Genç Yaşta Kazanılan Bir Başarı
1970 doğumlu Paul Thomas Anderson, Amerikan sinemasının en
şahsına münhasır ve en başarılı isimlerinden biridir. Henüz filmografisini
oluşturan yedi filmle bu başarıya imza atmak kuşkusuz kıskanılası bir durumdur.
Amerika’nın en önemli ustalarının yolundan yürüyen, fakat asla bir taklitçi
olmayıp, kendine özgü sinemasını geliştiren Anderson en çok Robert Altman’ı
kendine örnek almıştır. Zaten Anderson’un kendini sinema konusunda geliştirmesi
de herhangi bir okulda eğitim görerek değil ustaları izleyerek, dinleyerek,
takip ederek olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılda, Amerikan sinemasına damga vuran Anderson, Coen
Kardeşler, Terrence Malick gibi isimlerin arasında kendine büyük bir yer
bulmuştur.
Daha çok olay odaklı
ilk filmi Hard Eight’den (Sydney) oldukça takip edilmesi, anlaşılması güç olan,
deneysel bir tarzda hayat bulan son filmi Inherent Vice’a kadar olan süreçte
adeta destan yazmıştır Anderson. Her ne kadar Sydney’i oldukça sıradan,
Inherent Vice’i ise fazla deneysel bir film olarak kabul etsek de bu iki film
arasındaki sürecin başarısında da bu filmlerin katkısı olduğunu yadsıyamayız.
Her biri birbirinden başarılı olan Boogie Nights, Magnolia, There Will Be
Blood, Punch-Drunk Love ve The Master ise Anderson’un başarısının kanlı canlı
kanıtlarıdır. Özellikle Boogie Nights ve Magnolia’da başardığı birden çok karaktere
aynı anda odaklanan, kesişen hayatların hikâyeleri henüz ikinci ve üçüncü
filmini çeken yirmili yaşlarda bir yönetmenden beklenmeyecek hamlelerdir.
Kendisine Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran
alışılmadık, nevi şahsına münhasır aşk filmi Punch-Drunk Love ve Amerika’nın
yükselişine, yapısına alt metninde odaklandığı There Will Be Blood ile The
Master onun artık zirvedeki gezintileridir.
Hedefte Hep Amerika Olan Bir Sinema
Birçok yönetmenin bir ya da birkaç oyuncuya takıntılı olma
halini bir adım daha öteye taşıyan Anderson, tam anlamıyla kendine bir ekip
kurmuş ve nerdeyse filmografisini hep bu ekip ile devam ettirmiştir. Özellikle Philip
Seymour Hoffman başta olmak üzere William H. Macy, Philip Baker Hall, Julianne
Moore, Joaquin Phoenix, Burt Reynolds gibi isimler vazgeçemediklerinden
olmuştur. Böylesine başarılı ve kendisine sadık oyuncuları arkasına alan
Anderson, elbette bu oyuncuları yönetme konusunda ve onlar tarafından hayat
bulacak karakteleri yaratma konusunda çok başarılı olmuştur her daim. Adeta o
oyuncular için biçilmiş kaftan olan karakterler (özellikle Daniel Day-Lewis ile
hayat bulan Daniel, Philip Seymour Hoffman ile hayat bulan Lancaster, Joaquin Phoenix tarafından ete kemiğe bürünen
Freddie ve Adam Sandler ile Barry) her birimizin hayatından çıkmamacasına yer
etmiştir benliğimize.
Anderson böylesine oyuncular ve karakterler etrafında ördüğü
hikâyelerinde hep erkek kahramanları tercih etmiş, temel meselesi olarak da
baba-oğul mevzusunu benimsemiştir. Nerdeyse her filminde sorunlu baba-oğul ya
da birbirini baba-oğul belleyen karakter temsilleri vardır. Açıkçası her
yönetmenin kafasını taktığı bir mevzu varsa Anderson’unki de budur. Lakin
elbette Anderson, bu mevzuyu filmlerinde sadece bir araç olarak görmüş asıl
meselelerini Amerikan toplum yapısına odaklanmış, Amerika’nın farklı dönemlerde
nasıl yollardan geçtiği, nasıl bir yükseliş ya da politikalar izlediğini alt
metninde incelemiştir. Kimi zaman din ve kapitalizm üzerinden kimi zaman
tarikat kimi zaman porno sektörü kimi zaman da tesadüfler üzerinde inşa atiği
yapımlarında hep hedefte Amerika vardır.
Arızalı Adamların Yaratıcısı
Kendi ülkesine eleştirmekten, irdelemekten asla çekinmeyen,
bu gözü pek sinemacı Anderson, filmlerinin hepsine imtina ile döşediği alt
metinlerini, kendi kaleminden çıkan senaryolarla işlemiş ve gelmiş geçmiş en
iyi hikâye anlatıcılardan biri olmayı hak etmiştir. Bu güçlü anlatım ustalığını
teknik becerisiyle yoğurarak ender bulunan bir yetenek olan Anderson, hızlı
kurgu, geniş açı çekimler, hareketli kamera, uzun plan sekanslar gibi oldukça
zor tekniklerin altından başarıyla kalmış bir isimdir. Arızalı adamları perdeye
taşımakta, birçok karakteri aynı potada buluşturup, sunmakta üstüne olmayan,
maharetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz yönetmenin yaptığı en önemli hamle ise
filmleri boyunca hiç susmayacak müziklerin mimarı olarak yanına Radiohead üyesi
Johnny Greenwood’u alması olsa gerek. Hem başarılı müzisyenler, hem de başarılı
oyuncular yönünden şansı bol olan Anderson’u ilk ve son filmi arasında kalan
beş filmiyle daha yakından tanıyalım;
1)There Will Be Blood (Kan Dökülecek) – 2007
Anderson, Upton Sinclair’in 1927 yılında yazdığı Oil adlı
romanından uyarlamıştır There Will Be Blood’u. İlk kez bir uyarlamaya yeltenen
Anderson, alt metni oldukça güçlü olan romana büyük oranda sadık kalarak,
oldukça cesur bir işi anlının akıyla kotarmıştır. Zira petrol üzerinden birçok
şeye değinen, bir nevi Amerika’nın portresini çizen Anderson, 2007 yılında hala
devam etmekte olan Irak Savaşı’na rağmen There Will Be Blood’u yapma cesaretini
göstermiştir. Filmin protagonisti olan Daniel (Daniel Day-Lewis) ve antagonisti
Eli (Paul Dano) üzerinde temellenen filmin, tek meselesi petrol yani para ve
güçtür. Kapitalizmi, Amerika’yı hatta tüm dünyayı yöneten birkaç tekelden
birini temsil eden Daniel ile Hıristiyanlık dininin temsilcisi Kilise’nin de
ete kemiğe bürünmüş hali olan Eli arasında yaşanılan iktidar savaşı ve bu
amaçları uğruna kendileri dışındaki herkesi harcamaları, elbette fazlasıyla
gerçekleri teşhir eden bir noktadadır.
Daniel Day-Lewis ile Paul Dano’nun kıskanılası
oyunculukları, Anderson ile özdeşleşen hareketli kamera, hızlı kurgu, ihtişamlı
görüntüler, geniş açılı çekimler ve tabii ki susmak bilmez müzikler… Tüm
bunları başarıyla kotaran Anderson’un bu filminde özellikle müziklere ayrıca
bir yer açmak gerek. Zira Jonny Greenwood’un imza attığı müzikler, seyirci
olarak her bir zerremize nüfus edip, akılları baştan almaktadır. Arızalı adamları
perdeye taşımakta usta olan hikâye aktarımı ile teknik beceriyi kusursuzca
buluşturan Anderson, There Will Be Blood ile sinemanın en unutulmaz
anti-kahramanlarından birini bizlerle tanıştırarak, kalplerimizin en müstesna
yerine oturmuş ve kendi başyapıtına da imza atmıştır. 21. Yüzyılın en önemli
filmlerinden birinin ve bu filmle adeta şahlanan Daniel Day-Lewis’in Oscar’dan
elleri boş dönmesi ise bana kalırsa affedilmez bir hatadır.
2)Magnolia (Manolya) – 1999
Anderson, henüz üçüncü filminde, daha yirmi dokuz yaşındayken
çoğu ustanın bile cesaret edemeyeceği belki de altından kalkamayacağı bir işe
girişir. Julianne Moore, William H. Macy, John C. Reilly, Philip Seymour
Hoffman, Alfred Molina, Tom Cruise, Philip Baker Hall gibi Hollywood’un
başarılı isimlerini bir araya toplayarak üç saat uzunluğunda bir kesişen hayat
hikâyesi çıkarır ortaya. Üstelik bugüne kadar bu yapılmış en çetrefilli kesişen
hayatlardır karşımızda arzı endam eden hikâyeler. Küçük yaşta babasından cinsel
taciz gördüğü için sorunlu olan ve uyuşturucu bağımlısı olan Claudia, onun
evine şikâyet üzerine giren başarısız polis memuru Jim, Claudia’nın babası,
eski bir yarışma programı sunucusu Jimmy, Jimmy’nin yarışmasına katılan
sevgisiz bırakılmış Stanley, Jimmy’nin sunduğu programa çocukken katılmış, şimdi
ise tam bir kaybeden olan Donnie, ölmeden önce oğluyla görüşerek günah çıkarmak
isteyen Early, Early’i geçmişte aldatmış fakat şimdi pişman olan genç karısı
Linda, belki de babasının davranışından dolayı kadın düşmanı olan Early’nin oğlu
Frank…
Anderson, tüm bu karakterleri ve daha fazlasını mükemmel bir
senaryo ve ustalıklı bir kurguyla bir araya getirerek akıl almaz bir işe imza
atmıştır hiç kuşkusuz. Zira her biri birbirinden sorunlu birçok hayat, adeta
bir illüzyonistin hızıyla bir araya getirilen puzzle gibi biz seyircilerin ağzını
açık bırakır Magnolia’da. Anderson, öyle mükemmel kurgulamıştır ki filmini
filmin süresini üç saat değil abartısız en fazla bir buçuk saat olarak
hissederiz seyirci olarak. Anderson, Boogie Nights’da giriştiği kurgu tekniğini
bir sonraki filmi Magnolia’da adeta zirveye taşımıştır. Geniş açılı çekimler,
kaydırma tekniğiyle kamera kullanımı, kusursuz oyuncu yönetimi, hiç susmayan
ama asla bir an bile kafa şişirmeyen enfes müzikler ve elbette şapka çıkarılası
oyunculuklar… Magnolia, teknik anlamda ve hikâye anlatma konusunda tam puanla
sınıfı geçiyor. Lakin diğer filmlerinde yine çok güçlü olan alt metin, nispeten
bu filmde tökezliyor bana kalırsa. Zira Anderson, tesadüflerin hayatımızı
yönlendirme mevzusunda dile getirdikleri konusunda tam da tatmin edeci bir
açıklama yapamıyor. Böylece Anderson, alt metin olarak en cılız fakat teknik
anlamda en kusursuz işine imza atmış oluyor bu filmiyle.
3)Boogie Nights (Ateşli Geceler) – 1997
Anderson’un kariyerinin ikinci filmi Boogie Nights, yetmişli
yılların Amerika’sına bir bakış aslında. Yetmişli ve seksenli yıllarda büyük
bir sektör olan porno endüstrisine, Eddie Adams nam-ı diğer Dirk Diggler (Mark
Wahlberg) ve onun çevresindeki kişiler özelinde bakan Boogie Nights, yine
ustalıklı bir şekilde her karakterin altını doldurur. Her ne kadar Dirk Diggler
karakterini merkeze alıp, bu gencin bir nevi büyüme hikâyesine odaklansa da
sektörde öyle ya da böyle kendine yer bulmuş tüm karakterlerin başarısız
hayatına, kaybetme durumuna da incelikli bir bakış atar.
Video kasetlerin yaygınlaşmasıyla sektörün kan kaybetmesi
karşısında çaresiz kalan porno film yönetmeni Jack Horner (Burt Reynolds), yanlış
tercihlerle savrulmuş, başarısız bir anne ve zamanı geçmek üzere olan seksi
porno oyuncusu Amber Waves (Julianne Moore), porno film oyuncusu karısı
tarafından hadsizce aldatılan ve bu yükün altından kalkamayarak intihar eden Little
Bill (William H. Macy), yeteneği ve hayalleri anlaşılamayan Buck Swope (Don Cheadle)
ve daha niceleri filmin bel kemiğini oluşturur. Her ne kadar Dirk Diggler
karakteri etrafında şekillenen bir hikâye izlediğimiz düşünülse de aslında
filmde bulunan her karakterin kaybedişine, bazen bir yolunu bulup tutunuşuna
bazen de tutunamayıp, yok olmasına şahit oluruz.
Anderson’un tüm filmograsine öyle ya da böyle sirayet eden
baba-oğul mevzusunun Jack ile Eddie özelinde etkileyici bir şekilde karşımıza
çıktığı Boogie Nights, her türlü kaybedişe rağmen finali itibariyle umut vaad
etmeyi de ihmal etmez. Anderson ile özdeşleşecek birçok tekniğin(uzun plan
sekanslar, birbirine paralel öyküler, hareketli kamera, hızlı kurgu ve
müziklerin sahneler arasındaki müthiş uyumu) kullanıldığı, ona güvenmemizi ve
her yeni işini heyecan ile beklememizi sağlayacak Boogie Nights, bir kalfalık
eseridir.
4) Punch-Drunk Love (Aşk Sarhoşu) -2002
Anderson, aşk filmi çekerse nasıl olur sorusunun karşılığı
elbette Punck-Drunk Love olur. Asla genel geçer, alışılagelmiş işlerden medet
ummayan Anderson, Hollywood içindeki birbirinin neredeyse tıpa tıp aynısı,
klişelerle dolu bir yığın romantik komedi içerisine bu filmiyle kaçak giriş
yapmıştır adeta. Kariyerinin belki de en müstesna rolüne imza atan Adam Sandler
tarafından hayat verilen Barry Egan ile Lena Leonard (Emily Watson) arasında
yaşanılan aşk, tam anlamıyla seyirci olarak bizleri mest ediyor. Zira sıra dışı
bir karakteri ve tuhaf denilebilecek bir çevresi, hayatı olan Barry ile asla
romantik komedi filmlerinden aşina olmadığımız bir şahsına münhasırlıkta olan
Lana arasında yaşanılanlar, tarifi mümkünsüz bir farklılık içerir. Anderson bu ikili
arasında yaşanılanlara ve çevrelerindeki insanların ya da ikilinin karakter
yapısını öyle derinlikli ve başarılı bir şekilde irdeler ki biz seyircilere
eleştiri yapacak açık kapı asla bırakmaz.
Anderson’a Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü
kazandıran bu nev-i şahsına münhasır aşk filmi, her bir sahnesi incelikle
dokunmuş titizliği, güçlü yaratılmış karakterleri, Amerikan toplum ve aile
yapısına getirdiği yorumlarıyla tam anlamıyla takdir edilmeyi hak ediyor. Filme
alakasız bir şekilde sürekli eşlik eden çakma piyanonun varlığını da es
geçmemek gerek. Zira romantizmin sembolü olan piyanonun bu filmde tabiri caizse
yapısıyla oynanmıştır. Alışılmışın dışında bir aşk, alışılmışın dışında bir
metafor ile temsil edilir. Kamera açıları, renkleri, hikâyesi, karakter
yaratımı, oyunculukları ve elbette müzikleri ile tadından yenmeyecek bu sıra
dışı romantik komedi ile tanışmayan kalmamalı.
5)The Master (Usta) – 2012
Anderson, sondan bir önceki filmi olan The Master ile daha tehlikeli
sularda yüzmekten imtina etmiyor. Tom Cruise’nin bayraktarlığını yaptığı
Scientology’den güçlü esintiler taşıyan bir oluşum olan The Cause tarikatı ve
tarikatın kurucusu, fikir babası Lancaster Dodd, Amerikan toplumuna ve o
toplumu yönlendiren kişilere yakından bakıyor. Lancaster karakterini Amerikan
toplumunu yönlendiren birkaç kişiden biri olarak, Lancaster’in karşısına çıkan
toplumsal normların oldukça dışında olan Freddie karakterini de yönlendirilen,
ruhsal yapısı bozulmuş Amerikan toplumuna benzetebiliriz. Bu ikili arasındaki
tarif edilmesi, adı konulması zor, ilginç bir ilişki, film boyunca seyirci
olarak bizlere bitmek bilmez sorular sordurur. Anderson’un tıpkı There Will Be
Blood gibi seyirciyi hikâyeye kaptırmaktansa sorgulamasını isteyen, Amerika’nın
yapısını oluşturan belli başlı gerçekleri ortaya döken yapımlarından biri olan
The Master, Philip Seymour Hoffman ve Joaquin Phoenix’in tapılası
oyunculuklarıyla yükseliyor.
Yolları tesadüf eseri birleşen ve uzun bir süreçlerini
birlikte geçiren bu ikilinin, bir süre sonra hayatlarının en önemli süreçlerini
geçirdiklerini anlıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve psikolojik
olarak sarsılmış Freddie olgunlaşmış, ne istediğini bilen, yolunu çizebilen bir
kişi olmuş, Lancaster ise hedefinde ilerlemiş ama ilerledikçe de kendisine
inanıp, güvenen kitle içerisinde sorgulanmaya başlamıştır. Freddie
özgürleştikçe, Lancaster bir yalanın içine daha da saplanmış ve kendisine
inananlardan uzaklaşmıştır. Anderson, bu süreçleri büyük bir incelikle hiçbir
detayı atlamadan iç içe geçirerek aktarmakta çok başarılıdır.
Anderson filmlerinin hepsine sirayet eden baba-oğul
mevzusunun belki de en çok ete kemiğe büründüğü The Master, Boogie Nights ile
de çok sağlam bağlarla bağlıdır hiç kuşkusuz. Hem There Will Be Blood hem de
Boogie Nights ile olan bu inkâr edilemez bağlar belki deThe Master’ı , Anderson
filmografisinin geniş bir özeti olarak okumamızı sağlar. Müzikleriyle yine
büyüleyen The Master, teknik ve hikâye anlatma açısından daha durgun daha
deneysel bir çizgide ilerler. Hızlı, takip edilemez kurgusundan Anderson’un
neredeyse eser yoktur. Tüm bunları söyledikten sonra Anderson’un büyük bir
radikallik yaparak filmi 65 mm peliküle çektiğini de eklemek isterim.
Gördüğünüz gibi Anderson, kaç yaşına gelirse gelsin, kaçıncı filmini çekerse
çeksin sürprizlerinden, aykırılıklarından asla dem vurmadan yoluna devam eder.
Son olarak yıllardır her filmine mükemmel bir başarıyla eşlik etmiş Radiohead
üyesi Johnny Greenwood’un nasıl bu kadar muhteşem müziklere imza attığı artık
gerçekten ayrı bir araştırma konusudur bana kalırsa demeden edemeyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder