Büyülü Bir Jodorwsky Evreni
Şilili Alejandro Jodorowsky, seksen sekiz yaşında olmasına
rağmen hala üretkenliğinden bir şey kaybetmeyen, sinema dünyasının sahip olduğu
en büyük değerlerden biri hiç kuşkusuz. Kökeni Rus Yahudiliğine dayanan
Jodorowsky, sirkte çalışarak başladığı hayatla imtihanına aktör, besteci, çizgi
roman yazarı, prodüktör, psikoterapist ve yönetmen olarak devam etmiştir. Yönetmenlik
kariyerinde sık sık film üretmektense az ve öz yapıma imza atmayı tercih
etmiştir ne var ki. 1957 yılında çektiği kısa filmi La cravate ile başladığı
yönetmenlik kariyerine 1968 yılında uzun metraj Fando y Lis ile devam eder. Yönetmenliğe
1990 yılındaki The Rainbow Thief’den sonra yirmi üç yıl gibi oldukça uzun bir
ara vermişse de kendi hayatını anlatan üçlemenin ilk iki halkasıyla hala
ilhamından bir şey kaybetmediğini dosta düşmana ilan etmiştir.
Auteur kavramının tam da isim karşılığı olan Jodorowsky,
filmlerine sadece yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık yapmakla kalmamış,
birçok filminde başkaraktere kendi hayat vermiştir aynı zamanda. Hatta oğulları
Axel ve Adan’ı da oynatarak adeta bir Jodorowsky evreni yaratmıştır desek
yeridir. La montaña sagrada filmi hariç neredeyse tüm filmografisini sıfır bütçeyle
çekerek, başarının parayla alakalı olmadığını da ispatlamış olur. La montaña
sagrada ise El Topo’yu çok seven John Lennon, bir müzisyen arkadaşının filme
finansman olmasını sağlamıştır.
Sürrealizmin En Büyük İsimlerinden
Sürrealizmin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen
Jodorowsky, bu konuda birçok sürrealist yönetmene göre daha çok sınırları
zorladığını kimse inkâr edemez sanırım. Zira El Topo ve La montaña sagrada’nın
kült filmlerin en zirvesinde kendilerine yer bulmaları da bunun en büyük
kanıtıdır. Filmleri ile seyircide adeta kafa yaparak birçok saykodelik yapıma
da ilham vermiş Jodorowsky’nin yükte hafif pahada ağır filmografisi, sınırları
zorlamıştır her açıdan.
Yaşadığı yıllar ve büyüdüğü topraklar açısından savaşlara,
kıyımlara, acılara fazlasıyla maruz kalmış, şahit olmuş olan Jodorowsky,
üretkenliğinin her safhasında bunlara yapımlarında yer vermiştir. Ayrıca tüm
yapılan zulümlere, diktatörlere kör göze parmak sokmadan, inceden inceye
eleştirisini yapmayı bilir. Kendi hayatından, ilgilendiği mevzulardan
filmlerinde çok yararlanmış, filmlerinin her anında gerek vücut olarak gerek
ruh olarak hep onu yanı başımızda hissetmemizi sağlamış bir isim Jodorowsky.
Her yönetmen gibi takıntılarıyla da kendini var etmiş bir
isim olan Jodorowsky, bedensel özürlü, cüce ya da maskeli karakterleriyle dış
görünüşün anlamının olmadığını, önemli olanın ruh güzelliği olduğunu söylemiş,
anlamsız konuşmalar, sağır ve dilsiz karakterleriyle de sözün anlamının
kalmadığını, kalplerimizle iletişimin önemli olduğunu söyleyen bir filozoftur.
Dinlerin insan hayatına yaptığı hadsizliğe de dâhiyane bir şekilde haddini
bildirmeyi kendine bir borç bilen yönetmenimiz, ateist çizgisinden asla taviz
vermeyenlerdendir aynı zamanda. Hem onun gibi çizgisinden şaşmayan bir ateist
hem de dünya üzerinde kendine kitle bulmuş dinlerin hepsi hakkında detaylı
bilgiye sahip kaç isim vardır ki?
Sinemanın mistik şairi Andery Tarkovksy’den sürrealist sinemanın
öncüsü Luis Bunuel’e, Federico Fellini’nin kadınlarından, Charlie Chaplin ve
Buster Keaton gibi ustaların slapstick hareketlerine kadar sinemanın farklı
dönemlerinden ve akımlarından nüveleri ustalıkla filmografisine yediren bu nevi
şahsına münhasır adamı bir sinemacı olarak da tanımlamak hata belki. Zira
kendisi böyle bir tanımlamayı kabul etmemekle birlikte normal bir adama ait,
anormal bir insan olarak kendini tarif etmektedir. Diler misiniz böylesine
ilginç bir adamı irdeleyelim.
1) Poesía sin fin (Sonsuz Şiir) - 2016
Alejandro Jodorowsky'nin şimdilik son harikas,ı bir kez daha
çılgınlığın gençlikle bir alakası olmadığını ispatlayan bir yapım. Zira kendi
biyografisini perdeye yansıttığı üçlemenin ikinci ayağı olan Poesia Sin Fin,
muhtemelen tam da gençlik yıllarına odaklanan bir yapım olduğundan dolayı
çılgın, baş döndürücü, aykırı, radikal, başına buyruk. 88 yaşında değme
gençlere taş çıkartan bir yaşam enerjisiyle Jodorowsky'nin de perdede arz-ı
endam ettiği film, sanatın kutsallığına tapınırken, aynı zamanda popüler olana,
çoğunluğun sesine, diktatörlüğe, korkuya, muğlâklığa savaş açıyor.
Yeri geliyor sadece diktatörlüğü alkışlayan halka, aynı
despot mantığın bekçisi babasına lafını esirgemezken yeri geliyor sosyalist
şair Pablo Neruda'nın da muhtemelen popülerliğinden dolayı üstünü çizmekten
çekinmiyor. Fellini'nin kadınlarından da esinlenen, feminizmin de buram buram
hissedildiği, renklerin, müziklerin, sanatın her bir dalının boy gösterdiği,
büyüleyici kadrajların izleyiciyi sımsıkı ele geçirdiği bu film, tam anlamıyla
biz hazine.
2) La danza de la realidad (Gerçeğin Dansı) – 2013
Kafam karıştı.
Sardanyaların azabına mı yoksa martıların neşesine mi ortak olmalıyım? Ziyafetinden
mahrum kalan martıları gördüğümde denge, ıstırabın lehine değişti. Kendimi bir
yabancı gibi hissettiğim şu dünyada tüm şeyler bir zevk ve acı ağıyla
bağlantılıydı.
Jodorowsky’nin çocukluğunu sarmalayarak söylediği bu sözler,
hikâyesine başlamadan önce bize hayatıyla ilgili anlatacaklarının bir özeti
aslında.
Jodorowsky’nin kendi biyografisini anlattığı üçlemenin ilk
ayağı olan La danza de la realidad, yirmi üç yıl aradan sonra ilhamından hiçbir
şey kaybetmemek neymiş ispatlıyor dosta-düşmana adeta. Zira Jodorowsky,
yönetmenlik kariyerinde verdiği bu uzun moladan sonra aynı üretkenliğini,
aykırılığını ve biz seyircilere sunduğu renkli dünya vaadini eskisinden de
iddialı bir şekilde devam ettiriyor. Geçen yıllar Jodorowsky’nin daha da ufkunu
açmış, daha da bakışını kusursuzlaştırmış. Doğduğu, çocukluğunun geçtiği
Tocopilla’daki geçmişine bakan Jodorowsky, annesini ve babasını da bizlere
ayrıntılı bir şekilde sunuyor. Özellikle babasının siyasi tutumunu, bu uğurda
yaptıklarını, o dönem iktidarda olan Şilili diktatör Carlos Ibáñez’i detaylı
bir şekilde masaya yatıran yönetmenimiz, annesi ile olan muhteşem ilişkiye de
bizleri şahit ediyor.
Jodorowsky’nin eleştiri oklarından nasibini alan sadece Carlos
Ibáñez olmuyor elbette. Zira Sovyet Rusya lideri Josef Stalin ve Stalin hayranı
babası da kusursuz bir ustalıkla yerin dibine geçiriliyor. Jodorowsky, sağcı ya
da solcu olsun, etnik kökeni ne olursa olsun çoğu liderin diktatörlük
noktasında buluştuğunu söyleyerek, ailesinin lideri olan babası da dâhil
hepsini aynı potada buluşturarak, fileden aşağı yolluyor. Tüm bunları yaparken,
diktatörlerin postalı altında ezilen halkı, kullanılıp çöpe atılan askerleri,
göçe zorlanan kitleleri ve daha bidolu utancı filmine sığdırmaktan geri
durmuyor. Lakin tüm bu iç karartıcı gerçekleri anlatan filmin kasvetli bir
atmosferdense Jodorowsky dokunuşlarıyla, renkli, şiirsel, baş döndürücü
olduğunu söylemeye gerek olmamalı. Nihayetinde kendisinin de az da olsa
karşımızda arz-ı endam ettiği filmin, hilkat garibeleriyle, cüceleriyle, Fellini kadınlarıyla, din
eleştirisiyle ve elbette sürrealist yapısıyla kusursuz bir iş olduğunu kim inkâr
edebilir?
3)El Topo (Köstebek) – 1970
Jodorowsky’nin tartışmasız en büyük başyapıtı, sınırları
aştığı filmi El Topo, sinema tarihinin en önemli kült filmlerinden biridir aynı
zamanda. Bu sürrealizmin sınırsız kapılarını biz seyirciler için aralayan film
olan El Topo, mekân olarak tam anlamıyla bir western izleyecekmişiz hissiyatını
ilk andan yaşatır. Lakin karşımıza çıkan karakterlerin sürekli doğu
felsefesinden konuşmaları ve doğu felsefesine ait imgelerin varlığı daha çok eastern
bir film ile karşı karşıya bırakıyor bizleri. Aynı zamanda bir Spaghetti
Western filminden beklenilen bol kan, vahşet, işkence de El Topo’da hazır ve
nazırdır. Velhasıl kelam El Topo’yu bir türe dâhil etmek oldukça zor ve
anlamsızdır.
Bir baba, oğul ve kutsal ruh hikâyesi olarak okunabilecek
filmde El Topo’yu (Alejandro Jodorowsky)Tanrı, oğlunu da İsa ya da El Topo’yu
İsa, oğlunu da onun peşinden giden insanlık olarak düşünebiliriz. Tanrı’nın
yolu yani El Topo’nun yolu ona Marah ismini koyacağı kadın ile karşılaşmasından
sonra değişir. O güne kadar kötüleri öldürerek bir nevi adaleti sağlayan El
Topo, yeryüzünün dört büyük kitabının yollandığı peygamberleri temsil eden dört
ustayı, hile vs gibi yollarla öldürür. Daha sonra ise yeniden doğarak, adeta
bir Mesih gibi yoldan çıkan insanlığı yola getirmeye, zulme uğrayanlara yardım
etmeye gelir. Ama ne çare…
4) La montaña sagrada (Kutsal Dağ) – 1973
‘’Bir peri masalıydı her şey ve gerçek hayata döndük; ama bu
hayat gerçek mi? Hayır. Bu bir film. Kameraya bakın. Bizler hayal ürünüyüz.’’
Bu sözlerle karşı karşıya kaldığımız Jodorowsky’nin en
baştan çıkarıcı filmi La montaña sagrada, zamansız bir simyacı hikâyesi. İsa
temsili bir adamı tanımamızla başlayan film, simyacı ile yolların kesişmesiyle
ölümsüzlük arayışına evriliyor. Simyacı ve gezegenleri temsil eden karakterleri
tanımamızla devam eden film, saykodelik kültürün çizgisinden ise asla sapmıyor.
Hatta film çekilirken Jodorowsky’nin film ekibi ile birlikte LCD kullanarak
filmi tamamladıkları söylenmektedir.
Ezoterizm konularına fazlasıyla kafa yorduğunu çok iyi
bildiğimiz ve her filmine de bu konudaki düşüncelerini yediren Jodorowsky’nin,
asıl özümsediği fikirleri ile bizleri buluşturmasını bu filme sakladığı ayan
beyan ortadadır. Zira filmde alchemist (simyacı) karakterine de kendisinin
hayat vermesi bu durumu destekliyor. Gerçek hayatta da kim bilir ölümsüzlüğün
peşinden koşan Jodorowsky, filmde bunu hayata geçiriyor belki de.
Jodorowsky’nin kült mertebesine erişen bu başyapıtı,
unutulmaz sahneleriyle kelimelerin kifayetsiz kalacağı sürrealist filmlerin
babalarından kesinlikle. Luis Bunuel gibi ustaların yolundan giden
yönetmenimiz, sürrealizm ile yaptığı dans konusunda boynuz kulağa geçer misali
kimi zaman ustaları bile gölgede bırakmayı başarmıştır özellikle bu filmiyle.
5) Santa sangre (Kutsal Kan) – 1989
Jodorowsky'nin tüm filmografisinde karşımıza çıkan Oidipus
kompleksi, Santa Sangre'de bütün filme egemen oluyor. Biyografisini anlatan
filmlerinden de anladığımız üzere gerçek hayatta despot bir baba ve naif bir
anneye sahip olan Jodorowsky, filmlerinde de genelde bu durumu devam
ettirmiştir. Lakin Santa Sangre'de Fellini'nin büyük memeli kadınlarından uzak,
naiflik bir yana oldukça despot, intikamcı bir anne çıkmakta karşımıza. Bu kez
Amarcord'a benzeyen kadın ise Fenix'in ailesini dağıtan ama aynı zamanda da ilk
cinsel uyanışını sağlayan kadın olarak konumlanır filmde.
Jodorowsky'nin gençlik yıllarında çalıştığı sirk hayatını
mekân edinen filmde ebeveynler tarafından sürüklenen, kullanılan ve unutulan
çocukların hikâyesi anlatılmaktadır. Fenix, bu durumun en büyük kurbanlarından
biridir. İlk aşkı Alma'nın da bu konuda Fenix'den kalır yanı yoktur ne yazık
ki. İşte Fenix ile Alma'nın zor da olsa ebeveynlerinden kopmalarını,
özgürleşmelerini oldukça tüyler ürpertici, şiddetli ve bolca kanlı bir şekilde
izlemek zorunda kalıyoruz. Akıl hastaneleri, sanrılar, rüyalar, esir alınan
ruhlar, zapt edilen uvuzlar, satılan bedenler... Neyse ki her şeye rağmen Alma
ile Fenix'in saf ve temiz ruhları onları özgürleştiriyor tüm zorluklara rağmen.
Jodorowsky bu filminde yine bedensel eksikliğe, engellere, maskeli ya da beyaza
boyalı yüzlere, anlamsız konuşmalara yer verirken bu kez bir adım daha öteye
giderek dilsiz-sağır karakterleri ile dilin de bedenin, görünüşün de anlamsız
olduğunu, geriye kalan tek doğru şeyin ruhlarımız olduğunu belki de diğer
filmlerinden çok daha yüksek sesle söylüyor. Fenix'e hayat veren Jodorowsky'nin
büyük oğlu Axel Jodorowsky'nin özellikle kollarını üstün bir performansla
kullanması bakımından fazlasıyla takdiri hak ettiğini de söylemeden
edemeyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder