3 Ağustos 2018 Cuma

Alejandro Jodorowsky Sineması



Büyülü Bir Jodorwsky Evreni

Şilili Alejandro Jodorowsky, seksen sekiz yaşında olmasına rağmen hala üretkenliğinden bir şey kaybetmeyen, sinema dünyasının sahip olduğu en büyük değerlerden biri hiç kuşkusuz. Kökeni Rus Yahudiliğine dayanan Jodorowsky, sirkte çalışarak başladığı hayatla imtihanına aktör, besteci, çizgi roman yazarı, prodüktör, psikoterapist ve yönetmen olarak devam etmiştir. Yönetmenlik kariyerinde sık sık film üretmektense az ve öz yapıma imza atmayı tercih etmiştir ne var ki. 1957 yılında çektiği kısa filmi La cravate ile başladığı yönetmenlik kariyerine 1968 yılında uzun metraj Fando y Lis ile devam eder. Yönetmenliğe 1990 yılındaki The Rainbow Thief’den sonra yirmi üç yıl gibi oldukça uzun bir ara vermişse de kendi hayatını anlatan üçlemenin ilk iki halkasıyla hala ilhamından bir şey kaybetmediğini dosta düşmana ilan etmiştir.

Auteur kavramının tam da isim karşılığı olan Jodorowsky, filmlerine sadece yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık yapmakla kalmamış, birçok filminde başkaraktere kendi hayat vermiştir aynı zamanda. Hatta oğulları Axel ve Adan’ı da oynatarak adeta bir Jodorowsky evreni yaratmıştır desek yeridir. La montaña sagrada filmi hariç neredeyse tüm filmografisini sıfır bütçeyle çekerek, başarının parayla alakalı olmadığını da ispatlamış olur. La montaña sagrada ise El Topo’yu çok seven John Lennon, bir müzisyen arkadaşının filme finansman olmasını sağlamıştır.


Sürrealizmin En Büyük İsimlerinden

Sürrealizmin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen Jodorowsky, bu konuda birçok sürrealist yönetmene göre daha çok sınırları zorladığını kimse inkâr edemez sanırım. Zira El Topo ve La montaña sagrada’nın kült filmlerin en zirvesinde kendilerine yer bulmaları da bunun en büyük kanıtıdır. Filmleri ile seyircide adeta kafa yaparak birçok saykodelik yapıma da ilham vermiş Jodorowsky’nin yükte hafif pahada ağır filmografisi, sınırları zorlamıştır her açıdan.

Yaşadığı yıllar ve büyüdüğü topraklar açısından savaşlara, kıyımlara, acılara fazlasıyla maruz kalmış, şahit olmuş olan Jodorowsky, üretkenliğinin her safhasında bunlara yapımlarında yer vermiştir. Ayrıca tüm yapılan zulümlere, diktatörlere kör göze parmak sokmadan, inceden inceye eleştirisini yapmayı bilir. Kendi hayatından, ilgilendiği mevzulardan filmlerinde çok yararlanmış, filmlerinin her anında gerek vücut olarak gerek ruh olarak hep onu yanı başımızda hissetmemizi sağlamış bir isim Jodorowsky.

Her yönetmen gibi takıntılarıyla da kendini var etmiş bir isim olan Jodorowsky, bedensel özürlü, cüce ya da maskeli karakterleriyle dış görünüşün anlamının olmadığını, önemli olanın ruh güzelliği olduğunu söylemiş, anlamsız konuşmalar, sağır ve dilsiz karakterleriyle de sözün anlamının kalmadığını, kalplerimizle iletişimin önemli olduğunu söyleyen bir filozoftur. Dinlerin insan hayatına yaptığı hadsizliğe de dâhiyane bir şekilde haddini bildirmeyi kendine bir borç bilen yönetmenimiz, ateist çizgisinden asla taviz vermeyenlerdendir aynı zamanda. Hem onun gibi çizgisinden şaşmayan bir ateist hem de dünya üzerinde kendine kitle bulmuş dinlerin hepsi hakkında detaylı bilgiye sahip kaç isim vardır ki?

Sinemanın mistik şairi Andery Tarkovksy’den sürrealist sinemanın öncüsü Luis Bunuel’e, Federico Fellini’nin kadınlarından, Charlie Chaplin ve Buster Keaton gibi ustaların slapstick hareketlerine kadar sinemanın farklı dönemlerinden ve akımlarından nüveleri ustalıkla filmografisine yediren bu nevi şahsına münhasır adamı bir sinemacı olarak da tanımlamak hata belki. Zira kendisi böyle bir tanımlamayı kabul etmemekle birlikte normal bir adama ait, anormal bir insan olarak kendini tarif etmektedir. Diler misiniz böylesine ilginç bir adamı irdeleyelim.


1) Poesía sin fin (Sonsuz Şiir) - 2016

Alejandro Jodorowsky'nin şimdilik son harikas,ı bir kez daha çılgınlığın gençlikle bir alakası olmadığını ispatlayan bir yapım. Zira kendi biyografisini perdeye yansıttığı üçlemenin ikinci ayağı olan Poesia Sin Fin, muhtemelen tam da gençlik yıllarına odaklanan bir yapım olduğundan dolayı çılgın, baş döndürücü, aykırı, radikal, başına buyruk. 88 yaşında değme gençlere taş çıkartan bir yaşam enerjisiyle Jodorowsky'nin de perdede arz-ı endam ettiği film, sanatın kutsallığına tapınırken, aynı zamanda popüler olana, çoğunluğun sesine, diktatörlüğe, korkuya, muğlâklığa savaş açıyor.

Yeri geliyor sadece diktatörlüğü alkışlayan halka, aynı despot mantığın bekçisi babasına lafını esirgemezken yeri geliyor sosyalist şair Pablo Neruda'nın da muhtemelen popülerliğinden dolayı üstünü çizmekten çekinmiyor. Fellini'nin kadınlarından da esinlenen, feminizmin de buram buram hissedildiği, renklerin, müziklerin, sanatın her bir dalının boy gösterdiği, büyüleyici kadrajların izleyiciyi sımsıkı ele geçirdiği bu film, tam anlamıyla biz hazine.



2) La danza de la realidad (Gerçeğin Dansı) – 2013

Kafam karıştı. Sardanyaların azabına mı yoksa martıların neşesine mi ortak olmalıyım? Ziyafetinden mahrum kalan martıları gördüğümde denge, ıstırabın lehine değişti. Kendimi bir yabancı gibi hissettiğim şu dünyada tüm şeyler bir zevk ve acı ağıyla bağlantılıydı.

Jodorowsky’nin çocukluğunu sarmalayarak söylediği bu sözler, hikâyesine başlamadan önce bize hayatıyla ilgili anlatacaklarının bir özeti aslında.

Jodorowsky’nin kendi biyografisini anlattığı üçlemenin ilk ayağı olan La danza de la realidad, yirmi üç yıl aradan sonra ilhamından hiçbir şey kaybetmemek neymiş ispatlıyor dosta-düşmana adeta. Zira Jodorowsky, yönetmenlik kariyerinde verdiği bu uzun moladan sonra aynı üretkenliğini, aykırılığını ve biz seyircilere sunduğu renkli dünya vaadini eskisinden de iddialı bir şekilde devam ettiriyor. Geçen yıllar Jodorowsky’nin daha da ufkunu açmış, daha da bakışını kusursuzlaştırmış. Doğduğu, çocukluğunun geçtiği Tocopilla’daki geçmişine bakan Jodorowsky, annesini ve babasını da bizlere ayrıntılı bir şekilde sunuyor. Özellikle babasının siyasi tutumunu, bu uğurda yaptıklarını, o dönem iktidarda olan Şilili diktatör Carlos Ibáñez’i detaylı bir şekilde masaya yatıran yönetmenimiz, annesi ile olan muhteşem ilişkiye de bizleri şahit ediyor.

Jodorowsky’nin eleştiri oklarından nasibini alan sadece Carlos Ibáñez olmuyor elbette. Zira Sovyet Rusya lideri Josef Stalin ve Stalin hayranı babası da kusursuz bir ustalıkla yerin dibine geçiriliyor. Jodorowsky, sağcı ya da solcu olsun, etnik kökeni ne olursa olsun çoğu liderin diktatörlük noktasında buluştuğunu söyleyerek, ailesinin lideri olan babası da dâhil hepsini aynı potada buluşturarak, fileden aşağı yolluyor. Tüm bunları yaparken, diktatörlerin postalı altında ezilen halkı, kullanılıp çöpe atılan askerleri, göçe zorlanan kitleleri ve daha bidolu utancı filmine sığdırmaktan geri durmuyor. Lakin tüm bu iç karartıcı gerçekleri anlatan filmin kasvetli bir atmosferdense Jodorowsky dokunuşlarıyla, renkli, şiirsel, baş döndürücü olduğunu söylemeye gerek olmamalı. Nihayetinde kendisinin de az da olsa karşımızda arz-ı endam ettiği filmin, hilkat garibeleriyle,  cüceleriyle, Fellini kadınlarıyla, din eleştirisiyle ve elbette sürrealist yapısıyla kusursuz bir iş olduğunu kim inkâr edebilir?




3)El Topo (Köstebek) – 1970

Jodorowsky’nin tartışmasız en büyük başyapıtı, sınırları aştığı filmi El Topo, sinema tarihinin en önemli kült filmlerinden biridir aynı zamanda. Bu sürrealizmin sınırsız kapılarını biz seyirciler için aralayan film olan El Topo, mekân olarak tam anlamıyla bir western izleyecekmişiz hissiyatını ilk andan yaşatır. Lakin karşımıza çıkan karakterlerin sürekli doğu felsefesinden konuşmaları ve doğu felsefesine ait imgelerin varlığı daha çok eastern bir film ile karşı karşıya bırakıyor bizleri. Aynı zamanda bir Spaghetti Western filminden beklenilen bol kan, vahşet, işkence de El Topo’da hazır ve nazırdır. Velhasıl kelam El Topo’yu bir türe dâhil etmek oldukça zor ve anlamsızdır.

Bir baba, oğul ve kutsal ruh hikâyesi olarak okunabilecek filmde El Topo’yu (Alejandro Jodorowsky)Tanrı, oğlunu da İsa ya da El Topo’yu İsa, oğlunu da onun peşinden giden insanlık olarak düşünebiliriz. Tanrı’nın yolu yani El Topo’nun yolu ona Marah ismini koyacağı kadın ile karşılaşmasından sonra değişir. O güne kadar kötüleri öldürerek bir nevi adaleti sağlayan El Topo, yeryüzünün dört büyük kitabının yollandığı peygamberleri temsil eden dört ustayı, hile vs gibi yollarla öldürür. Daha sonra ise yeniden doğarak, adeta bir Mesih gibi yoldan çıkan insanlığı yola getirmeye, zulme uğrayanlara yardım etmeye gelir. Ama ne çare…



4) La montaña sagrada (Kutsal Dağ) – 1973

‘’Bir peri masalıydı her şey ve gerçek hayata döndük; ama bu hayat gerçek mi? Hayır. Bu bir film. Kameraya bakın. Bizler hayal ürünüyüz.’’

Bu sözlerle karşı karşıya kaldığımız Jodorowsky’nin en baştan çıkarıcı filmi La montaña sagrada, zamansız bir simyacı hikâyesi. İsa temsili bir adamı tanımamızla başlayan film, simyacı ile yolların kesişmesiyle ölümsüzlük arayışına evriliyor. Simyacı ve gezegenleri temsil eden karakterleri tanımamızla devam eden film, saykodelik kültürün çizgisinden ise asla sapmıyor. Hatta film çekilirken Jodorowsky’nin film ekibi ile birlikte LCD kullanarak filmi tamamladıkları söylenmektedir.

Ezoterizm konularına fazlasıyla kafa yorduğunu çok iyi bildiğimiz ve her filmine de bu konudaki düşüncelerini yediren Jodorowsky’nin, asıl özümsediği fikirleri ile bizleri buluşturmasını bu filme sakladığı ayan beyan ortadadır. Zira filmde alchemist (simyacı) karakterine de kendisinin hayat vermesi bu durumu destekliyor. Gerçek hayatta da kim bilir ölümsüzlüğün peşinden koşan Jodorowsky, filmde bunu hayata geçiriyor belki de.

Jodorowsky’nin kült mertebesine erişen bu başyapıtı, unutulmaz sahneleriyle kelimelerin kifayetsiz kalacağı sürrealist filmlerin babalarından kesinlikle. Luis Bunuel gibi ustaların yolundan giden yönetmenimiz, sürrealizm ile yaptığı dans konusunda boynuz kulağa geçer misali kimi zaman ustaları bile gölgede bırakmayı başarmıştır özellikle bu filmiyle.




5) Santa sangre (Kutsal Kan) – 1989

Jodorowsky'nin tüm filmografisinde karşımıza çıkan Oidipus kompleksi, Santa Sangre'de bütün filme egemen oluyor. Biyografisini anlatan filmlerinden de anladığımız üzere gerçek hayatta despot bir baba ve naif bir anneye sahip olan Jodorowsky, filmlerinde de genelde bu durumu devam ettirmiştir. Lakin Santa Sangre'de Fellini'nin büyük memeli kadınlarından uzak, naiflik bir yana oldukça despot, intikamcı bir anne çıkmakta karşımıza. Bu kez Amarcord'a benzeyen kadın ise Fenix'in ailesini dağıtan ama aynı zamanda da ilk cinsel uyanışını sağlayan kadın olarak konumlanır filmde.

Jodorowsky'nin gençlik yıllarında çalıştığı sirk hayatını mekân edinen filmde ebeveynler tarafından sürüklenen, kullanılan ve unutulan çocukların hikâyesi anlatılmaktadır. Fenix, bu durumun en büyük kurbanlarından biridir. İlk aşkı Alma'nın da bu konuda Fenix'den kalır yanı yoktur ne yazık ki. İşte Fenix ile Alma'nın zor da olsa ebeveynlerinden kopmalarını, özgürleşmelerini oldukça tüyler ürpertici, şiddetli ve bolca kanlı bir şekilde izlemek zorunda kalıyoruz. Akıl hastaneleri, sanrılar, rüyalar, esir alınan ruhlar, zapt edilen uvuzlar, satılan bedenler... Neyse ki her şeye rağmen Alma ile Fenix'in saf ve temiz ruhları onları özgürleştiriyor tüm zorluklara rağmen. Jodorowsky bu filminde yine bedensel eksikliğe, engellere, maskeli ya da beyaza boyalı yüzlere, anlamsız konuşmalara yer verirken bu kez bir adım daha öteye giderek dilsiz-sağır karakterleri ile dilin de bedenin, görünüşün de anlamsız olduğunu, geriye kalan tek doğru şeyin ruhlarımız olduğunu belki de diğer filmlerinden çok daha yüksek sesle söylüyor. Fenix'e hayat veren Jodorowsky'nin büyük oğlu Axel Jodorowsky'nin özellikle kollarını üstün bir performansla kullanması bakımından fazlasıyla takdiri hak ettiğini de söylemeden edemeyeceğim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder