3 Ağustos 2018 Cuma

Cristian Mungiu Sineması



Romanya Yeni Dalgası’nın en önemli isimlerinden olan Cristian Mungiu, filmografisindeki filmlerin hepsiyle takdir almış, ödülleri kucaklamış bir isim.


1) Occident – 2002

Mungiu, ilk uzun metrajı olan Occident’da başlar ülkesinin trajik durumunu sinemasına yansıtmaya. İlk sahne ile Romanya’nın arka sokaklarında başlarız yolculuğumuza. Daha jenerik akarken filmin anlatacağı meselenin sinyalleri verilir aslında. İkiye ayrılan tren rayları Sorina ile Luci’nin evlerinden atıldıkları için yollarının ayrılacağı ve bu yol ayrımında iki karakterin karşılaştıkları kişiler ve olaylarla Romanya’da yaşanılan hayatların bir özeti sunulur. Sorina mücadele etmekten yorularak Avrupalı bir adamın evine, Luci ise hâlâ ümidini diri tutarak yine kendisi gibi çırpınan bir karakterin arkadaşlığına sığınır. Fakat bu iş arkadaşının da ailesinin zoruyla Avrupalı birinin kanatları altına sığınmak zorunda olması iki tarafta da yaşanılan çaresizliği gözler önüne serer.

Romanya artık ne eski jenerasyonda ne de yenisinde umudun karşılığı olamaz. Kurtuluş –aslında çok da farklı olmayan- Avrupa’da aranır. İş bulmanın, bir aile kurmanın ya da en temel ihtiyaç olan barınmanın artık mümkün olamadığı bir ülkede isteklerin, arzuların değil de zorunlulukların hemhal olduğu hayatlar karşılar bizleri. Üstelik Mungiu, filmin ne başında ne akışında ne de finalinde ufacık da olsa umudun hâlâ var olduğuna dair bir işaret vermez ne yazık ki. Her ne kadar en çok hemhal olduğumuz üç karakterin zaman zaman çırpınmasına, hayallerinin, aşklarının peşinden gitmesine ortak olduklarına şahit olsak da hiçbiri –belki bu çırpınışta en çok Luci ikna edici olur- nihayete erişemez.

Mungiu, bu ilk deneyiminde sonraki filmlerinde kullanmayı tercih etmeyeceği bir kurgu oyununa girer. Daha sonra icra edeceği sinemasında her ne kadar lineer akan hikâyeleriyle bizleri buluştursa da Occident’da sürekli ileri ve geri hamlelere başvurur. Bir nevi iki geri bir ileri hamlelerle yerinde sayan ve bir türlü saplandığı bataktan kurtulamayan ülkesinin durumu ile özdeşlik kurmak ister sanki. Ve asla mutluluğa erişemeyen üç karakteriyle –ve hikâyelerini dinlediğimiz diğer karakterlerle- ne Romanya’da ne de Avrupa’da mutluluğun olmadığı gerçeğini yüzümüze sertçe çarpmaktan geri durmaz. Gitmek mi kalmak mı? Sorusunun bâki kaldığı bu ilk deneyim eteğimize attığı yığınla soruyla veda eder biz seyircilere.



2) 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile (4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün) – 2007

Mungiu’nun ikinci uzun metrajı olan 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile, tek kelimeyle bir başyapıt. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünün sahibi olan bu filmi ilk etapta bir kürtaj draması olarak okuyabiliriz. Fakat yönetmenin yapmak istediği bundan çok daha farklı bir şey. Mungiu, Çavuşesku dönemini yaşamış biri olarak filmlerine o dönemin sancıları taşımayı adeta bir görev bilmiştir her daim. 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile’de ise kürtajın yasaklandığı bir dönemde iki genç kızın bu yasağın gölgesinde başlarının çaresine bakmasına ortak eder bizleri. Yalnız bu iki genç kızın yaşadıklarına ortak olurken bir tanesinin peşine takılmamızı sağlar. Üstelik zannedileceği gibi kürtaj olanın değil de bu süreçte ona yardımcı olan ama aynı zamanda yaşanılanlardan ötürü değişip dönüşen Otilia’nın peşine takılırız. Onun bu süreçte başına gelenlerden ötürü değil de gelebileceklerden ötürü sorgulayışı ve bu sorgulanış esnasında uyanışı oldukça çarpıcı bir şekilde çizilir.

4 aylık hamile olan –yoksa 5 ay mı demeliyiz- Gabita, bir an önce karnındakinden kurtulmak zorundadır. Kürtajın yasak olduğu Çavuşesku yönetiminin demir yumruğuyla yönetilen bir ülkede tahmin edileceği üzere bu hiç de kolay olmaz. Mungiu, zaten oldukça zor olacağını tahmin ettiğimiz bu süreçte biz seyircileri daha da germeyi amaç edinir. Kimi zaman ortam sesleriyle kimi zaman hikâye açısından aslında hiçbir işlevi olmayan bir obje ile gerilimin boyutunu sürekli arttırır. Seyirci olarak her an bir aksiliğin olacağına öylesine bizleri alıştır ki Mungiu, finaldeki sükûnet hiç tahmin edilemeyecek kadar şaşırtır. Tüm film boyunca bir şekilde hem devlet tarafından konulan yasağı delmeye çalışan kadınların yolculuğuna hem de bir şekilde haşır neşir olduğumuz üst-orta sınıfın içinde bulunduğu zavallı duruma da tanık olurken Romanya’nın buz gibi havası, soluk renkli dünyası daha da içimizi karartır. Genelde kapalı mekânlarda geçen film, sahip ve milimetrik ayarlanan kamerasıyla, müziksiz tonuyla, az ama çarpıcı diyaloglarıyla baş döndürür.

Tüm bu meziyetlerinin yanında sinema tarihinin en unutulmaz final sahnelerinden de birine sahip olan filmde, karşılıklı oturan iki kadının bir devri arkalarında bırakarak –gerçekten arkada bırakmak mümkün mü?- önlerine koyulan, bir nevi alternatifi olmadığı için yemek zorunda bırakılan et yemeğini yemeyerek bir alternatif aramaları muhteşem değil de nedir?



3) Amintiri din epoca de aur (Altın Çağdan Öyküler) – 2009

''Efsane bu ya seksenli yıllarda binlerce romen aç kalmamak için hırsızlık yapmak zorunda kalmıştır.'' Sözleriyle son bulan Amintiri din epoca de aur, Çavuşesku rejiminin son 15 yılının mizahi bir şekilde anlatır. Senaryosunun Mungiu’ya ait olduğu filmde farklı epizodlar farklı yönetmenler tarafından anlatılır. Her biri birbirinden ironik olan bu hikâyelerden hepsini kaleme alan Mungiu’nun öncelikle kalemine hayran kalmamak elde değil. Çavuşesku’nun en kanlı döneminin Altın Çağ olarak isimlendirilmesini Mungui zekâsıyla hedef alınması hayranlık uyandırmakta tek kelimeyle. Her epizodun ayrı ayrı incelenmeyi hak ettiğini belirtmekle birlikte bana kalırsa en etkileyici olanı Selamsız Bandosu filmini de hafiften anımsatan Dönme Dolap Efsanesi. Elbette Parti Fotoğrafçısı Efsanesi, Azimli Aktivist Genç Efsanesi, Aç Gözlü Polis Efsanesi, Hava Satıcılarının Efsanesi ve Tavuk Kamyonu Sürücüsü Efsanesi bölümlerinin de takdire şayan olduğu su götürmez bir gerçek.

Tavuk Kamyonu Sürücüsü Efsanesi ile Hava Satıcılarının Efsanesi arasındaki üslup benzerlikleri ve karakterleri alan boyunca hareket ettirdikçe eşlik eden sessiz gözlem kamerası, sıkı kontrol edilen avuçiçi lensler ve tek plan çekimin Mungiu'yu önerdiği gözlerden kaçmadığını da belirtmek gerek. Diktatör eleştirisini hayran olunası bir mizah ile buluşturan –asla bir sistem eleştirisi değil bir tek adam eleştirisidir- bu enfes hikâyeleri radarınızdan kaçırmanız büyük talihsizlik olur.



4) Dupa dealuri (Tepelerin Ardında) – 2012

Mungiu, 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile’den sonra bir kez daha iki genç kadının öyküsüne bizleri ortak ediyor. Üstelik bu kez çok daha sert bir şeklide ilerleyen hikâye finalde de daha çarpıcı sona eriyor.

“Tanrı’nın evine başka dinden olanın girmesi yasaktır.” kapısında bu cümlenin yazılı olduğu manastırda seyreden film, yetimhanede birlikte büyüyen ve herhangi bir tanıma ihtiyacı olmayan bir sevgi/aşk ile birbirine bağlı Voichita ile Alina’nın hikâyesi. Bu karakterlerden biri özgürlüğü, aşkı seçmiş diğeri ise teslimiyeti ve ket vurmayı… Tahmin edileceği üzere de özgürlüğü ve aşkı seçen Alina, tüm filmi sırtlayan, sürekli fedakârlık yapan, mücadele eden konumunda. Voichita ise adeta seyircinin ondan nefret etmesine neden olacak şekilde Alina’nın çabalarına tepki vermeyen, parmağını bile kıpırdatmayan bir karakter.

Dinin temsili olarak karşımızda duran Voichita, adeta arkadaşının ve böylelikle özgürlüğün, aşkın mahvına sebep olan tepkisizliği, kabullenişiyle hem kendisinden hem de sürekli nedamet getirilmesini salık veren dinlerden de tiksinmemize neden oluyor. Tepelerin ardında, gözlerden uzak, ambulansın bile gelmediği bir yerde bağnazlık tüm arsızlığıyla hüküm sürmektedir. İçine sızan yabancıyı da bu bağnazlığı ile boğarak kurban vermekte sakınca görmez ne yazık ki. Burada Alina’nın tıpkı İsa gibi çarmıha bağlanması da oldukça manidar elbette.

Mungiu’nun bana kalırsa en umutsuz filmi olan Dupa dealuri, kasvetli atmosferi, hiçbir hünere başvurmayan kamerası – yönetmen bunun bilinçli bir tercih olduğunu söylemiştir- , siyah kıyafetleri, sürekli yağan yağmuru ve gök gürültüsü ile hayli zor bir seyir sunar. Görüntülerin akıllara özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da filmini hatırlatan Dupa dealuri, Cannes Film Festivali’nde hem senaryo ödülünün hem de En İyi Kadın Oyuncu (Cristina Flutur ile Cosmina Stratan) ödüllerinin sahibi olur.




5) Bacalaureat (Mezuniyet) – 2016

Mungiu şimdilik bu son filmi ile Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünün sahibi oldu. Her filminde olduğu gibi ülkesinde yaşanılan gerçekleri gözler önüne seren Bacalaureat, Dupa dealuri’daki gibi bir gitmek ile kalmak arasındaki ikilemi tekrar perdeye getiriyor. Ülkesinde kalan, belki de geçmişte idealist bir genç olan babanın, kızını eğitimine devam etmesi için yurtdışına gönderme çabaları karşılıyor bizleri. Fakat babanın bu çabaları Romanya’nın gerçekleri nedeniyle hep hilelere, yalana, düzenbazlığa evrilmek zorunda kalıyor. Baba da bir süre sonra içine girdiği girdaptan kurtulamayarak yumağın içine katılıyor ne yazık ki.

Kızlarının daha iyi bir geleceği olsun isteyen anne ile babanın rolleri ise çok farklı. Kızının kararlarına saygı duyan, onu özgür yetiştiren ama onun geleceği için kılını kıpırdatmayan ayrıca başı sıkışınca hemen sırtını ona veren anne mi yoksa her anında müdahaleci olan ama onun geleceği için yanlış olduğunu bilse de gözünü budaktan sakınmayan baba mı daha iyi kestirmek zor. Zaten Mungiu’nun da böyle bir amacı yok. Mungiu sadece ülkesinin içine saplandığı rüşvet batağını, ahlaki çöküşü gözler önüne sererek vatandaşların kısıldığı çıkmazı işaret etmekte.

Bacalaureat oyunculuklar açısından fazlasıyla öne çıkan, Mungiu’nun yine takip edeceğimiz karakter konusunda sağ gösterip sol vurduğu bir film. Zira isminden dolayı da Eliza’yı takip edeceğimizi düşündüğümüz filmde Eliza’yı değil de Romeo’yu takip ederiz. Romeo’nun yaşadıkları filmin en büyük trajedisi olur. Bu sebeple de her ne kadar yaptıklarını onaylamasak da annedense baba ile özdeşlik kurmaktan kaçmak mümkün olmaz.

Son olarak Bacalaureat’i Mungiu filmografisi içerisinde değerlendirecek olursak elbette ilk sıralarda yer alması mümkün değil fakat en çok umut vaat eden filmi olduğunu inkâr edemeyiz. Üstelik bu umudu duyumsamamızı sağlayan şey yeni nesilden gelir. Mungiu, Eliza nezdinde bir şeylerin hâlâ değişip düzelebileceğinin sinyalini veriyor.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder