1 Ağustos 2018 Çarşamba

David Fincher Sineması



1962 Colorado doğumlu olan David Fincher, yönetmenlik kariyerine reklam filmleri ve video klipleri ile başlamış bir isim aslen. Yalnız reklam filmleri ve video denilince aman basite alınmasın. Zira Fincher, Nike’dan tut da Pepsi’ye kadar birçok dünya devi markanın reklam filmini George Michael ve Michael Jackson gibi starların video kliplerini çekmiş parlak bir üne sahiptir. Böylesine başarılı bir ismin ilk uzun metrajı ise ne yazık ki pek başarılı olamamış, Alien 3 ile Fincher tam bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Fakat aradan geçen beş yılın ardından tüm dikkatleri üzerine çekecek, anında büyük bir hayran kitlesine sahip olacak bir film ile asıl sinema dünyasına adım atar; Se7en ile büyük bir başarı yakalar. Ve dur durak bilmeden yoluna emin adımlarla devam eder.

Bu birbirinden başarılı filmlerin senaryolarını yazmayan Fincher, onun yerine roman uyarlamaları yapmayı tercih etmiştir her daim. Kimi zaman Zodiac gibi daha bilinen kitapları kimi zaman da çok da bilinmeyen, köşede kalmış romanları uyarlamıştır. Fincher bu romanları başarılı bir şekilde perdeye uyarlamakla kalmadı; aynı zamanda çoğunu kült mertebesine erişecek denli bağımsız bir şekilde de kotardı. Hem Hollywood sinemasının tüm geleneklerini kullanıp hem de kült mertebesine erişecek filmlere imza atmakta Fincher gibi sayılı yönetmene nasip olacak bir yetenek olsa gerek. Elbette bu uyarlamalarının birçoğu Fincher’in ustaca hikâye anlatma yeteneği ile romanları gölgesinde bırakmıştır da.

Başarılı oyunculardan hiçbir zaman vazgeçmeyen Fincher, Brad Pitt dışında çok fazla bir oyuncuya takılmamış, her filminde değişik oyunculara yer vermeye çalışmıştır. Tabii başarılı oyuncuları oynatmak tek başına yeterli değildir değil mi? Oyuncularını kusursuz bir şekilde anlattığı hikâyeye kanalize eden yönetmenimiz, oyuncu yönetiminde de sınıfı geçer. Hollywood’un en başarılı oyuncularıyla çalışan, aynı zamanda da en unutulmaz karakterlerini yaratan Fincher, filmlerinde yarattığı evren ile de her zaman çok konuşulan bir isim oldu.

Kasvetli mekânları, iç karatıcı görüntüleri ile atmosfer konusunda hep kıskanılan bir isim olmayı başarmaya Fincher, kurgu ve montaj konusunda da hep parmak ile gösterilmiş, hayranlıkla takip edilmiştir. Filmlerinde kusursuzca yarattığı çok katmanlı yapılar, onun sinemasının en belirgin örnekleri arasında bulunur. Müzik kullanımı konusundaki titizliği ise su götürmez bir gerçek. Elbette doksanlar ve ikibinler de hızından hiç irtifa kaybetmeden yoluna devam eden bir isim ile ilgili söylenecek daha pek çok şey vardır. Lakin biraz da Fincher’ı asıl Fincher yapan sinemasının en önemli kilometre taşlarıyla tanıyalım isterim. İşte başyapıtı olan beş filmi ve David Fincher:


1)Fight Club (Dövüş Kulübü) – 1999

Chuck Palahniuk’ın aynı adlı eserinden David Fincher’ın perdeye uyarladığı Fight Club, ödüller tarafından görülmek istenmeyen fakat seyirci nezdinde fazlasıyla mükâfatlandırılmış bir filmdir. DVD’si basıldıktan sonra, oldukça popüler olan film, kısa sürede kült mertebesine erişmiştir. Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter’ın abartısız en iyi performanslarından birini ortaya koydukları, her bir sahnesi tek başına üzerine tez yazılacak denli derinlikli olan filmin yaptığı hınzırlıklar saymakla bitmez. Her sahnesinde subliminal mesaj veren Fight Club, tüketim toplumuna, kapitalizme karşı duruşuyla, özellikle bir kesimin fazlasıyla gönlünü kazanmıştır.

Film, başından sonuna kadar her anında kapitalizmin insanları nasıl kandırdığını, reklamlar vs gibi bilinçaltı uygulamalarıyla nasıl bizleri teslim aldığını gözler önüne serer. Tüm bu teslimiyet yetmezmiş gibi hipnotize edilen insan ırkının nasıl köleleştirildiğini enfes bir şekilde, mükemmel bir hikâye ile bizlere aktarır. İki saati aşkın bir süre boyunca bunları dillendiren Fight Club, tam da şanına yaraşır bir final ile anlattığı tüm yanlışlıkları, karşı olduğu her şeyi tahmin edemeyeceğimiz hatta hayal edemeyeceğimiz bir şekilde cezalandırır. Fincher’ın şizofren bir karakter üzerinden yarattığı bu film, doksanlara damgasını vuran bir başyapıttır kesinlikle.




2)Se7en (Yedi) – 1995

David Fincher’ın başyapıtlarından olan Se7en, 90’lı yılların unutulmaz filmlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Gerek anlattığı hikâye gerekse yarattığı atmosfer ve sinematografisiyle hâlâ etkisini kaybetmeyen bir film Se7en.  Özellikle kadrosu sebebiyle seyirci açısından da başarısını ispatlayan Se7en’ın, ne yazık ki ödül konusunda yüzü gülmemiştir; Oscar’da başarısı taçlandırılmamış, sadece aday olmakla yetinmek zorunda kalmıştır. Morgan Freeman, Brad Pitt, Kevin Spacey gibi isimlerin bir araya geldiği bu polisiye-gerilim olarak tanımlayabileceğimiz filmde Hıristiyanlık’ın yedi ölümcül günahı ile örülü olan hikâyesin her bir anı büyük bir titizlikle ilmik ilmik dokunur.

Fincher evreninde sık sık karşımıza çıkan psikolojik rahatsızlığı olan karakterlerin en müstesnalarından biri olan John Doe karakterinin işledikleri cinayetlerle başlayan film, son cinayetin işlenmesiyle sona erer. Oldukça koyu Hıristiyan Doe, yedi ölümcül günaha karşılık yedi cinayeti hedefine koyar. Böylelikle Tanrı tarafından görevlendirildiğini düşünen Doe, bir nevi yoldan çıkmış insanlığa bir ders verecektir. Elbette Fincher’in etkileyici yönetmenliğiyle bu hikâye, cinayetleri araştıran dedektiflerin hayatlarının ve sürprizlerin araya girmesiyle çarpıcı bir cinayet-gerilim filmine dönüşüyor. Üstelik Fincher’dan beklenildiği gibi dudak uçuklatacak finalde tüm ihtişamıyla arzı endam etmekten hiç mi hiç imtina etmiyor.

Fincher’in gerili dozunu arttırmak için sık sık kullandığı yağmur, Se7en’da finale kadar nerdeyse hiç durmak bilmiyor desek abartmış olmayız. Bu durmak bilmeyen yağmurun yanında seyirciye kısmi körlük yaratacak kadar karanlık görüntü, kasvetli, iç karartıcı mekânlar adeta bir süre sonra mide bulantısı sebebi. Seyirciyi sadece ruhen değil bedenen de ele alacak kadar dozu yüksek ayarlanan bu film, Fincher filmlerinin bir diğer ortak noktası olan muhteşem müziklerle de ete kemiğe büründüğünü bilmiyorum söylemeye gerek var mı?




3)Zodiac (2007)

Fincher, bir kez daha bir uyarlamaya girişiyor Zodiac ile. Lakin bu kez gerçekten yaşanmış olayların aktarıldığı bir kitap karşımızdaki. Fincher, genelde roman uyarlamaları yaparak, bizi gerçekte belki de olmayacak evrenlere götürmüştü. Fakat Robert Graysmith tarafından kaleme alınan Zodiac, uzun yıllara ayılan ve asla tam olarak çözülemeyen, tabiri caizse yılan hikâyesine dönen, gerçeklerin kendine yer bulduğu bir kitap. İşte Fincher, kariyerinde ilk kez seyircinin kendinden geçeceği, kurgu oyunları olan, sürprizli ve yüzde yüz şok etme garantili finale sahip bir hikâyedense seyircinin içine girmekte, takip etmekte hayli zorlanacağı, finalde ise asla bir tatmin yaşatmayan gerçek bir süreci tercih ederek, herkesi şaşkına çevirir.

Altmışlı yıllarda işlenen cinayetleri yazdığı mektuplarla üstlenen, ama asla kim olduğu çözülemeyen Zodiac, filmde olmayan bir karakterdir. Çünkü bu film her ne kadar ismini ondan alsa da onun filmi değildir: Onun kim olduğunu bulmaya kendini adayan, işinden, ailesinden kısacası hayatından olan karikatürist, dedektif, gazeteci gibi karakterlerin filmidir. Zira özellikle Robert, David ve Paul adlı bu karakterlerin çırpınışları, her çırpındıklarında biraz daha batmaları asla nihai sonuca ulaşamamaları yeterince etkileyici bir durumdur. Filmde gizem sırrını en çok aralayan karakter Robert Graysmith olur. O da gerçekten katilin kim olduğunu kanıtlayamaz ama ilk günden itibaren yaşanılan süreci, tüm ayrıntısıyla Zodiac adlı kitapta derler. Zaten Fincher’in filmi için rehber edindiği kaynak da bu kitap olur.

Her ne kadar Fincher’in birçok alışkanlığını bulamayacağımız bir film olsa da Zodiac’ın, yine de müzikleri, yarattığı atmosferi, kamera kullanımı gibi sinematografi anlamında tam bir Fincher örneği olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Sürekli yağan yağmur, kasvetli mekânlar hiç ama hiç bizi terk eder mi? Unutmadan Fincher, elbette bu filminde de eleştirecek kişi ve kurumları es geçmiyor. Bu kez yine medya ama en çok da bürokrasi payına düşeni fazlasıyla almakta.




4)Gone Girl (Kayıp Kız) – 2014

Uyarlamalardan asla vazgeçmeyen Fincher, şimdilik son filmi Gone Girl’de de Gillian Flynn’ın romanını ele alıyor. Büyük oranda romana sadık kalan Fincher, elbette şiddet dozunu bir nebze yükselterek, kendisinden beklenen hamlelerle yine karşımızda. Fincher, her filminde olduğu gibi eleştiri oklarını fırlatacak hedeflerini belirlemiştir. Bu kez Amerikan aile yapısını, ana akım medyayı eleştirmeyi kendine bir görev bilir. Tüm bu meziyetlerine rağmen kadına bakış açısı konusunda büyük bir kesimin tepkilerinin hedefi haline gelmekten de kurtulamaz. Amy Dunne (Rosamund Pike) adındaki başkarakterinin film boyunca geçirdiği değişimden rahatsız olan büyük bir çoğunluk, karakterin feminist bir noktadan zavallı, aciz bir noktaya getirildiğini öne sürmüştür. Fakat bu yorumların haklılık payı olduğunu ben düşünmeyenlerdenim açıkçası. Zira Amy karakteri, film süresince planlarında değişiklik yapmış olsa da asla amacından sapmayan, inandığı yolda istikrarla, gerçekçi bir şekilde ilerleyen, çok güçlü bir kadın profili çizer hep.

Böylesine güçlü bir kadının peşinden sürüklendiğimiz filmde birçok yan karakter de varlığını sürdürüyor: Amy’nin kocası Nick (Ben Affleck) başta olmak üzere dedektif, Nick’in sevgilisi, kardeşi, Amy’nin ebeveynleri, komşu kadın ve daha niceleri…  Çok karakterli bu yapı Fincher’in kusursuzca yarattığı çok katmanlı yapı ile daha da zenginleşiyor elbette. Sürekli flashbackler sayesinde öğrendiğimiz geçmiş bir de filmin başkarakteri Amy tarafından bizlere ulaştırılarak geçmişin tekinsizliği, güvensizlikle de örülüyor. Bu iki katmanlı yapıya bir de Amy’nin bir süre sonra gerçekte neler yaptığını anlatması filmin akışına eklenmez mi? Üç katmanlı yapı, bu yapıları birbiri içerisinde başarıyla eriten kurgu ve montaj başarısı, Trent Reznor ile Atticus Ross’un yarattığı enfes müzikler, kusursuz oyunculuklar… Fincher, eleştirilerin tam da tersine kadının egemenliğinde son bulan, hızla etkisine kapılacağımız ama beynimizi de hayli zorlayacağımız bir işle takdir topluyor.




5)The Game (Oyun) – 1997

Fincher’ın Michael Douglas ve Sean Penn gibi iki başarılı oyuncuya sırtını yasladığı The Game, akıl almaz bir oyunun içine sürüklüyor bizleri. Filmin kahramanı Nicholas Van Orton gibi bir türlü yaşanılanları çözemediğimiz, her şeyden şüphelendiğimiz, adeta akıl tutulması yaşadığımız bir film ile karşı karşıyayız. Hatta dizlerimizin bağını çözen muhteşem bir final sahnesi izlediğimizi düşündüğümüzde bile yanıldığımızı anladığımız bir film. Zira o sahnenin hemen ardından başka bir final sahnesi gelmekte gecikmez.

Oldukça varlıklı ama bir o kadar da yalnız, rutin bir hayat yaşayan Nicholas’a çok da iyi bir ilişkisi olmayan kardeşi kırk sekizinci doğum gününde ona doğum günü hediyesi olarak bir oyun hediye eder. Hayatı boyunca kontrol manyağı olmuş Nicholas için oyun kelimesi bile çok uzaktır aslında. Fakat Nicholas kardeşine verdiği sözü tutmak adına pek de önemsemediği bu oyunu oynama kararı alır. İşte o andan sonra her şey çığırından çıkar, nefes bile almaya fırsat kalmayacak sahneler peş peşe perdede arzı endam eder. Neyin gerçek, neyin oyun ya da neyin hayal, rüya olduğunu anlamak güçleşecek, beynimizin her bir kıvrımını kullanmak zorunda kalırız. Tüm bu kafa karıştırıcı ve sinir bozucu sürece bir de Nicholas’ın babası ile ilgili üzerinden atamadığı travmanın görüntüleri de eklenir ve tam olarak Fincher’ın seyirciyi köşeye sıkıştıran evreni tamamlanmış olur.

San Francisco’nun lüks malikânelerinden varoşlara, Çin restoranlarının arka sokaklarından lüks restoranlara kadar gezinen adeta bir şehir portresi ortaya çıkaran The Game, koşturmacası, sürprizleri, asla bozulmayan gizemi ile seyirciyi tamamen ele alan bir seyir zevkinin tam karşılığı.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder