İtalya’yı En Güzel Yansıtan Yönetmenlerden Biri
1997 yılında çektiği kısa metrajı Qui ile yönetmenlik kariyerine adım atan Luca Guadagnino, beşinci kurmaca uzun metrajı Call Me by Your Name ile tüm dünyaya adını duyurmayı başardı. Bu yıl ödül sezonunun en çok konuşulan filmlerinden birine imza atan Guadagnino, aldığı birçok ödüle Oscar heykelciğini katamayacak (Yönetmen dalında aday olamadı) ama seyircinin gönlünün baş köşesine çoktan oturduğunu kimse inkar edemez. Kurmaca filmler dışında birçok kısa metraja ve belgesele de imza atan Guadagnino’nun kendisi gibi İtalyan yönetmen Bertolucci ile ilgili de bir belgeseli vardır. Tekrar kurmaca filmlerine dönecek olursak ilk iki filminin hayli vasat olduğunu ama son üç filminin sürekli çıtayı yükselten bir seyir islediği söylenebilir.
Filmleri değerlendirirken de ilk iki filmi ile ilgili çok fazla değerlendirmede bulunmayacağım yönetmeni tanımaya diğer üç filmiyle devam edelim isterim. Öncelikle her ne kadar son filminde göremesek de belgeseller de dahil olmak üzere birçok filminin vazgeçilmezi Tilda Swinton’dır hiç kuşkusuz. Guadagnino’nun Swinton ile bağı sadece oyuncu yönetmen minvalinde kalmamıştır elbette bu süreçte. Swinton, senaryo yazımından yapımcılığa kadar birçok noktada Guadagnino filmlerine katkısını sunar. Her şey bir yana Swinton gibi perdeye çok yakışan, adeta her rolün üstesinden gelen, büyük bir yetenek Guadagnino sinemasına çok şey katmıştır.
En büyük takıntısı olarak Swinton’u söylemişken başka takıntıları yok sanmayalım aman. Zira Guadagnino da birçok yönetmen gibi bazı takıntılarından kurtulamadığı gibi gün geçtikçe bunları fetiş haline getirir. Örneğin sadece burjuva hayatları perdeye taşıma, muhteşem doğasıyla İtalya’nın eşsiz mekânlarını filmine arka fon yapma, yeme eylemi ile seksi ya da kimi meyvelerle cinsel hazzı buluşturma gibi birçok şey sayılabilir. Ama tüm bu saydıklarımdan çok daha güçlü bir takıntısı varsa o da yüzme havuzudur. Guadagnino, mutlaka hikâyesine varlığıyla eşlik edecek hatta ve hatta hikâyeyi yönlendirebilecek bir havuza ihtiyaç duyar. Bu havuz kimi zaman bir cinayete, yanlışlıkla da olsa bir ölüme ev sahipliği yaptığı gibi kimi zaman da yeşermekte olan bir aşka kucak açar.
İtalyan Sinema Geleneğinin Takipçisi
Guadagnino’nun burjuva hayatlarına konuk olması, o dünyayı daha iyi tanıması ya da o dünyanın daha ilgi çekici hikâyelere sahip olduğunu düşünmesi midir bilinmez ama üst sınıfı perdeye ustalıkla taşıdığı inkar edilemez. Kimi zaman hâlâ aristokrat geleneklerini devam ettiren fabrikatör bir aile kimi zaman ise Amerika’dan gelmiş entellektüel kesimden bir çift kimi zamansa üst-orta sınıfa mensup entellektüel bir aile çıkar karşımıza. Her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da hepsi üst sınıfa mensup olma konusunda ortak paydada buluşurlar. Elbette perdede izlenilen karakterler üst sınıftan olunca mekânlar da önemli bir hale gelir. Guadagnino bu konuda da fazlasıyla hassasiyet gösterek adeta filme can veren eşsiz mekânlar bulur. The Bigger Splash ile Call Me by Your Name’i izleyip de aksini söyleyecek olan yoktur sanırım. Ki Call Me by Your Name’de yatak odası, banyo, gizli oda ve havuzdan tut da evin her bir noktası ayrı öneme sahiptir.
İtalya’nın uçsuz bucaksız doğasından bir malikaneye ya da kır evine, oradan da evin bir bölümüne ve eşyalara anlam yükleyen Guadagnino, yiyeceklerle de anlatımını zenginleştirmeyi çok sever. lo sono l’amore bunun en net örneği olurken diğerlerinde de yadsınamaz bir kulanım vardır bu konuda. Hatta Call Me by Your Name ile şeftalinin özdeşleşmesi akıllardan çıkacak gibi değildir. Bu şeftalinin yerini kimi zaman incir, balık, yumurta ya da risotto alabilmektedir. Fakat bu saydığımız yiyecekleri filmde sadece görünür olarak düşünmeyelim. Zira bu yiyecekler karakterlerin cinsel anlamdaki duygularını açığa çıkaran (Call Me y Your Name’deki mastürbasyon sahnesi) hatta bazen yoldan çıkaran (A Bigger Splash’de risottonun yaptığı) bir roldedir.
Genelde uyarlama yapmayı tercih eden Guadagnino, bu konuda ne kadar başarılı olduğunu Call Me by Your Name’de fazlasıyla ispatladı. Bu arada kendisinin bile beklemediği bir ilgiyle karşılanan son filminin devamını çekmek istediğini açıkladığını da unutmayalım. Devam filmi çekilir mi ya da çekilirse ilk filmin yarattığı etkiyi yaratır mı bilemeyiz ama Guadagnino’nun sıradaki projesinin ne olduğunu çok iyi biliyoruz: Dario Argento’nun 1977 yapımı kült filmi Suspiria’yı tekrar perde ile buluşturacak olan Guadagnino, adeta İtalyan geleneğinde bayrağı devraldığını ispatlıyor böylece.
1)Call Me by Your Name (Beni Adınla Çağır) – 2017
Luca Guadagnino, Io sono l'amore ve A Bigger Splash ile
üzerimizde yarattığı intibayı son filmi Call Me By Your Name ile daha da yükseğe,
ulaşılmaz bir noktaya taşır. Aşk, kaçamak, arzu, keşfediş gibi birçok kavramın
en saf haliyle vücut bulduğu Guadagnino sineması bu kez tüm bunların çok daha
mükemmel bir buluşmasını gerçekleştiriyor. En basit haliyle Elio ile Oliver’ın
birbirine âşık olması ve kısa bir süreliğine ilişki yaşaması olarak
okunabilecek film, elbette çok daha fazlası. Kimine göre bir aşk hikâyesi
kimine göre bir LGBTİ filmi kimine göre de bir İtalya güzellemesi olarak kabul
edilebilecek Call Me By Your Name, aslında sancılı bir büyüme hikâyesi.
Başkarakter Elio’nun hem kendini keşfettiği hem de kuşkusuz hayatının aşkı ile
tanıştığı süreci perdeye yansıtan Guadagnino, özellikle final sahnesiyle çoğu
izleyicinin gözyaşlarını tutamamasına neden oluyor.
Her bir anıyla seyircinin aklını baştan alma potansiyeline
sahip filmin, seyirci olarak özdeşlik kurduğumuz Elio’ya yaşattıkları saymakla
bitmez: İlk aşk, ilk deneyim, arzularınla ilk tanışma, ilk tutku ve daha
niceleri… 1983 yazında Kuzey İtalya’da geçen film, André Aciman’ın yazdığı aynı
isimli romandan uyarlanır.
2) A Bigger Splash (Sen Benimsin) – 2015
Jacques Deray’ın 1969 yapımı La Piscine filminden esinlenin,
Guadagnıno’nun yine Tida Swinton’ı baş role oturttuğu filmi A Bigger Splash,
birbiri ile aralarında bağ olan dört kişiyi bir araya getiriyor. İlk başta her
şey düzgün ve huzurlu gibi gözükürken filmin ilerleyen süresince durum
değişmeye başlıyor. Eski ilişkisini unutmamış Harry, hayatla ve buna bağlı
olarak insanlarla barışamamış genç kız Penelope, huzurlu bir hayat yaşayan
Marianne ve Paul’un hayatına adeta bomba gibi düşerler.
Kendilerini bir limana sığınmış gemi misali dinginliğe
bırakan çiftin zamanla ayrı zamanlar geçirerek çözüldüklerine şahit olunuyor.
Büyük bir müzisyen olan Marianne sesini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya
olduğu için bir süreliğine sessizliğe mahkûm olmuş, Paul ise alkol
bağımlılığından dolayı rehabilite olmuş biridir. Bu iki yorgun savaşçının ihtiyaç
duydukları tek şey huzurken gelen misafirler kaosun fitilini ateşlerler. Fakat
bu kez Io sono l'amore’deki gibi ailye giren yabancı dengeleri sonsuza kadar
değiştirmeyi başaramaz.
Marianne ile Paul,
her ne kadar ufak çaplı sarsıntılar yaşasalar da tekrar huzurla kabuklarına
çekilmeyi ve bir olabilmeyi başarırlar. Guadagnıno, her şeyi öylesine güzel
tamamlıyor ki, sonunda seyirciye büyük bir tatmin duygusu yaşatıyor. Guadagnino,
bu kez İtalyan bir aileyi değil ama İtalya’ya tatil yapmaya gelmiş bir Amerikalı
çifti alıyor odağına. Her ne kadar karakterler İtalyan olmasa da mekân
İtalya’nın eşsiz yerlerinde geçtiği için karşımızda yine bir İtalya güzellemesi
olduğunu yadsıyamayız.
Doğanın koynunda, denizin, meyve bahçelerinin ortasında doğa
ile iç içe bir kır evinde geçen hikâyeye eşlik eden en önemli şey ise evdeki
yüzme havuzu. Guadagnino’nun son üç filminde büyük bir iştahla kullandığı havuz
imgesi A Bigger Splash’de fazlasıyla önemli bir role sahip. Birbirinden
etkileyici müzikleri, insanı yeniden yaratacak doğallıkta mekânları, muhteşem
oyunculukları ve kurulmuş güçlü çatışması ile en iyilerden biri A Bigger
Splash.
3) Io sono l'amore (Benim Adım Aşk) – 2009
Guadagnino’nun sinemasının artık şekillenmeye başladığı lo
sono l’amore, başkarakter Emma’ya hayat veren Tilda Swinton’un da perdede tam
anlamıyla devleştiği anlara ev sahipliği yapar. Birçok İtalyan filminde
izlediğimiz gibi üst sınıf bir ailenin kusursuz düzeninin bozulmasına şahit oluruz
filmde. Büyük bir itinayla hazırlanan bir özel davet ile açılır film. Her şey
kusursuz bir düzene sahiptir. Aileye zamanında ta Rusya’dan gelip katılan Emma
bile birçok İtalyandan daha İtalyandır. Fakat ailenin genç ve gözde üyesi
Edoardo’nun arkadaşı Antonio’nun ailenin içine girişi her şeyi geri dönülmez
bir sürece sokacaktır.
Antonio, yaptığı birbirinden enfes yemeklerle Emma’nın
içinde kim bilir belki de yıllardır bastırmış olduğu duyguları su yüzüne
çıkarır. Emma Antonio’nun yaptığı yemekleri yerken adeta kendinden geçerek,
şehvete düşer. İlerlemiş yaşına rağmen kusursuz güzelliği ve zarafetiyle göz
dolduran Emma da Antonio için başa çıkılamaz bir arzuya dönüşür. Gizli aşk
yaşamaya başlayan ikili bir yandan yemekler yaparken hatta birbirleriyle
tariflerini paylaşırken bir yandan da aşklarını İtalya’nın baştan çıkarıcı
meyve bahçelerinde yaşarlar. Guadagnino, sonraki filmlerinde de çokça
kullanacağı İtalya güzellemesine bu filmiyle başlar böylece.
Alabildiğine uzanan meyve bahçeleri, tarlaları ile hâlâ
birçok ülkeye göre bozulmamış bir toprak parçası olan İtalya, Guadagnino
filmlerinde üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Yönetmen, bu yeşilin
muazzamlığını perdeye yansıtırken de sinematografinin hakkını fazlasıyla
vermekten de geri durmuyor. Müzik kullanımının ise oldukça belirgin olduğu
gözlerden kaçmamalı. En İyi Kostüm dalında Oscar’a, Yabancı Dilde En İyi Film
dalında da Altın Küre’ye aday gösterilen Io sono l'amore, birçok yönden
aristokrat bir ailenin çöküşünü remediyor. Emma ile Antonio’nun yaşadığı aşkla
değil aynı zamanda Elisabetta’nın cinsel yönelimi ya da Edoardo’nun daha
duygusal kararlar alan kişiliğiyle de çatırdamaya başlıyor film. Fakat büyük
kırılma yasak aşk ile yaşanıyor.
Guadagnino, tüm film boyunca kostümlerinden, dizaynına, dış
çekimlerin muazzamlığından iç mekânlarda kullandığı alan derinlikli çekimlere,
mevsim geçişlerinden müzik kullanımına kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar
düşünmesini çarpıcı finaliyle de zirveye taşıyor. Adeta bir reklam filminin
hızını, etkileyiciliğini ve çarpıcılığını hissettiren final sahnesinin etkisi unutulamaz.
4)Melissa P. (2005)
Melissa Panarello’un otobiyografik romanı Yatmadan Önce 100
Fırça Darbesi adlı romanından uyarlanan Melissa P. Ne yazık ki romanın gördüğü
ilgiyi görememiştir. Guadagnino’nun henüz gerçek yeteneğini açığa çıkaramadığı
bu ikinci kurmaca uzun metrajı en başta başkarakteri oynayan oyuncunun
başarısızlığıyla hatırlanmakta. Melissa P.’ye hayat veren María Valverde’nin
rolünde sönük kaldığı filmde Tilda Swinton’ın eksikliği ise her an
hissediliyor. Zira yönetmenin son filmi Call Me by Your Name hariç diğer
filmlerinde hep lokomotifi ateşleyen unsurlardan en önemlisi Swinton olmakta.
Liseye giden Melissa adlı bir genç kızın yer yer Lars Von
Trier’in Nymphomaniac’ın ilk bölümünü akla getiren, cinselliği keşif hikâyesi
olan film, birçok noktada seyirciyi ikna edemiyor. Maalesef perdede inandırıcılıktan
uzak çiğ bir hikâye kalıyor.
5) The Protagonists (Kahramanlar) -1999
Bir İtalyan film ekibi birkaç yıl önce gerçekleştirilen bir
cinayet davasıyla ilgili bir belgesel yapmak için Londra'ya gidiyor.
Suç-gerilim tarındaki film, gerçek bir cinayet öyküsünden yola çıkıyor.
Guadagnino’nun bu ilk filmi prömiyerini yaptığı Venedik Film
Festivali’nde özel mansiyon ödülünü almıştır. Guadagnino’nun aynı zamanda Tilda
Swinton ile ilk beraber çalıştığı film olan The Protagonists, her ne kadar
seyirci tarafından pek benimsenmemiş bir yapım olsa da farklı tarzıyla
hatırlanacaklardan. Guadagnino’nun bu ilk filminin ülkemizde ise hiç izlenme
şansı olmamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder