1962 Colorado doğumlu olan David Fincher, yönetmenlik
kariyerine reklam filmleri ve video klipleri ile başlamış bir isim aslen.
Yalnız reklam filmleri ve video denilince aman basite alınmasın. Zira Fincher,
Nike’dan tut da Pepsi’ye kadar birçok dünya devi markanın reklam filmini George
Michael ve Michael Jackson gibi starların video kliplerini çekmiş parlak bir
üne sahiptir. Böylesine başarılı bir ismin ilk uzun metrajı ise ne yazık ki pek
başarılı olamamış, Alien 3 ile Fincher tam bir hayal kırıklığına sebep
olmuştur. Fakat aradan geçen beş yılın ardından tüm dikkatleri üzerine çekecek,
anında büyük bir hayran kitlesine sahip olacak bir film ile asıl sinema
dünyasına adım atar; Se7en ile büyük bir başarı yakalar. Ve dur durak bilmeden
yoluna emin adımlarla devam eder.
Bu birbirinden başarılı filmlerin senaryolarını yazmayan
Fincher, onun yerine roman uyarlamaları yapmayı tercih etmiştir her daim. Kimi
zaman Zodiac gibi daha bilinen kitapları kimi zaman da çok da bilinmeyen, köşede
kalmış romanları uyarlamıştır. Fincher bu romanları başarılı bir şekilde
perdeye uyarlamakla kalmadı; aynı zamanda çoğunu kült mertebesine erişecek
denli bağımsız bir şekilde de kotardı. Hem Hollywood sinemasının tüm
geleneklerini kullanıp hem de kült mertebesine erişecek filmlere imza atmakta
Fincher gibi sayılı yönetmene nasip olacak bir yetenek olsa gerek. Elbette bu
uyarlamalarının birçoğu Fincher’in ustaca hikâye anlatma yeteneği ile romanları
gölgesinde bırakmıştır da.
Başarılı oyunculardan hiçbir zaman vazgeçmeyen Fincher, Brad
Pitt dışında çok fazla bir oyuncuya takılmamış, her filminde değişik oyunculara
yer vermeye çalışmıştır. Tabii başarılı oyuncuları oynatmak tek başına yeterli
değildir değil mi? Oyuncularını kusursuz bir şekilde anlattığı hikâyeye
kanalize eden yönetmenimiz, oyuncu yönetiminde de sınıfı geçer. Hollywood’un en
başarılı oyuncularıyla çalışan, aynı zamanda da en unutulmaz karakterlerini
yaratan Fincher, filmlerinde yarattığı evren ile de her zaman çok konuşulan bir
isim oldu.
Kasvetli mekânları, iç karatıcı görüntüleri ile atmosfer
konusunda hep kıskanılan bir isim olmayı başarmaya Fincher, kurgu ve montaj
konusunda da hep parmak ile gösterilmiş, hayranlıkla takip edilmiştir.
Filmlerinde kusursuzca yarattığı çok katmanlı yapılar, onun sinemasının en
belirgin örnekleri arasında bulunur. Müzik kullanımı konusundaki titizliği ise
su götürmez bir gerçek. Elbette doksanlar ve ikibinler de hızından hiç irtifa
kaybetmeden yoluna devam eden bir isim ile ilgili söylenecek daha pek çok şey
vardır. Lakin biraz da Fincher’ı asıl Fincher yapan sinemasının en önemli
kilometre taşlarıyla tanıyalım isterim. İşte başyapıtı olan beş filmi ve David
Fincher:
1)Fight Club (Dövüş Kulübü) – 1999
Chuck Palahniuk’ın aynı adlı eserinden David Fincher’ın
perdeye uyarladığı Fight Club, ödüller tarafından görülmek istenmeyen fakat
seyirci nezdinde fazlasıyla mükâfatlandırılmış bir filmdir. DVD’si basıldıktan
sonra, oldukça popüler olan film, kısa sürede kült mertebesine erişmiştir. Brad
Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter’ın abartısız en iyi
performanslarından birini ortaya koydukları, her bir sahnesi tek başına üzerine
tez yazılacak denli derinlikli olan filmin yaptığı hınzırlıklar saymakla
bitmez. Her sahnesinde subliminal mesaj veren Fight Club, tüketim toplumuna,
kapitalizme karşı duruşuyla, özellikle bir kesimin fazlasıyla gönlünü
kazanmıştır.
Film, başından sonuna kadar her anında kapitalizmin
insanları nasıl kandırdığını, reklamlar vs gibi bilinçaltı uygulamalarıyla
nasıl bizleri teslim aldığını gözler önüne serer. Tüm bu teslimiyet yetmezmiş
gibi hipnotize edilen insan ırkının nasıl köleleştirildiğini enfes bir şekilde,
mükemmel bir hikâye ile bizlere aktarır. İki saati aşkın bir süre boyunca
bunları dillendiren Fight Club, tam da şanına yaraşır bir final ile anlattığı
tüm yanlışlıkları, karşı olduğu her şeyi tahmin edemeyeceğimiz hatta hayal
edemeyeceğimiz bir şekilde cezalandırır. Fincher’ın şizofren bir karakter
üzerinden yarattığı bu film, doksanlara damgasını vuran bir başyapıttır kesinlikle.
2)Se7en (Yedi) – 1995
David Fincher’ın başyapıtlarından olan Se7en, 90’lı yılların
unutulmaz filmlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Gerek anlattığı hikâye
gerekse yarattığı atmosfer ve sinematografisiyle hâlâ etkisini kaybetmeyen bir
film Se7en. Özellikle kadrosu sebebiyle
seyirci açısından da başarısını ispatlayan Se7en’ın, ne yazık ki ödül konusunda
yüzü gülmemiştir; Oscar’da başarısı taçlandırılmamış, sadece aday olmakla
yetinmek zorunda kalmıştır. Morgan Freeman, Brad Pitt, Kevin Spacey gibi
isimlerin bir araya geldiği bu polisiye-gerilim olarak tanımlayabileceğimiz
filmde Hıristiyanlık’ın yedi ölümcül günahı ile örülü olan hikâyesin her bir
anı büyük bir titizlikle ilmik ilmik dokunur.
Fincher evreninde sık sık karşımıza çıkan psikolojik
rahatsızlığı olan karakterlerin en müstesnalarından biri olan John Doe
karakterinin işledikleri cinayetlerle başlayan film, son cinayetin işlenmesiyle
sona erer. Oldukça koyu Hıristiyan Doe, yedi ölümcül günaha karşılık yedi
cinayeti hedefine koyar. Böylelikle Tanrı tarafından görevlendirildiğini
düşünen Doe, bir nevi yoldan çıkmış insanlığa bir ders verecektir. Elbette
Fincher’in etkileyici yönetmenliğiyle bu hikâye, cinayetleri araştıran
dedektiflerin hayatlarının ve sürprizlerin araya girmesiyle çarpıcı bir
cinayet-gerilim filmine dönüşüyor. Üstelik Fincher’dan beklenildiği gibi dudak
uçuklatacak finalde tüm ihtişamıyla arzı endam etmekten hiç mi hiç imtina
etmiyor.
Fincher’in gerili dozunu arttırmak için sık sık kullandığı
yağmur, Se7en’da finale kadar nerdeyse hiç durmak bilmiyor desek abartmış
olmayız. Bu durmak bilmeyen yağmurun yanında seyirciye kısmi körlük yaratacak
kadar karanlık görüntü, kasvetli, iç karartıcı mekânlar adeta bir süre sonra
mide bulantısı sebebi. Seyirciyi sadece ruhen değil bedenen de ele alacak kadar
dozu yüksek ayarlanan bu film, Fincher filmlerinin bir diğer ortak noktası olan
muhteşem müziklerle de ete kemiğe büründüğünü bilmiyorum söylemeye gerek var
mı?
3)Zodiac (2007)
Fincher, bir kez daha bir uyarlamaya girişiyor Zodiac ile.
Lakin bu kez gerçekten yaşanmış olayların aktarıldığı bir kitap karşımızdaki.
Fincher, genelde roman uyarlamaları yaparak, bizi gerçekte belki de olmayacak
evrenlere götürmüştü. Fakat Robert Graysmith tarafından kaleme alınan Zodiac,
uzun yıllara ayılan ve asla tam olarak çözülemeyen, tabiri caizse yılan
hikâyesine dönen, gerçeklerin kendine yer bulduğu bir kitap. İşte Fincher,
kariyerinde ilk kez seyircinin kendinden geçeceği, kurgu oyunları olan,
sürprizli ve yüzde yüz şok etme garantili finale sahip bir hikâyedense
seyircinin içine girmekte, takip etmekte hayli zorlanacağı, finalde ise asla
bir tatmin yaşatmayan gerçek bir süreci tercih ederek, herkesi şaşkına çevirir.
Altmışlı yıllarda işlenen cinayetleri yazdığı mektuplarla
üstlenen, ama asla kim olduğu çözülemeyen Zodiac, filmde olmayan bir karakterdir.
Çünkü bu film her ne kadar ismini ondan alsa da onun filmi değildir: Onun kim
olduğunu bulmaya kendini adayan, işinden, ailesinden kısacası hayatından olan
karikatürist, dedektif, gazeteci gibi karakterlerin filmidir. Zira özellikle
Robert, David ve Paul adlı bu karakterlerin çırpınışları, her çırpındıklarında
biraz daha batmaları asla nihai sonuca ulaşamamaları yeterince etkileyici bir
durumdur. Filmde gizem sırrını en çok aralayan karakter Robert Graysmith olur.
O da gerçekten katilin kim olduğunu kanıtlayamaz ama ilk günden itibaren
yaşanılan süreci, tüm ayrıntısıyla Zodiac adlı kitapta derler. Zaten Fincher’in
filmi için rehber edindiği kaynak da bu kitap olur.
Her ne kadar Fincher’in birçok alışkanlığını bulamayacağımız
bir film olsa da Zodiac’ın, yine de müzikleri, yarattığı atmosferi, kamera
kullanımı gibi sinematografi anlamında tam bir Fincher örneği olduğu kuşku
götürmez bir gerçek. Sürekli yağan yağmur, kasvetli mekânlar hiç ama hiç bizi
terk eder mi? Unutmadan Fincher, elbette bu filminde de eleştirecek kişi ve
kurumları es geçmiyor. Bu kez yine medya ama en çok da bürokrasi payına düşeni
fazlasıyla almakta.
4)Gone Girl (Kayıp Kız) – 2014
Uyarlamalardan asla vazgeçmeyen Fincher, şimdilik son filmi
Gone Girl’de de Gillian Flynn’ın romanını ele alıyor. Büyük oranda romana sadık
kalan Fincher, elbette şiddet dozunu bir nebze yükselterek, kendisinden
beklenen hamlelerle yine karşımızda. Fincher, her filminde olduğu gibi eleştiri
oklarını fırlatacak hedeflerini belirlemiştir. Bu kez Amerikan aile yapısını,
ana akım medyayı eleştirmeyi kendine bir görev bilir. Tüm bu meziyetlerine
rağmen kadına bakış açısı konusunda büyük bir kesimin tepkilerinin hedefi
haline gelmekten de kurtulamaz. Amy Dunne (Rosamund Pike) adındaki
başkarakterinin film boyunca geçirdiği değişimden rahatsız olan büyük bir
çoğunluk, karakterin feminist bir noktadan zavallı, aciz bir noktaya
getirildiğini öne sürmüştür. Fakat bu yorumların haklılık payı olduğunu ben
düşünmeyenlerdenim açıkçası. Zira Amy karakteri, film süresince planlarında
değişiklik yapmış olsa da asla amacından sapmayan, inandığı yolda istikrarla,
gerçekçi bir şekilde ilerleyen, çok güçlü bir kadın profili çizer hep.
Böylesine güçlü bir kadının peşinden sürüklendiğimiz filmde
birçok yan karakter de varlığını sürdürüyor: Amy’nin kocası Nick (Ben Affleck)
başta olmak üzere dedektif, Nick’in sevgilisi, kardeşi, Amy’nin ebeveynleri,
komşu kadın ve daha niceleri… Çok
karakterli bu yapı Fincher’in kusursuzca yarattığı çok katmanlı yapı ile daha
da zenginleşiyor elbette. Sürekli flashbackler sayesinde öğrendiğimiz geçmiş
bir de filmin başkarakteri Amy tarafından bizlere ulaştırılarak geçmişin
tekinsizliği, güvensizlikle de örülüyor. Bu iki katmanlı yapıya bir de Amy’nin
bir süre sonra gerçekte neler yaptığını anlatması filmin akışına eklenmez mi?
Üç katmanlı yapı, bu yapıları birbiri içerisinde başarıyla eriten kurgu ve
montaj başarısı, Trent Reznor ile Atticus Ross’un yarattığı enfes müzikler,
kusursuz oyunculuklar… Fincher, eleştirilerin tam da tersine kadının
egemenliğinde son bulan, hızla etkisine kapılacağımız ama beynimizi de hayli
zorlayacağımız bir işle takdir topluyor.
5)The Game (Oyun) – 1997
Fincher’ın Michael Douglas ve Sean Penn gibi iki başarılı
oyuncuya sırtını yasladığı The Game, akıl almaz bir oyunun içine sürüklüyor
bizleri. Filmin kahramanı Nicholas Van Orton gibi bir türlü yaşanılanları
çözemediğimiz, her şeyden şüphelendiğimiz, adeta akıl tutulması yaşadığımız bir
film ile karşı karşıyayız. Hatta dizlerimizin bağını çözen muhteşem bir final
sahnesi izlediğimizi düşündüğümüzde bile yanıldığımızı anladığımız bir film.
Zira o sahnenin hemen ardından başka bir final sahnesi gelmekte gecikmez.
Oldukça varlıklı ama bir o kadar da yalnız, rutin bir hayat
yaşayan Nicholas’a çok da iyi bir ilişkisi olmayan kardeşi kırk sekizinci doğum
gününde ona doğum günü hediyesi olarak bir oyun hediye eder. Hayatı boyunca
kontrol manyağı olmuş Nicholas için oyun kelimesi bile çok uzaktır aslında.
Fakat Nicholas kardeşine verdiği sözü tutmak adına pek de önemsemediği bu oyunu
oynama kararı alır. İşte o andan sonra her şey çığırından çıkar, nefes bile
almaya fırsat kalmayacak sahneler peş peşe perdede arzı endam eder. Neyin
gerçek, neyin oyun ya da neyin hayal, rüya olduğunu anlamak güçleşecek, beynimizin
her bir kıvrımını kullanmak zorunda kalırız. Tüm bu kafa karıştırıcı ve sinir
bozucu sürece bir de Nicholas’ın babası ile ilgili üzerinden atamadığı
travmanın görüntüleri de eklenir ve tam olarak Fincher’ın seyirciyi köşeye
sıkıştıran evreni tamamlanmış olur.
San Francisco’nun lüks malikânelerinden varoşlara,
Çin restoranlarının arka sokaklarından lüks restoranlara kadar gezinen adeta
bir şehir portresi ortaya çıkaran The Game, koşturmacası, sürprizleri, asla
bozulmayan gizemi ile seyirciyi tamamen ele alan bir seyir zevkinin tam
karşılığı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder