3 Ağustos 2018 Cuma

Joachim Trier Sineması


Edebiyata Gönül Vermiş Bir Yönetmen

Norveçli yönetmen Joachim Trier, en son ülkemizde 16. Filmekimi’ne uğrayan Thelma ile her zamanki gibi sinemaseverlere tadından yenilmez bir ziyafet sunmuştu. Üç kısa metraj ile dört uzun metraj filme imza atan Trier, neredeyse her filmiyle ülkemizde coşkuyla karşılanan bir isim aynı zamanda. İlk uzun metrajı Reprise ile İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödülünü ve ardından gelen Oslo, 31 August ile ise yine İstanbul Film Festivali’nden Jüri Özel ödülünü kazanan yönetmenin aldığı ödüllerin elbette bunlarla sınırlı kalmadığını belirtmeye bile gerek yok. Avrupa’nın umut vadeden yönetmenleri arasındaki Trier’in Louder Than Bombs’da İngilizce dilinde ve tanınmış oyuncularla kamera arkasına geçmesi hayranlarını bir nebze de olsa tedirgin etmişti. Neyse ki son filmi ile bu tedirginliğin yersiz olduğu anlaşıldı.

Trier’in ülkesine, yaşadığı topraklara gönülden bağlı biri olduğu filmlerinden rahatça anlaşılmakta. Zira Oslo’yu filmlerinde adeta başkarakterlerden biri olarak kullanır. Oslo, 31 August bu tercihin en belirgin olarak hissedildiği film olur. Keza Reprise de yine Oslo ile bizi fazlasıyla haşır neşir eder. Trier filmleri izlerken onun sadece Oslo’ya olan hayranlığını değil aynı zamanda edebiyata, müziğe olan tutkusunu da buram buram hissederiz. Yine Reprise ve Oslo, 31 August’da sürekli edebi eserlerden bahsedilmesi okumayı seven, edebiyata gönül vermiş izleyiciyi can evinden vurur. Daha çok genç erkek karakterler arasında geçen bu diyalogların arasına serpiştirilen müzik muhabbetlerini de unutmamak gerek.

Vazgeçilmez Olgu: İntihar

Edebiyata, müziğe ve yazmaya olan tutkusunu her filminde aşikâr eden Trier’in sinemaya olan derin sevdasının ise daha çok Fransız Yeni Dalgası’ndan geldiğini anlamak da çok güç değil. Biçem olarak Yeni Dalga’nın alışkanlıklarını kullanmaktan kendini alamayan Trier, birçok noktada Godard gibi ustalara selam gönderir. Reprise bu durumun en belirgin olduğu film olarak referans gösterilebilir. Erkek dünyalarına daha çok odaklanan Trier’in son filminde hepimizi ters köşe yapması ise adeta şok etkisi yarattı. Thelma’da bir genç kadının büyüme hikâyesi çıkar karşımıza ne de olsa.

Gelelim tartışmasız –kısalar da dâhil olmak üzere- tüm filmlerinde mutlaka karşımıza çıkan intihar olgusuna. Trier’in sinemasında tabiri caizse takıntı haline getirdiği en belirgin unsur intihar olur. Procter, Reprise, Oslo, 31 August, Louder Than Bombs’un odağında hep intihar vardır. Thelma’da ise çok daha farklı bir okumayla yer bulur intihar kendine. Edebiyat, müzik, varoluş krizleri, intihar, büyüme ya da olgunlaşma… Trier’in sinemasının çatışını oluşturan her bir önemli tuğla değerindeki bu olgular olmadan ondan bahsetmek mümkün değil açıkçası.

*Filmler kronolojik olarak sıralanmıştır.


1)Procter – 2002

Trier’in yönetmenliğe ilk adımı olan bu kısa filmi, onun zamanla yükselecek ayak seslerinin belirtisi. Oldukça etkileyici bir film olan Reprise, monotom bir hayat yaşayan adamın bir gün tesadüf eseri otoparkta içinde sürücüsünün de olduğu bir arabanın alevler içerisinde yandığını görür. Üstelik bu olayı çeken bir de kamera vardır kayıtta. Adam kamerayı alır, eve gelir ve kaydı izler. Elbette böylece biz seyirciler de izleriz. Arabanın içinde yandığını gördüğümüz adamın bir günlük rutininin ekranda belirdiği bu kayıt birçok soruyu akla getirir. Birazdan intihar edecek bir adam, nasıl bu kadar doğal olur ya da nasıl bu kadar özenli hazırlanır sanki hiç ölmeyecek gibi. Peki, kayıtta köpeği ile yolda oynayan kız?

Trier’in tüm filmografisine sirayet edecek olan intihar olgusu ilk olarak bu filmde karşımıza çıkar. Hayat denen zorlu yolda yorulan karakterler ile bizi tanıştıran Trier’in bu film içinde film hissini de oluşturan yapım.




2)Reprise (Tekrar) – 2006

Trier’in ilk uzun metrajı olan Reprise, muhtemelen kendisinin hayatından da çokça esinlendiği bir film. Zira Eskil Vogt ile birlikte senaryosunu kaleme aldığı filmde çok yakın iki arkadaşın” yazma” ile ilgili mücadeleleri perdeye gelmekte. Üstelik karşımıza çıkan karakterler bu iki yazma sevdalısı arkadaş Philip ve Erik değildir. Okul yıllarından itibaren arkadaş olan birbirine oldukça bağlı bir arkadaş grubu ve onların tadından yenmez entelektüel muhabbetleri perdede yer bulur kendine. Müzisyenlik, yazarlık gibi tutkuları olan, kitap okumanın ve müzik dinlemenin hayatlarının en önemli uğraşı olarak belleyen bu grubun gündelik muhabbetleri bile filme bağlanmamız için bir sebep.

Bu tutkulu karakterlerden Philip’in varoluş sancıları ile hüznün esir almaya çalışsa da filmi muhteşem diyalogları ve esprileriyle yerle yeksan oluyor tüm kasvet. Üstelik eğer edebiyata meraklı bir izleyiciyseniz yazar isimleri ve başyapıt değerindeki eserlerden yapılan alıntıların ağızdan salyalar akıtması da garanti. Açıkçası filmi izlerken Trier ve Vogt ikilisine duyduğum hayranlık kat be kat arttı sırf bu edebi sohbetlerden dolayı. Peki, bu ikilinin filme yansıyan tek tutkusu edebiyat ve müzik mi? Elbette değil. Trier’in bir başka tutkusu da filme sirayet etmekte: Fransız Yeni Dalgası’nın birçok özelliği buram buram hissediliyor. Biçem olarak filmi ele geçiren Fransız Yeni Dalgası aynı zamanda Fransa’ya çıkılan seyahatler ve Kari isimleriyle Godard ve eski eşi Anna Karina’yı da akla getiriyor.
Üretme tutkusu, varoluş sıkıntısı, gitmek ile kalmak arasındaki kararsızlık, aşklar ve daha niceleriyle bir grup genç erkeğin olgunlaşma sürecine bizi ortak eden İstanbul Film Festivali tarafından da Altın Lale’ye layık görülen Reprise oldukça başarılı bir ilk göz ağrısı.




3) Oslo, 31. August (Oslo, 31 Ağustos) – 2011

Oslo’nun çeşitli mekânlarıyla bizleri buluşturan görüntüler ve bu görüntülere eşlik eden geçmiş anıların çeşitli kişiler tarafından dillendirilmesi ile etkili bir giriş ile başlar Oslo, 31 August. Her ne kadar Anders adlı bir karaktere odaklanan bir film olarak gibi algılansa da aslında Oslo şehri ve Anders özelinde üst-orta sınıfın orta yaşlarına gelmiş bir kesiminin portresini sunmakta film. Uyuşturucu bağımlısı olan ve uzun bir tedavi sürecinin neredeyse sonuna gelmiş Anders, yeni hayatına başlamanın ilk şartı olan iş meselesini halletmek için bir günlüğüne dışarıya çıkar. İş başvurusu yapmak için 30 Ağustos’ta yollara düşen Anders, bu bir günün oldukça etkili kullanır. Dostunu görerek başladığı güne iş başvurusu yaparak (yapmayarak mı demek gerek yoksa?), kız kardeşinin sevgilisi ile görüşerek, eski sevgiliye mesajlar bırakarak,  arkadaşlarının olduğu partiye giderek devam eder. Bu süreç içerisinde zaten umutsuz olan Anders daha da aşağı çekilir.

Geçmiş ile ilgili akıllarda kalan naif anıların dillendirilmesiyle başlayan film, gittikçe şimdinin monotom, umutsuz hayatlarına evrilir. Bu evrimle seyirci olarak bizleri de derin bir mutsuzluğa ve umutsuzluğa sevk eder. Evli ve çocuklu olanların rutin hayatı, evli olup da çocuğu olmayanların umutsuz bekleyişi ve daha niceleri… Kimsenin aslında Anders’den daha mutlu bir hayatı yoktur. Ama her şeye rağmen sürdürmeyi seçmişlerdir. Ama Anders…

Trier’in Pierre Drieu La Rochelle’ nin Le Feu Follet adlı kitabından uyarladığı, çokça edebi sohbetlere de ev sahipliği yapan bu tek günde geçen muhteşem film, ana karaktere hayat veren Anders Danielsen Lie’nin takdir edilesi oyunculuğuyla daha da parlıyor.




4) Louder Than Bombs (Sessiz Çığlık) – 2015

Louder Than Bombs, Trier’in birçok Avrupalı yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek İngilizce dilinde ve tanıdık simalarla çektiği filmi. Oysa ki Trier ve onun gibi birçok yönetmende biz seyircileri etkileyen en önemli şeylerden biri aşina olmadığımız yüzler ve dil olmuştur her daim. Sırf bu sebeple bile benim açımdan Trier’in filmografisinin en zayıf halkası olan bu film, neyse ki senaryoyu birlikte kaleme aldığı Eskil Vogt (Körlük gibi muhteşem bir filmin yaratıcısı) sayesinde biraz da olsa suçunu –evet bu daha geniş kesime hitap etme çabasını sinema adına bir suç olarak görüyorum- hafifletmekte.

Trier, Louder Than Bombs ile bir aile çözümlemesine girişiyor. Üstelik bu çözümlemenin içerisindeki karakterlerin kendi hayatları özelindeki ilişkilerini de dâhil ederek ana hikâyeyi beslemeyi de ihmal etmiyor. Bir yanda gitmek ile kalmak arasında kendini mutlu edecek yolu bulamayıp intihar eden bir kadın ve geride bıraktığı eşi ve iki erkek çocuğu bir yanda da bu gerçekle yüzleşmesini ne kendi içinde ne de kendi aralarında çözümleyememiş bu üç erkeğin çırpınışları perdede arz-ı endam ediyor. Tüm evliliği boyunca bulamadığı mutluluğu bir başka kadında denemeye çalışan bir baba, büyüdüğü ailede göremediği saadeti kendi hayatında inşa etmeye çalışan ama daha da kötü eline yüzüne bulaştıran büyük çocuk ve son tahlilde babası ile abisinden daha iyisini yapabileceğine bizi ikna eden ergen Conrad…

Bu iç içe geçmiş hayatların bizlere sunuluşu ise Trier’in muhteşem kurgusuyla karşımıza geliyor. Açıkçası filmin en büyük artılarından birinin kurgu olduğunu inkâr edemeyiz. Prolog sahnesinin tüm filme ışık tutacak detayları da birbirini bütünleyip destekleyen yan hikâyelerin varlığı da sinema adına gerçekten umut verici hamleler. Lakin ölen kadın karaktere tüm suçu yükleyip de kalan erkeklerin omuz omuza bu süreçten çıkmaları bir kadın olarak beni rahatsız etmedi desem yalan söylemiş olurum. Yaşananların hep bu karakterler üzerinden aktarılması kadın karakterin ise öldüğü için savunma yapamaması çok büyük haksızlık olmuş bana kalırsa. Yine de elbette Trier sineması ile tanışanların asla es geçmemesi gereken Louder Than Bombs’u görmeden olmaz.




5)Thelma – 2017

Thelma, aşırı dindar ailesinin ilk defa onu sarıp sarmaladığı kozasından çıkarak üniversiteye geliyor. Sürekli ailesinin kendisine yaşattığı hayatı yaşamış, ona yansıtılanlara inanmış olan Thelma, adeta yeniden doğmuşçasına her şeyi keşfetmeye başlıyor. Bir bebeğin tatları, cinsel organını tanıması gibi bir keşfediş yansıyor perdeye. Thelma psişik güçlere sahip ya da Thelma’nın gözünden her şeyi gören veya algılayan biz seyirciler öyle olduğuna inandırılıyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar olanlar hep Thelma’nın gözünden bizlere aktarılıyor. Thelma, kafasında tasarladığı hayatı bizlere aktaran usta bir anlatıcı. O ne derse inanmak zorunda kalıyoruz. Zira başka türlüsünü görmemize izin verilmiyor.

Thelma’nın hem dine hem de modern toplumun dayattığı klasik aile modeline savaş açması seyirci olarak bizleri kendine bağlayan en önemli yönleri oluyor. Zaten Hıristiyanlık kurumu ile aile birbirini tamamen bütünlüyor filmde. Zira Thelma’nın babası ile diyalogları tam olarak akıllara Katoliklikte var olan günah çıkarma ritüelini getiriyor. Baba, filmde bir nevi Papaz hatta daha da ileri gidersek Tanrı rolünü üstleniyor. Fakat her ne kadar Thelma, her anını Hıristiyanlık dinine tapınarak geçirse de dinin çatısı altından ayrıldığı an yoldan çıkıp asıl rotasını buluyor. Ya da yıllarca ona dikte ettirilen hayatı yaşayan ona anlatılanlara inanan, bilinçaltına vurulan kilide ses çıkarmayan Thelma, bu esaretten en çok da cinselliği keşfetmesiyle kurtulmaya başlıyor.

Son tahlilde Thelma, dinin ve ailenin esaretinden kurtularak, kendini keşfeden ve bu keşifle birlikte de intikam mekanizmasını çalıştıran güçlü bir karakter filmi. Adeta küllerinden doğan bir anka kuşu gibi… Yer yer erotizm süslü cinsel sahnelerin muazzamlığı (birçok sahnenin şimdiden kültleşeceğini garanti edebilirim), bir kadının esaslı hikâyesi olması açısından feminist göndermeleri de görmezden gelmemek gerek.  Asla gerçeğin ne olduğunu anlamamıza izin verilmeyen yapısı, peşinden soluksuzca koşmamızı sağlayan kurgusu, ilmik ilmik işlenmiş, çetrefilli senaryosu, güçlü karakterleri, hayran olunası oyunculukları ve elbette filmin içine sirayet etmemizi her an daha da tetikleyen sinematografisiyle Thelma tek kelimeyle kusursuz bir film.  Özellikle başkarakter Thelma’ya ilk oyunculuk deneyimi olmasına rağmen başarıyla hayat veren Eili Harboe’ya hayranlığımı da gizleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz filmlerde alışık olmadığımız bir yüz ile karşılaşmak çok daha tatmin edici bana kalırsa. Ne diyelim Trier, henüz dördüncü filmiyle başyapıtına imza atarak ne kadar iddialı olduğunu dosta düşmana ispatladı sanırım.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder