Aile Üzerinden İnsanlık Resmi
Neredeyse duraklama dönemine girmiş Rus sinemasının
küllerinden yeniden doğuşunun müjdeleyicisi olan Andrey Zvyagintsev, ilk uzun
metrajı olan olan Vozvrashchenie ile başladığı yolda emin adımlarla ilerlemeye
devam ediyor. Oyunculuk ile başladığı sinema kariyerine yönetmen olarak devam
eden Zvyagintsev, asıl yeteneğinin kamera arkasında olduğunu her geçen gün daha
da ispat ediyor adeta. Henüz ilk filmiyle tüm dünyada ilgiyi üzerine çeken Zvyagintsev,
ödüllerle de bu başarısını şahlandırıp istikrarlı bir şekilde üretmeyi
sürdürüyor. Rusya sinemasına damgasını vurmuş, büyük usta Andery Tarkovski’nin
veliahtı olarak da görülen Zvyagintsev, ustalarının izinden gitmekle kalmayıp
kendine has sinemasını da yaratmıştır hiç kuşkusuz.
Filmlerinde mutlaka bir aile ve bu ailenin bir şekilde
çözülmesi mutlaka vardır. Birçoğunda aile mevzusu aslında Rusya’nın ya da son
filmi Nelyubov için kendisinin de ifade ettiği gibi tüm insanlığın metaforu
olarak kullanılır. Toplumun en küçük biriminde görülebilen durum tüm insanlığın
geldiği noktaya ışık tutar. Örneğin her filminde aile içerisinde baş gösteren
sevgisizlik, güvensizlik tüm insanlığın şu anki durumunu özetler aslında. Zvyagintsev,
aileyi meselelerini anlatmak için metafor olarak kullanırken babayı İsa ya da
Tanrı olarak resmeder genellikle. Ailenin diğer bireylerini ise İsa’nın
havarileri veya Tanrı’nın kulları olarak…
Filmlerinde neredeyse Tarkovski kadar dini metafor ya da göndermelere
başvuran Zvyagintsev’nin elbette tıpkı ustası gibi inançlı olduğu su götürmez
bir gerçek. Lakin her ne kadar inançlı biri olsa da hatta inançlı bir aileden
gelmemesine rağmen orta yaşlarında vaftiz olsa da seküler bir anlayışa sahip
olduğunu da dile getirmiştir. Bu nedenle hiçbir samimiyeti olmayan, tamamen
ticari bir mantıkla çalışan, devletin çürümüş, kokuşmuş kurumlarıyla el ele
veren Hıristiranlık kurumunu hedefine almaktan çekinmez filmlerinde. Zaten
Leviafan’da Kilise’yi ne kadar ifşa etse de çıkar ilişkilerine bulaşmayan bir
din adamını kutsayarak tam olarak durduğu yeri işaret etmiştir.
Toplumun Uç Kesimleri Arasındaki Güç Dengesi
Din kurumundan daha çok hedefine aldığı bir diğer kurum ise
bürokrasi olur. Devlet liderleri, devletin tüm kademelerindeki çalışanlarından
tut da işleyişe kadar hepsini en net şekilde perdeye yansıtan Zvyagintsev, bu
konuda her geçen gün cesaretini daha da arttırmıştır. Yine Leviafan filminde
geçmişteki devlet liderlerinden tut da ülkenin şimdiki liderine bile dil uzatmaktan
çekinmez. Zaten Leviafan, Rusya’daki muhafazakâr kesimin, din kurumunun ve
devletin Zvyagintsev’a tüm kapılarını kapatmalarına, onu itelemelerine sebep
olan film olur. Leviafan bir nevi bardağı taşıran son damla olur. Son filminde
devlet desteği almayan, zaten almaya da teşebbüs etmeyen Zvyagintsev, tamamen
yabancı desteklerle filmini çeker. Böylece törpülemesi gereken dilini daha da
sivriltmek için fırsat yakalamış olur. Zira Nelyubov ile arı kovanına çomak
sokmaya büyük bir zevkle devam eder.
Tüm bunların yanında takıntılı olduğu, kullanmaktan asla
vazgeçmeyeceği birçok alışkanlığı da vardır elbette. Dini olayların
resmedildiği sanat eserleri, eskimiş, terk edilmiş binalar (Rusya’nın metaforu
–Leviafan’da bunun yerini iskeleti kalmış bir deniz canavar olan leviafan
alır-), karakterlerden birinin kaybolması gibi durumlar ilk akla
gelenlerdendir. Yine erkeklik hallerini perdeye ustaca yansıtan yönetmenlerden
biri olan Zvyagintsev, Leviafan’daki atış talimi yapılan sahnesiyle kimi
seyircinin aklına Emin Alper’in 2012 yapımı Tepenin Ardı filmini getirir.
Zvyagintsev’in filmlerindeki tekniğe baktığımızda ise geniş
açı çekimler, zoom in’ler kamera hareketlerinde özellikle belirtilmesi
gerekenler olarak söylenilebilir. Kurgu oyunlarına Izgnanie hariç hiç
bulaşmayan, lineer akan hikâyelerin anlatıcısıdır aynı zamanda. Müzik
kullanımına Elena hariç pek yanaşmayan Zvyagintsev, filmlerindeki kusursuz görüntü
yönetimi ise unutulmamalı. Özellikle mavi olmak üzere solgun renklerin çok
baskın olduğu filmografisi, Elena dışında doğanın kimi zaman dingin ama
tedirgin edici kimi zamanda ürpertici, yırtıcı yanından beslenir. Yaratan ve
kulları, güç sahibi ile tebaası, üst sınıf ile alt sınıf, kadın ile erkek gibi
toplumun iki uç kesimini buluşturan ve bunlar arasındaki güç dengesini perdeye
yansıtan Zvyagintsev’in ve onun tüm filmografisi:
1) Vozvrashchenie (Dönüş) - 2003
Zvyagintsev’in ilk filmi olan Vozvrashchenie sadece onun tüm
dünyada tanınmasına değil aynı zamanda da küllerinden –özellikle de Andrey Tarkovski’nin-
yeniden doğan Rus Sineması’nın da müjdeleyicisi olmuştur. Sovyet döneminden
sonra adeta yok oluş sürecine girmiş bir sinemanın büyük ustaların izinden
yürüyerek onlara selam göndererek yaratılan bu film, Rusya topraklarındaki
anlatılacak eşsiz hikâyelerin varlığına ve hâlâ gün yüzü görmemiş yeteneklerin
varlığına ışık tutar aynı zamanda. Zvyagintsev, Tarkovski ustanın sinemasının
en önemli nüvelerini heybesine doldurarak kamera arkasına geçerek bir baba ile
oğullar (Tanrı ile kulları) ya da bir büyüme (insanlığın evrimi) hikâyesine
imza atar.
Yıllardır eve uğramayan Andrey ile İvan’ın suretini bile
hatırlamadıkları baba, bir gün çıkagelir ve oğullarını yanına alıp bir
yolculuğa çıkar. Yıllardır görmediği, büyümelerine şahit olmadığı çocuklarına
babalık yapmaya çalışır bu adam! İvan ile Andrey’in babaları ile karşılaşmadan
önceki süreçten başlayıp babalarına kavuşmaları, onunla zaman geçirmelerine ve
onu kaybetmelerine evrilen sürece şahit olduğumuz film, kısa zamanda büyük bir
değişime şahit eder bizleri. Film boyunca birçok farklı durum ile karşılaşmak
mümkün. Karşılaşma, kabulleniş, isyan, sorgulayış, iman, inkâr ve daha
niceleri…
Çocuk yaşta babası tarafından terk edilen Zvyagintsev’in bir
nevi otobiyografisi olarak da okuyabileceğimiz filmde, babanın Tanrı veya İsa
yerine koyulduğu su götürmez bir gerçek. Babanın yatakta yatarkenki görüntüsü,
İtalyan Rönesans ressamı Andrea Mantegna’nın çizmiş olduğu Lamentation of
Christ (Ölü İsa) resminin neredeyse bire bir yansımasıyken, babanın fotoğrafının
frenkslerle dolu dini bir kitabın sayfalarının arasında durması ve babanın
uyandıktan sonra ailesi (havarileri) –Andrey ve İvan da İsa’nın havarilerinden
alır isimlerini- ile birlikte şarap eşliğindeki yemek yeme ritüeli İsa’nın son
akşam yemeğinin bir türevi gibi neden okunmasın? Film bu gibi birçok dini
referansdan beslenirken asla Tarkovski gibi dini kutsama yoluna tam olarak
gitmese de Hıristiyanlık dini ile olan gönül bağını da saklayamıyor. En
önemlisi ise yönetmenin daha sonraki filmlerine hatta son filmi Nelyubov’un
temel meselesi olacak olan sevgisizlik mevzusunun da ilk tohumlarını
filmografisine katıyor.
Asla öğrenemeyeceğimiz sırları (babanın yolculuk boyunca
telefon ile kimlerle konuştuğu, sakladığı yerden çıkardığı sandığın içinde ne
olduğu gibi), güçlü alt metni, dini referansları, muhteşem görüntü yönetimi,
doğal oyunculukları, Zvyagintsev sinemasının ana renkleri olacak olan mavi,
gri, yeşilin hâkimiyeti ve daha niceleri… Tanışmamış olmanın büyük bir talihsizlik
sayılacağı bir film Vozvrashchenie.
2) Izgnanie (Sürgün) – 2007
Zvyagintsev’in her ne kadar Vozvrashchenie’nin gölgesinde
kalsa da en az onun kadar güçlü olan filmi Izgnanie, bir Tarkovski filminden
ayırt edilemeyecek denli benzerlik taşımaktadır. Yönetmenin Tarkovski
filmlerine en çok yaklaştığı filmi olan Izgnanie, William Saroyan’ın The
Laughig Motter isimli kitabından uyarlanır. Kırsala sürgüne giden bir ailenin
çözülüşü olarak tarif edilebilecek olan filmde, erkek karakter yine Tanrı
olarak resmedilir. Fakat bu filmde Tanrı ile kulları arasındaki çizgi baba ile
çocuklar arasındaki ilişki üzerinden değil de koca ile karısı arasındaki ilişki
üzerinden aktarılır. Çocukların oldukça arka planda olduğu filmde babanın doğacak
ya da yaşayacağa karar vermesi tam da yaratıcının hükmüne işaret eder.
Başkasından hamile olduğunu kocasına söyleyen kadının
kendini tam olarak erkeğin (Tanrı’nın) insafına bırakması ve erkeğin de en
acımasız cezayı uygulaması… Asla söylendiği gibi bir affedici olmayan Tanrı’nın
en acımasız yanına vurgu yapan Izgnanie, erkeklerin egemenliği altındaki
kadının nasıl el birliği ile cezalandırıldığını gözler önüne serer. Burada
Tanrı olarak resmedilen Alexander (Konstantin Lavronenko, Cannes Film
Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştır), karısını ne kadar çok
sevse de en acımasız yolu seçmekten imtina etmez asla. Tıpkı kullarını çok
sevdiğini söyleyen Tanrı’nın türlü acıları onlara layık görmesi gibi.
Zvyagintsev’in bu filmdeki sanat ve din ile olan sıkı bağına
biraz değinecek olursak karşımıza Da Vinci’nin Annunciation adlı eseri çıkar.
Cebrail tarafından İsa’nın Meryem’e müjdelenişinin resmedildiği tablonun
puzzle’ını yapan çocukların görüntüsünün olduğu anlar, filmin en önemli sahnesi
olsa gerek. Filmde de Vera’nın aslında kocasından (Tanrı’dan) –ama kadın yalan
söyleyerek başkasından olduğuna inandırır- hamile kaldığını söylemesi, filmin
ana meselesinin bir tablo ile olan derin bağını gösterir. Peki, bu temsilin bir
taklidi olan puzzle’ın çocuklar tarafından inşa edilmesi? Geleceğin kadın ve
erkekleri olacak çocukların sürecin devamını şimdiden sürdürmeye, öğrenmeye
başladıklarının göstergesi değil midir bu da?
Elbette yukarıda ettiğim birkaç kelam ile geçiştirilmeyecek
kadar alt metni güçlü, her bir anının her bir karesinin güçlü göndermelere ev
sahipliği yaptığı Izgnanie, yönetmenin daha sonraki filmlerinde asla doğanın sonsuz
nimetlerinden bu kadar faydalanmayacağı filmi olarak da önemli bir yerde durur
bana kalırsa. Zira doğanın kusursuzluğunu filmlerine böylesine bir ustalıkla
yerleştiren Zvyagintsev, nedendir bilinmez ama bir sonraki filminde bizi dört
duvar arasına hapsetmeyi tercih eder. Son olarak Zvyagintsev sinemasında ilk ve
son kez bir kurgu oyununa da denk geldiğimizi belirtmem gerek.
3)Elena – 2011
Zvyagintsev, ilk iki filminin aksine keskin bir dönüş ile
bizleri doğanın uçsuz bucaksız koynundan şehre, dört duvar arasına hapsediyor
Elena ile. Bu tercihinde anlatmak istediği hikâyenin yapısı etken olmakta
sanırım. Zira insanlığın gelmiş olduğu durumu özellikle de Rusya özelinde
anlatmayı seçen Zvyagintsev, kapitalizmin çok daha net görüneceği şehir
hayatını odağına alır. Tıpkı Sovyetlerin yıkılmasından sonra Rusya’da gittikçe
derinleşen, derinleştikçe de iki tarafın da birbirine artık asla kavuşamayacağı
bir uçurumu oluşturacak üst ile alt sınıf arasında geçen Elena, bu kez baba
figüründen daha çok anne figürünü ön plana çıkaran bir film.
Üst sınıftan olan Vladimir ile alt sınıftan gelen Elena’nın
menfaatler temelinde kurulan evliliklerinde her birinin önceki evliliklerinden
olan çocuklarının odağa yerleşmesi şaşırtmıyor. Zira Zvyagintsev, baba, anne ve
çocuk üzerinden meselelerini temellendiren bir yönetmen. Bu kez çocuklar daha
büyük hatta evli ve çocuklu. Elena’nın çalışmayan, evli ve çocuklu oğlunun para
sıkıntısı Elena’nın en büyük derdi. Bu dert uğruna aslında sakin ve merhametli
görünen Elena’nın yapamayacağı hamle yoktur. Burada araya hemen ülkenin
durumunu gözümüzün önüne getirmemiz çok yerinde olacaktır. Vatandaşlarının
hayatlarını, geleceklerini garanti altına alamayan, devlet kurumlarından
itibaren her şeyiyle tamamen çürümüş, elle tutulur yanı kalmamış bir ülkenin
bireylerinin başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları bu açıdan çok önemli.
Elena, torununun üniversiteye -ki bunun için de paraya ihtiyaç vardır-
gidemezse çok zor koşulların geçerli olduğu zorunlu askerliğe alınacağını
bildiği için kendisinden beklenmeyecek belki de asla yapmak istemediği şeyleri
yapmak zorunda kalacaktır. Bir nevi her ne kadar yapmak istemese de devletin
yerine getirmediği adaleti sağlayacaktır. Madem erkek (hükmedici, karar verici,
devlet, Tanrı, İsa ya da diğerleri) eşitliğin sağlanmasına müsaade etmiyorsa
kadın her ne şekilde olursa olsun gerekirse şiddet uygulayarak adaleti,
eşitliği sağlar.
Zvyagintsev’in minimalist bir çizgide tamamen mavi ve gri
renklerin kucağına bıraktığı ama ölüm ile bizleri yine oldukça sert bir şekilde
hemhal ettiği, Philip Glass’ın filmin tedirgin edici atmosferine muhteşem uyum
sağlayan müzikleri ile Elena, güçlü bir karakter filmi. Zvyagintsev’in
filmografisinin öncesinde de sonrasında da çok tercih etmediği bir karakterin
odakta yer alması durumu Elena’da çiğneniyor. Lakin peşinden sürüklendiğimiz
Elena’nın Demokles’in kılıcı misali adaleti sağlayan hamlesi nedeniyle bir
yandan onu desteklerken bir yandan da sorgulamak mümkün. Ne de olsa bu adalet
sağlama hamlesinin tamamen bireysel bir çizgide kaldığı bir gerçek. Son
tahlilde Elena, Zvyagintsev’in bir kadın karakteri odağına tam olarak alan tek
filmi olması açısından da oldukça değerli. Mutlaka izlenmeli demekten kendimi
almam mümkün değil bu nedenle de.
4) Leviafan – 2014
Zvyagintsev’in Altın Küre’de Yabancı Dilde En İyi Film ve
Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü alarak tüm dünya tarafından kucaklandığı
sondan bir önceki filmi Leviafan, aynı zamanda ülkesinde de en çok
eleştirildiği filmi olmuştur. Ülkesinindeki Hıristiyanlık kurumunun, devlet
sisteminin, hükümetin, bugüne kadar gelip geçen devlet liderlerinin ve daha
nicesinin ağır eleştiri toplarından nasiplerine düşeni aldığı bu film, belki de
yönetmenin bir şeyleri en kestirmesiz dile getirdiği filmidir. Zira belediye
başkanının arkasında asılı olduğu Putin portresinden tut da bir grup erkeğin
içki âleminin parçası olacak denli değerini yitiren eski devlet liderlerinin
portreleri arasında pek de bir fark görmüyor Zvyagintsev. Sonuçta hepsini de
hedef tahtasının ortasına koymaktan çekinmiyor zaten. Lakin tüm eleştirilerini
korkusuzca yapan yönetmenimizin Hıristiyanlık kurumunu en ağır şekilde
eleştirirken dine olan yakınlığını, şefkatini iliştirmeden de edemiyor. İnançlı
ama kurumsallaşan din kurumuna tepkili Zvyagintsev’in tüm menfaatlerden uzak
bir din adamı ile yaptığı İncil’den Leviafan hikâyesi aynı zamanda da filmin
derdini tam olarak açık ediyor.
Zvyagintsev, tabii ki bu hengâmede asla bahsetmekten kendini
alamadığı aile kurumunu da unutmuyor Bir türlü temelleri sağlam, mutlu bir aile
tablosu ile bizleri buluşturmamak için adeta ant içen Zvyagintsev, yine bir
aileyi küçücük bir hamleyle darmadağın ediyor. Böylece henüz toplumun en küçük
yapı taşı olan ailenin bile varlığını sürdüremediği bir ülkede temellerine
defalarca kendi elleriyle dinamit döşenen bir ülkeden ne beklenebilir?
Başkarakter ile din adamının kısa sohbetinde bahsedildiği gibi Rusya büyük bir
deniz canavarı olan Leviafan. Ve küçük deniz canlılarının bu canavar ile
mücadele etme şansı açıkçası hiç yok.
Zvyagintsev, bir canavar tarafından esir alınmış ve yakın
zamanda bu canavarın şiddetinden kurtulamayacağına inandığı ülkesine adeta ağıt
yaktığı filminde hiçbir yerden tutunacak dal bırakmıyor seyircisine. Elena’dan
sonra tekrar kırsala –çok daha iyi yüzdüğü sulara- dönüş yapan Zvyagintsev,
muhteşem palan sekanslara, unutulmaz anlara, diyaloglara imza atıyor. Mavinin
özellikle tüm filme sirayet etmesi artık bilinen bir gerçek.
5) Nelyubov (Sevgisiz) – 2017
Zvyagintsev’in şimdilik son filmi olan Nelyubov, aynı
zamanda sinemasının hikâyelerinin kaynağı, doğup büyüdüğü topraklara bağlı
olduğu göbek bağından yavaş yavaş kurtulduğu filmi de aynı zamanda. Bir önceki
filmi Leviafan nedeniyle Rus hükümetinin ve geniş bir kesimin ona cephe alması
sonucu Zvyagintsev, devlet desteği almadan tamamen yabancı desteklerle filmini
yaratır.
Zvyagintsev yine bir aile çözümlemesine girişiyor; hem de en
sertinden bir çözümleme bu. İlk filminden itibaren takıntılı olduğu kaybolma
mevzusuna daha derinlemesine dalan filmde bu kez yönetmen derdini anlatmak için
çatışmasını filmin başkarakteri olacakmış gibi bizlere yansıttığı Alyosha’yı
kaybederek yaratıyor. Üstelik bu kaybolma konvansiyonel sinemada olduğu gibi
ipuçlarını takip ederek sonuca ulaşılan cinsten olmuyor elbette. Zvyagintsev, Michelangelo
Antonioni ustanın başyapıtı L'avventura’daki ya da Asghar Farhadi’nin başyapıtı
Darbareye Elly’deki gibi bir bilinmezliğe sürüklüyor bizleri. Nasıl ki L'avventura’da
Anna veya Darbareye Elly’de Elly anlam veremediğimiz bir bilinmezliğe gidiyorsa
Alyoşa’nın durumu da tıpa tıp aynıdır. Zaten bu üç filminde meselesi kaybolan
karakter ve onun bulunması değil arkada kalan karakterlerin kendi aralarındaki
ilişkiyi veya bizzat kendilerini sorgulamalarıdır. Bu nedenle sıkı bir takip
gerektiren ve her anı sürprizlere, heyecana gebe olan bir kayıp aranıyor filmi
beklentisine giren seyirci için tam bir hayal kırıklığı olacaktır Nelyubov.
Alyosha’nın kaybının üzerinden arama sürecinde
yaşanılanların Rusya’nın devlet kurumlarının işleyişinin geldiği noktayı gözler
önüne sermesi açısından oldukça çarpıcı bir resim ortaya koyuyor. Tıpkı Darbareye
Elly’de Elly’nin aranması sürecinde İran’ın şeriat rejiminden dolayı yaşanılan
sıkıntıları ele alması gibi. Kaybolan bir çocuğu bulma noktasında bile
mesnetsiz kalan devletin zavallılığının yanına Zvyagintsev’in her filminde
hedef tahtasından inmeyen Hıristiyanlık kurumu da payına düşeni fazlasıyla
almakta.
Devlet kurumu ve dinin hedef tahtasına oturtulduğu
Loveless’da bireyler ortaya konulan resmin neresindedir? İşte belki de filmin
en gerçekçi ve oldukça sert olmasının en büyük sebebi buradaki seçimde yatıyor.
Zira Zvyagintsev, bireyleri gereksiz bir masumlaştırma hamlesine girmeden
ortaya koyarak biz seyircileri de tarifi mümkünsüz bir umutsuzluğa zerk ediyor.
Buz gibi hikâyesine eşlik eden seyircinin kanını donduran
soğuk renkleri ve yine artık Zvyagintsev’nin alametifarikası olan seyirciyi
adeta büyüleyen plan sekansların cazibesi filmin başarısındaki en önemli
etkenlerden. Senaryonun cazibesine sinematografinin muhteşemliği eklenmeseydi
çok eksik bir film olabilirdi belki. Zira Zvyagintsev’in yarattığı atmosfer,
hikâyenin tamamlayıcı unsuru olarak filme hayat sağlayan ana damarlardan birini
üstlenmekte. … Zvyagintsev, filmografisinin en iyisine ya da iyilerinden birine
imza atmıyor belki ama yine boğazımıza oturan, sarsıcı bir film ile bizleri
buluşturuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder