği İngiliz yönetmen Peter Greenaway’ı tek kelimeyle sinemanın görüp görebileceği en yaramaz, en kabına sığmaz ihtiyarlarından biri olarak tanımlayabiliriz. Sanatın neredeyse her dalıyla az ya da çok bağı olan (opera, resim, enstalasyon, video art …) fazlasıyla entelektüeldir ve elbette tüm bu karpuzları kucağında taşımasını sağlayan yetenek ve zekâsıyla, özellikle sinemanın çizilmiş sınırlarının dışına çıkan ve çizgi içinde kalanlara da arsız bir çocuk gibi nanik yapan bir kişilik diyebiliriz onun için. Hiç durmadan üretmeye devam eden Greenaway, kuşkusuz son yıllarda daha da hızlanmıştır. Bunun sebebini ise seksen yaşında intihar ederek, kendi özgür iradesiyle hayatına son vermeyi düşünen birinin yapmak istediği hayallerini gerçekleştirme telaşı olarak görebiliriz.

Her fırsatta sinemanın öldüğünü veya sinemanın daha yeni gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyen bu kabına sığmaz, susturulamaz ve dinginleştirilemez ismi olan, Greenaway’in, birçok filmi izlenecek değerde bile görmeyişi de oldukça iddialı ve birçoklarına göre hadsizce bir görüştür. Lakin Greenaway’ın sinemayı şu anki algılanan halinden farklı görmesi, onu böyle düşündürmeye sevk etmektedir elbette. Hikâye anlatmaktan daha çok görselliğin, biçimin daha önemli olduğunu savunan Greenaway’ın filmlerinin çoğunun da olaylardan değil düşüncelerden meydana geldiği bilinmektedir.

Hayallerin Bile İçine Alamayacağı Zenginlikte Bir Kişilik

Kendi tarzını modernizim öncesi ile postmodernizim sonrası olarak tarif eden bu kalıplara sığmayan adamın, kadrajlarını bir tuval, kamerasını fırça olarak kullandığını söyleyebiliriz. Resimde tek eksik gördüğü müziği ise fazlasıyla filmlerinde kullanmaktan kendini alamaz. Sinemada çerçevenin varlığını inkâr eden, filmlerinde biçimsel olarak montaj, dekupaj, puzzle ve bulmaca mantığını hâkim kılan bir anlayışa sahiptir. Bu nedenle de yabancılaştırmanın her zaman en estetik haliyle vücut bulmuş halidir onun filmleri. Cinsellik konusunda da asla kendini sınırlandırmayan hatta çoğu zaman çıplaklığı ön plana getiren Greenaway, pornografik sahneler konusunda da çekingen bir tavır içerisine girmemiştir asla.

Yirmici yüzyılın resim sanatından sonuna kadar nemalanmayı adeta bir görev bilen, kendisine gelen sanat ile ilgili her teklifi değerlendirmeyi amaç edinen, kelimelerle tarif edilmesi belki de beyhude bir caba olmaktan öteye gidemeyen, adeta hayallerin bile içine alamayacağı bir zenginliğe sahip bir kişilik Peter Greenaway. Elbette böylesine bir kişiliğin her biri birbirinden müstesna yapımlarından beş tanesine odaklanalım isterim.


1) The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover (Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı) - 1989

Filmlerine hayat verirken hep bir yaratıcının (ressam, yönetmen, şair, yazar gibi…) eserinden ya da eserlerinden ilham alan Peter Greenaway, kitleler tarafından en çok tanınmasını sağlayan filminde ise Hollandalı ressam Frans Hals’i ilham perisi olarak seçer. Üstelik Hals’in eserlerini imtina ile filmine santim santim döşeyen Greenaway, adeta çok sevdiği resim sanatıyla hemhal olurcasına renk paletiyle hınzırca da bir oyuna girmektedir. Zira filminin neredeyse hepsine mekân olacak restoranı, kapının önü, mutfak, yemek salonu ve tuvalet olarak yan yana dizilmiş ve her biri farklı bir rengin esiri olmuş dört tuval olarak düşünebiliriz.

Ressamımız ya da yönetmenimiz diyebileceğimiz Greenaway, bu dört tuval arasında bizlere insanlığın hayatı boyunca yaşamaktan ayrı duramadığı şehvetlerini yerleştirir. Bir nevi Hıristiyanlığın günahlarıyla da uyumludur bu şehvetler. Richard (Richard Bohringer ) yedi günahın hepsini bünyesinde taşıyan, büyük bir günahkârı temsil etmektedir. Tabii ülke İngiltere’yse ve yönetmenimiz de muhalif bir kimliğe sahipse bu büyük günahkâr olan Richard’ın Margaret Thatcher’ı temsil ettiğini, restoranın da aslında İngiltere’nin alegorisi olduğunu tahmin etmek güç değil.

İngiltere’nin yıllarca kanını emmiş Thatcher’i temsil eden Richard’ın sürekli yemek yiyerek kendini tatmin etmesi biraz da cinsel olarak tam bir iktidarsız oluşundandır. Onun karşısında konumlanan karısı ve onun aşığı olan Georgina (Helen Mirren) ile Michael (Alan Howard) ise İngiltere’nin muhalif kesimini temsil ederek, Richard’a her fırsatta, her köşede ihanet ederler. Hem de benim dediği topraklar üzerinde. Muhteşem kadrajların, çarpıcı sahnelerin, tatmin edici alt metni, olağanüstü renk kontrası ve daha bidolu Greenaway esintileriyle, The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, tartışmasız bir başyapıt olarak sinema tarihinde yerini her geçen gün sağlamlaştırarak kült mertebesine de alnının akıyla ulaşmıştır.



2) The Draughtsman's Contract (Ressamın Kontratı) – 1982

Greenaway barok dönemin resimlerini odağına alarak, bu kez de ihtişamlı mülkiyetleri ile birlikte kendilerini resmettiren İngiliz aristokrasisini ve onları heybetli,  ulaşılmaz olarak resmeden ressamları yerin dibine sokmaktadır. Bu bir döneme damgasını vurmuş, birçoğu ölümsüzleşen tabloların arkasında aslında ne kadar büyük ihanetlerin, iki yüzlülüklerin, ihtirasların ve daha bidolu utancın kol gezdiğini, ancak Greenaway zekâsıyla hayat bulacak bir senaryoyla izliyoruz.

Ressam Neville, o dönem yani 17. Yüzyılda çokça popüler olduğu üzere aristokrak bir ailenin malikânesini farklı açılardan, sakinlerini de içine alacak bir şekilde çizmek için anlaşır. Fakat evin erkeğinin bir seyahate çıkması sebebiyle de Bayan Herbert ile akıl almaz bir kontrat yapar. Evde kalıp, resim yaptığı sürece Bayan Herbert’in misafirperverliğine vücudunu da dâhil etmesini ister. Böylece bir yandan malikânenin çeşitli yerlerine konumlandırılan şövaleler ile ressamın gördükleri tuvale düşer bir yandan da şövalelerin ardında bitmek bilmez ihtiraslar yaşanır. Filmin asıl can alıcı noktası ise ressam Neville’nin bu şövaleler arkasında, kapalı kapılar, şemsiyeler arkasında yani bir nevi kadraj dışında yaşanan ihaneti eserlerine nakşetmesidir. Zira Neville açık açık eserlerinde bu akıl almaz ihanetleri (sonradan bu oyuna Herbert’in evli olan kızı da dâhil olur) çizmese de yeterince açık edecek ayrıntıları, adeta nokta atışı yaparcasına yerleştirir.

Greenaway’ın, ressamın çizim yaparken kullandığı mercek üzerinden muhteşem bir kadraj içinde kadraj kullanımına girdiği, aynı zamanda da temsili olan ile gerçeğin aynı anda verilerek gerçeğin ne olduğunun, tamamen alt-üst edildiği bu eseri, belki de onun üzerine en çok akıl yürütülmesi gereken yapımlarından biri. Temsil ile gerçeğin bulanık sularda ayır edilemez olduğu The Draughtsman's Contract, Greenaway’in sanat yoluyla dile getirdiği demeçlerinden herhangibi biri olarak kayda geçmiş oluyor böylece.



3) The Pillow Book (Tual Bedenler) – 1996

Greenaway’ın üslubunun artık iyice aykırılaştığı filmlerinden olan The Pillow Book, aynı zamanda da Doğu kültürüne sırtını yasladığı bir eserdir. Edebiyat ile çok sevdiği resim sanatının buluştuğu bu filmde Greenaway, Japon kültürünün sonsuz nimetlerini, kendisinin sınırlarını çizmenin imkânsız olduğu sinemasıyla muhteşem bir şekilde buluşturur. Özellikle filmine mekan olarak kültürel, tarihsel ve ekonomik açıdan tam olarak kolaj bir şehir diyebileceğimiz Hongkong’u alması da çok yerinde bir tercih olur.

Kadın bir yazarın kaligraf tekniğiyle yazdığı on üç tane eseri üzerinden, Japon yazı sanatı olan kaligrafın sadece edebiyat değil aynı zamanda estetiğin, erdemin, aşkın, tutkuların ve daha nicelerinin içinde barındığı tarifi mümkünsüz bir kültür olduğunu anlatmakta aslında film. Bir yanıyla insanların tutkunu oldukları imgeleri hiç çıkmayacak bir şekilde vücutlarına nakşettikleri dövmelerle de arasında benzerlik kurulabilecek olan The Pillow Book, adeta son söz imgenindir diye yüksek sesle haykırmaktadır.

Oldukça cesur sahneleri barındıran, görselliğin, imgenin gücünün hâkimiyeti elden asla bırakmadığı filmin çerçeveyi tamamen yok saydığını açıkça söyleyebiliriz. Zira gerçek hayatta var olmayan çerçevenin neden sinemada olduğunu sürekli sorgulayan Greenaway, özellikle bu filmiyle kadraja yerleştirdiği ayrı bir çerçeve ile kadraj içinde kadraj kullanımından çok daha aykırı bir tarz geliştirir. Çerçeve içinde çerçeve kullanan yönetmenimiz, farklı zamanları bir arada vererek bahsettiği anın öncesini, sonrasını, şimdisini bir arada irdeleyerek derinlemesine bir analize girişmiş olur. Sinemanın genel geçer kodlarıyla ne kadar oynanabileceğini, yaratıcılıkta, sınırları aşmakta ne kadar ileri gidilebileceğinin kanlı canlı örneği olan bu filmin gücü yadsınamaz asla. Üstelik yabancılaştırmanın hiç bu kadar çarpıcı kullanımına denk gelmemiş olduğumuzu da inkâr emdeyiz sanırım.



4) Nightwatching (Gece Bekçisi) – 2007

Greenaway bu kez bir ressama ya da bir yönetmene odaklandığı filmlerinden de öteye giderek bir ressamın sadece tek bir eserine çeviriyor kamerasını. Hollandalı ressam Rembrandt’ın ölümsüz eseri olan Nightwatching tablosunu odağına alan film, Rembrandt’ın bu tabloyu yapma sürecine ve sonrasına detaylı bir şekilde değinir. Bu film aslında Rembrandt’ın sadece bu tabloyu yapmasına değil aynı zamanda bu süreç boyunca ressamın hayatından meydana gelen değişimlere de yakından bakmaktadır. Aristokratların portrelerini çizdirmek için sıraya girdikleri bir dönemden yüzüstü bırakılıp, bir nevi terk edildiği bir döneme nasıl evrildiğini detaylı bir şekilde süzgeçten geçiren Greenaway, böylece bir ressamın en önemli dönemine ayna tutmuş olur böylelikle. Rembrandt’ın özel hayatında da mesleğinde de gittikçe ivme kaybettiği süreç, elbette Greenaway’ın alışılmışın dışındaki üslubuyla farklı bir yerde durmaktadır yine.

 Greenaway, adeta fırçasıyla değil ama kamerasıyla Rembrandt’ın ölümsüz eserini tekrar çizmektedir. Tablonun çizilmesi esnasında yaşanılan gerçeklerin ise bu sürece eşlik etmesi filmi bir nevi tıpkı The Draughtsman's Contract’daki gibi görünenin, var olanın arkasındaki asıl gerçeklere odaklanmaya teşvik etmektedir. Böylesine önemli bir tablo yapılırken, o tabloda bulunanlar ve bulunmayanlar, o tabloyu yaratan ressam ve onun hayatındaki kişiler neler yaşıyorlar, görünenin arkasında neler olup bitiyor? İşte Greenaway, tüm bu soruları, kendi sıra dışı tarzıyla yanıtlamaya girişiyor. Ki bana kalırsa çok da iyi başarıyor.

Karanlık atmosferi, kasvetli, sıradan mekânları, sıra dışı tercihleriyle yine baştan çıkarıcı bir Greenaway sürprizi sizi beklemekte. Özellikle resim sanatına gönülden bağlı olanların tanışması gerken bir yapım olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Gelmiş geçmiş en önemli ressam portrelerinden biri olan Nightwatching, aynı zamanda ressam da olan Greenaway tarafından kulaklarınıza çok önemli tüyolar fısıldamakta. Demedi demeyin.



5) Eisenstein in Guanajuato (Eisenstein Meksika’da) – 2015

Greenaway’ın Federico Fellini’ye saygı duruşunda bulunduğu 8 1/2 kadin’dan yıllar sonra çektiği, bu kez avangard sinemanın en önemli temsilcilerinden, entelektüel montajın mucidi, sinemanın ölümsüz isimlerinden Sergei Eisenstein’a odaklanan filmi var karşımızda. Eisenstein in Guanajuato, ilk etapda sanılacağı gibi Eisenstein’in sinemacı kimliğine, filmlerine, yönetmenlik kariyerine odaklanan bir film değil. Bu film, Eisenstein’in Meksika’da geçirdiği on ay gibi bir süreç üzerinden, onun çok da bilinmeyen ama esas onu var eden özel hayatını perdeye taşımakta daha çok. Bu filmle sinema tarihine damgasını vurmuş, sinema tarihinin mihenk taşlarından olan Bronenosets Potyomkin, October, Grev gibi filmlerin arkasındaki mimarın, yönetmenlik yapmadığı zamanlarda nasıl yaşadığına, filmlerini izleyerek anlayamayacağımız karakter yapısına, ruh haline bizleri şahit eden, bana kalırsa sırf bu sebeple de çok daha önemli bir şey yapıyor Greenaway.

Siyah-beyaz fotoğraflardaki, kabarık saçları ve ciddi duruşuyla hafızalarımıza kazınan Eisenstein’in, hiç tahmin edemeyeceğiniz bir enerjiye sahip olduğunu, kabına sığmaz ama aynı zamanda da bir o kadar çekingen bambaşka bir adam vardır karşımızda. Böylesine renkli bir kişiliğin bir de yatak odasına girdiğimizi düşünün. Hem de öyle köşeden, bucaktan, kapı arkasından değil. Oldukça teşhirci bir yere konumlandırır Greenaway biz seyircileri. Öyle ki Eisenstein’in eşcinsel kimliğiyle ilk kez bekâretini kaybetmesini ve sonraki günlerde de aşkıyla yaptıkları derin muhabbeti, yatak odasının her bir noktasından (cam taban da dâhil olmak üzere) izlememiz, filmi elbette fazlasıyla pornografik bir düzeye taşımaktadır.

Greenaway’ın çerçeve kullanma konusunda, kendi sınırlarının da ötesine geçtiği bir film ile karşı karşıya olduğumuzu söylemem gerek. Zira Greenaway, ekranı artık istediği sayıda çerçeveye ayırmakta, istediği gibi çerçeve olgusuyla oynamaktadır. Bu da yetmezmiş gibi ekrana yerleştirdiği yan çerçevelerin içine gördüğümüz kişilerin gerçek portrelerini koyarak yine temsil ile gerçeğin çarpıcı birlikteliğine değinmekten kendini alamaz. Farklı lens kullanımları, 360 derece dönen kamerası, her filminde olduğu gibi renklerin tarif edilemez rolü gibi saymakla bitmeyecek meziyetlerle yine karşımızda bir Greenaway harikası durmaktadır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder