Edebiyata Gönül Vermiş Bir Yönetmen
Norveçli yönetmen Joachim Trier, en son ülkemizde 16.
Filmekimi’ne uğrayan Thelma ile her zamanki gibi sinemaseverlere tadından
yenilmez bir ziyafet sunmuştu. Üç kısa metraj ile dört uzun metraj filme imza
atan Trier, neredeyse her filmiyle ülkemizde coşkuyla karşılanan bir isim aynı
zamanda. İlk uzun metrajı Reprise ile İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale
ödülünü ve ardından gelen Oslo, 31 August ile ise yine İstanbul Film
Festivali’nden Jüri Özel ödülünü kazanan yönetmenin aldığı ödüllerin elbette
bunlarla sınırlı kalmadığını belirtmeye bile gerek yok. Avrupa’nın umut vadeden
yönetmenleri arasındaki Trier’in Louder Than Bombs’da İngilizce dilinde ve
tanınmış oyuncularla kamera arkasına geçmesi hayranlarını bir nebze de olsa tedirgin
etmişti. Neyse ki son filmi ile bu tedirginliğin yersiz olduğu anlaşıldı.
Trier’in ülkesine, yaşadığı topraklara gönülden bağlı biri
olduğu filmlerinden rahatça anlaşılmakta. Zira Oslo’yu filmlerinde adeta
başkarakterlerden biri olarak kullanır. Oslo, 31 August bu tercihin en belirgin
olarak hissedildiği film olur. Keza Reprise de yine Oslo ile bizi fazlasıyla haşır
neşir eder. Trier filmleri izlerken onun sadece Oslo’ya olan hayranlığını değil
aynı zamanda edebiyata, müziğe olan tutkusunu da buram buram hissederiz. Yine
Reprise ve Oslo, 31 August’da sürekli edebi eserlerden bahsedilmesi okumayı
seven, edebiyata gönül vermiş izleyiciyi can evinden vurur. Daha çok genç erkek
karakterler arasında geçen bu diyalogların arasına serpiştirilen müzik
muhabbetlerini de unutmamak gerek.
Vazgeçilmez Olgu: İntihar
Edebiyata, müziğe ve yazmaya olan tutkusunu her filminde
aşikâr eden Trier’in sinemaya olan derin sevdasının ise daha çok Fransız Yeni
Dalgası’ndan geldiğini anlamak da çok güç değil. Biçem olarak Yeni Dalga’nın
alışkanlıklarını kullanmaktan kendini alamayan Trier, birçok noktada Godard
gibi ustalara selam gönderir. Reprise bu durumun en belirgin olduğu film olarak
referans gösterilebilir. Erkek dünyalarına daha çok odaklanan Trier’in son
filminde hepimizi ters köşe yapması ise adeta şok etkisi yarattı. Thelma’da bir
genç kadının büyüme hikâyesi çıkar karşımıza ne de olsa.
Gelelim tartışmasız –kısalar da dâhil olmak üzere- tüm
filmlerinde mutlaka karşımıza çıkan intihar olgusuna. Trier’in sinemasında
tabiri caizse takıntı haline getirdiği en belirgin unsur intihar olur. Procter,
Reprise, Oslo, 31 August, Louder Than Bombs’un odağında hep intihar vardır.
Thelma’da ise çok daha farklı bir okumayla yer bulur intihar kendine. Edebiyat,
müzik, varoluş krizleri, intihar, büyüme ya da olgunlaşma… Trier’in sinemasının
çatışını oluşturan her bir önemli tuğla değerindeki bu olgular olmadan ondan
bahsetmek mümkün değil açıkçası.
*Filmler kronolojik olarak sıralanmıştır.
1)Procter – 2002
Trier’in yönetmenliğe ilk adımı olan bu kısa filmi, onun
zamanla yükselecek ayak seslerinin belirtisi. Oldukça etkileyici bir film olan
Reprise, monotom bir hayat yaşayan adamın bir gün tesadüf eseri otoparkta
içinde sürücüsünün de olduğu bir arabanın alevler içerisinde yandığını görür.
Üstelik bu olayı çeken bir de kamera vardır kayıtta. Adam kamerayı alır, eve
gelir ve kaydı izler. Elbette böylece biz seyirciler de izleriz. Arabanın
içinde yandığını gördüğümüz adamın bir günlük rutininin ekranda belirdiği bu
kayıt birçok soruyu akla getirir. Birazdan intihar edecek bir adam, nasıl bu
kadar doğal olur ya da nasıl bu kadar özenli hazırlanır sanki hiç ölmeyecek
gibi. Peki, kayıtta köpeği ile yolda oynayan kız?
Trier’in tüm filmografisine sirayet edecek olan intihar
olgusu ilk olarak bu filmde karşımıza çıkar. Hayat denen zorlu yolda yorulan
karakterler ile bizi tanıştıran Trier’in bu film içinde film hissini de
oluşturan yapım.
2)Reprise (Tekrar) – 2006
Trier’in ilk uzun metrajı olan Reprise, muhtemelen
kendisinin hayatından da çokça esinlendiği bir film. Zira Eskil Vogt ile
birlikte senaryosunu kaleme aldığı filmde çok yakın iki arkadaşın” yazma” ile
ilgili mücadeleleri perdeye gelmekte. Üstelik karşımıza çıkan karakterler bu
iki yazma sevdalısı arkadaş Philip ve Erik değildir. Okul yıllarından itibaren
arkadaş olan birbirine oldukça bağlı bir arkadaş grubu ve onların tadından
yenmez entelektüel muhabbetleri perdede yer bulur kendine. Müzisyenlik, yazarlık
gibi tutkuları olan, kitap okumanın ve müzik dinlemenin hayatlarının en önemli
uğraşı olarak belleyen bu grubun gündelik muhabbetleri bile filme bağlanmamız
için bir sebep.
Bu tutkulu karakterlerden Philip’in varoluş sancıları ile
hüznün esir almaya çalışsa da filmi muhteşem diyalogları ve esprileriyle yerle
yeksan oluyor tüm kasvet. Üstelik eğer edebiyata meraklı bir izleyiciyseniz
yazar isimleri ve başyapıt değerindeki eserlerden yapılan alıntıların ağızdan
salyalar akıtması da garanti. Açıkçası filmi izlerken Trier ve Vogt ikilisine
duyduğum hayranlık kat be kat arttı sırf bu edebi sohbetlerden dolayı. Peki, bu
ikilinin filme yansıyan tek tutkusu edebiyat ve müzik mi? Elbette değil. Trier’in
bir başka tutkusu da filme sirayet etmekte: Fransız Yeni Dalgası’nın birçok
özelliği buram buram hissediliyor. Biçem olarak filmi ele geçiren Fransız Yeni
Dalgası aynı zamanda Fransa’ya çıkılan seyahatler ve Kari isimleriyle Godard ve
eski eşi Anna Karina’yı da akla getiriyor.
Üretme tutkusu, varoluş sıkıntısı, gitmek ile kalmak
arasındaki kararsızlık, aşklar ve daha niceleriyle bir grup genç erkeğin
olgunlaşma sürecine bizi ortak eden İstanbul Film Festivali tarafından da Altın
Lale’ye layık görülen Reprise oldukça başarılı bir ilk göz ağrısı.
3) Oslo, 31. August (Oslo, 31 Ağustos) – 2011
Oslo’nun çeşitli mekânlarıyla bizleri buluşturan görüntüler
ve bu görüntülere eşlik eden geçmiş anıların çeşitli kişiler tarafından
dillendirilmesi ile etkili bir giriş ile başlar Oslo, 31 August. Her ne kadar
Anders adlı bir karaktere odaklanan bir film olarak gibi algılansa da aslında
Oslo şehri ve Anders özelinde üst-orta sınıfın orta yaşlarına gelmiş bir
kesiminin portresini sunmakta film. Uyuşturucu bağımlısı olan ve uzun bir
tedavi sürecinin neredeyse sonuna gelmiş Anders, yeni hayatına başlamanın ilk
şartı olan iş meselesini halletmek için bir günlüğüne dışarıya çıkar. İş
başvurusu yapmak için 30 Ağustos’ta yollara düşen Anders, bu bir günün oldukça
etkili kullanır. Dostunu görerek başladığı güne iş başvurusu yaparak
(yapmayarak mı demek gerek yoksa?), kız kardeşinin sevgilisi ile görüşerek, eski
sevgiliye mesajlar bırakarak, arkadaşlarının olduğu partiye giderek devam
eder. Bu süreç içerisinde zaten umutsuz olan Anders daha da aşağı çekilir.
Geçmiş ile ilgili akıllarda kalan naif anıların
dillendirilmesiyle başlayan film, gittikçe şimdinin monotom, umutsuz hayatlarına
evrilir. Bu evrimle seyirci olarak bizleri de derin bir mutsuzluğa ve
umutsuzluğa sevk eder. Evli ve çocuklu olanların rutin hayatı, evli olup da
çocuğu olmayanların umutsuz bekleyişi ve daha niceleri… Kimsenin aslında
Anders’den daha mutlu bir hayatı yoktur. Ama her şeye rağmen sürdürmeyi
seçmişlerdir. Ama Anders…
Trier’in Pierre Drieu La Rochelle’ nin Le Feu Follet adlı
kitabından uyarladığı, çokça edebi sohbetlere de ev sahipliği yapan bu tek
günde geçen muhteşem film, ana karaktere hayat veren Anders Danielsen Lie’nin
takdir edilesi oyunculuğuyla daha da parlıyor.
4) Louder Than Bombs (Sessiz Çığlık) – 2015
Louder Than Bombs, Trier’in birçok Avrupalı yönetmenin
düştüğü tuzağa düşerek İngilizce dilinde ve tanıdık simalarla çektiği filmi.
Oysa ki Trier ve onun gibi birçok yönetmende biz seyircileri etkileyen en
önemli şeylerden biri aşina olmadığımız yüzler ve dil olmuştur her daim. Sırf
bu sebeple bile benim açımdan Trier’in filmografisinin en zayıf halkası olan bu
film, neyse ki senaryoyu birlikte kaleme aldığı Eskil Vogt (Körlük gibi
muhteşem bir filmin yaratıcısı) sayesinde biraz da olsa suçunu –evet bu daha
geniş kesime hitap etme çabasını sinema adına bir suç olarak görüyorum-
hafifletmekte.
Trier, Louder Than Bombs ile bir aile çözümlemesine
girişiyor. Üstelik bu çözümlemenin içerisindeki karakterlerin kendi hayatları
özelindeki ilişkilerini de dâhil ederek ana hikâyeyi beslemeyi de ihmal
etmiyor. Bir yanda gitmek ile kalmak arasında kendini mutlu edecek yolu
bulamayıp intihar eden bir kadın ve geride bıraktığı eşi ve iki erkek çocuğu
bir yanda da bu gerçekle yüzleşmesini ne kendi içinde ne de kendi aralarında
çözümleyememiş bu üç erkeğin çırpınışları perdede arz-ı endam ediyor. Tüm
evliliği boyunca bulamadığı mutluluğu bir başka kadında denemeye çalışan bir
baba, büyüdüğü ailede göremediği saadeti kendi hayatında inşa etmeye çalışan
ama daha da kötü eline yüzüne bulaştıran büyük çocuk ve son tahlilde babası ile
abisinden daha iyisini yapabileceğine bizi ikna eden ergen Conrad…
Bu iç içe geçmiş hayatların bizlere sunuluşu ise Trier’in
muhteşem kurgusuyla karşımıza geliyor. Açıkçası filmin en büyük artılarından
birinin kurgu olduğunu inkâr edemeyiz. Prolog sahnesinin tüm filme ışık tutacak
detayları da birbirini bütünleyip destekleyen yan hikâyelerin varlığı da sinema
adına gerçekten umut verici hamleler. Lakin ölen kadın karaktere tüm suçu
yükleyip de kalan erkeklerin omuz omuza bu süreçten çıkmaları bir kadın olarak
beni rahatsız etmedi desem yalan söylemiş olurum. Yaşananların hep bu
karakterler üzerinden aktarılması kadın karakterin ise öldüğü için savunma
yapamaması çok büyük haksızlık olmuş bana kalırsa. Yine de elbette Trier sineması
ile tanışanların asla es geçmemesi gereken Louder Than Bombs’u görmeden olmaz.
5)Thelma – 2017
Thelma, aşırı dindar ailesinin ilk defa onu sarıp
sarmaladığı kozasından çıkarak üniversiteye geliyor. Sürekli ailesinin
kendisine yaşattığı hayatı yaşamış, ona yansıtılanlara inanmış olan Thelma,
adeta yeniden doğmuşçasına her şeyi keşfetmeye başlıyor. Bir bebeğin tatları,
cinsel organını tanıması gibi bir keşfediş yansıyor perdeye. Thelma psişik
güçlere sahip ya da Thelma’nın gözünden her şeyi gören veya algılayan biz
seyirciler öyle olduğuna inandırılıyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar
olanlar hep Thelma’nın gözünden bizlere aktarılıyor. Thelma, kafasında
tasarladığı hayatı bizlere aktaran usta bir anlatıcı. O ne derse inanmak
zorunda kalıyoruz. Zira başka türlüsünü görmemize izin verilmiyor.
Thelma’nın hem dine hem de modern toplumun dayattığı klasik
aile modeline savaş açması seyirci olarak bizleri kendine bağlayan en önemli
yönleri oluyor. Zaten Hıristiyanlık kurumu ile aile birbirini tamamen
bütünlüyor filmde. Zira Thelma’nın babası ile diyalogları tam olarak akıllara
Katoliklikte var olan günah çıkarma ritüelini getiriyor. Baba, filmde bir nevi
Papaz hatta daha da ileri gidersek Tanrı rolünü üstleniyor. Fakat her ne kadar
Thelma, her anını Hıristiyanlık dinine tapınarak geçirse de dinin çatısı
altından ayrıldığı an yoldan çıkıp asıl rotasını buluyor. Ya da yıllarca ona
dikte ettirilen hayatı yaşayan ona anlatılanlara inanan, bilinçaltına vurulan
kilide ses çıkarmayan Thelma, bu esaretten en çok da cinselliği keşfetmesiyle
kurtulmaya başlıyor.
Son tahlilde Thelma, dinin ve ailenin esaretinden kurtularak,
kendini keşfeden ve bu keşifle birlikte de intikam mekanizmasını çalıştıran
güçlü bir karakter filmi. Adeta küllerinden doğan bir anka kuşu gibi… Yer yer
erotizm süslü cinsel sahnelerin muazzamlığı (birçok sahnenin şimdiden
kültleşeceğini garanti edebilirim), bir kadının esaslı hikâyesi olması
açısından feminist göndermeleri de görmezden gelmemek gerek. Asla gerçeğin ne olduğunu anlamamıza izin
verilmeyen yapısı, peşinden soluksuzca koşmamızı sağlayan kurgusu, ilmik ilmik
işlenmiş, çetrefilli senaryosu, güçlü karakterleri, hayran olunası
oyunculukları ve elbette filmin içine sirayet etmemizi her an daha da
tetikleyen sinematografisiyle Thelma tek kelimeyle kusursuz bir film. Özellikle başkarakter Thelma’ya ilk oyunculuk
deneyimi olmasına rağmen başarıyla hayat veren Eili Harboe’ya hayranlığımı da
gizleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz filmlerde alışık olmadığımız bir yüz ile
karşılaşmak çok daha tatmin edici bana kalırsa. Ne diyelim Trier, henüz
dördüncü filmiyle başyapıtına imza atarak ne kadar iddialı olduğunu dosta
düşmana ispatladı sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder