1 Ağustos 2018 Çarşamba

Paul Thomas Anderson Sineması



Genç Yaşta Kazanılan Bir Başarı

1970 doğumlu Paul Thomas Anderson, Amerikan sinemasının en şahsına münhasır ve en başarılı isimlerinden biridir. Henüz filmografisini oluşturan yedi filmle bu başarıya imza atmak kuşkusuz kıskanılası bir durumdur. Amerika’nın en önemli ustalarının yolundan yürüyen, fakat asla bir taklitçi olmayıp, kendine özgü sinemasını geliştiren Anderson en çok Robert Altman’ı kendine örnek almıştır. Zaten Anderson’un kendini sinema konusunda geliştirmesi de herhangi bir okulda eğitim görerek değil ustaları izleyerek, dinleyerek, takip ederek olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılda,  Amerikan sinemasına damga vuran Anderson, Coen Kardeşler, Terrence Malick gibi isimlerin arasında kendine büyük bir yer bulmuştur.

 Daha çok olay odaklı ilk filmi Hard Eight’den (Sydney) oldukça takip edilmesi, anlaşılması güç olan, deneysel bir tarzda hayat bulan son filmi Inherent Vice’a kadar olan süreçte adeta destan yazmıştır Anderson. Her ne kadar Sydney’i oldukça sıradan, Inherent Vice’i ise fazla deneysel bir film olarak kabul etsek de bu iki film arasındaki sürecin başarısında da bu filmlerin katkısı olduğunu yadsıyamayız. Her biri birbirinden başarılı olan Boogie Nights, Magnolia, There Will Be Blood, Punch-Drunk Love ve The Master ise Anderson’un başarısının kanlı canlı kanıtlarıdır. Özellikle Boogie Nights ve Magnolia’da başardığı birden çok karaktere aynı anda odaklanan, kesişen hayatların hikâyeleri henüz ikinci ve üçüncü filmini çeken yirmili yaşlarda bir yönetmenden beklenmeyecek hamlelerdir. Kendisine Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran alışılmadık, nevi şahsına münhasır aşk filmi Punch-Drunk Love ve Amerika’nın yükselişine, yapısına alt metninde odaklandığı There Will Be Blood ile The Master onun artık zirvedeki gezintileridir.


Hedefte Hep Amerika Olan Bir Sinema

Birçok yönetmenin bir ya da birkaç oyuncuya takıntılı olma halini bir adım daha öteye taşıyan Anderson, tam anlamıyla kendine bir ekip kurmuş ve nerdeyse filmografisini hep bu ekip ile devam ettirmiştir. Özellikle Philip Seymour Hoffman başta olmak üzere William H. Macy, Philip Baker Hall, Julianne Moore, Joaquin Phoenix, Burt Reynolds gibi isimler vazgeçemediklerinden olmuştur. Böylesine başarılı ve kendisine sadık oyuncuları arkasına alan Anderson, elbette bu oyuncuları yönetme konusunda ve onlar tarafından hayat bulacak karakteleri yaratma konusunda çok başarılı olmuştur her daim. Adeta o oyuncular için biçilmiş kaftan olan karakterler (özellikle Daniel Day-Lewis ile hayat bulan Daniel, Philip Seymour Hoffman ile hayat bulan Lancaster,  Joaquin Phoenix tarafından ete kemiğe bürünen Freddie ve Adam Sandler ile Barry) her birimizin hayatından çıkmamacasına yer etmiştir benliğimize.

Anderson böylesine oyuncular ve karakterler etrafında ördüğü hikâyelerinde hep erkek kahramanları tercih etmiş, temel meselesi olarak da baba-oğul mevzusunu benimsemiştir. Nerdeyse her filminde sorunlu baba-oğul ya da birbirini baba-oğul belleyen karakter temsilleri vardır. Açıkçası her yönetmenin kafasını taktığı bir mevzu varsa Anderson’unki de budur. Lakin elbette Anderson, bu mevzuyu filmlerinde sadece bir araç olarak görmüş asıl meselelerini Amerikan toplum yapısına odaklanmış, Amerika’nın farklı dönemlerde nasıl yollardan geçtiği, nasıl bir yükseliş ya da politikalar izlediğini alt metninde incelemiştir. Kimi zaman din ve kapitalizm üzerinden kimi zaman tarikat kimi zaman porno sektörü kimi zaman da tesadüfler üzerinde inşa atiği yapımlarında hep hedefte Amerika vardır.

Arızalı Adamların Yaratıcısı

Kendi ülkesine eleştirmekten, irdelemekten asla çekinmeyen, bu gözü pek sinemacı Anderson, filmlerinin hepsine imtina ile döşediği alt metinlerini, kendi kaleminden çıkan senaryolarla işlemiş ve gelmiş geçmiş en iyi hikâye anlatıcılardan biri olmayı hak etmiştir. Bu güçlü anlatım ustalığını teknik becerisiyle yoğurarak ender bulunan bir yetenek olan Anderson, hızlı kurgu, geniş açı çekimler, hareketli kamera, uzun plan sekanslar gibi oldukça zor tekniklerin altından başarıyla kalmış bir isimdir. Arızalı adamları perdeye taşımakta, birçok karakteri aynı potada buluşturup, sunmakta üstüne olmayan, maharetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz yönetmenin yaptığı en önemli hamle ise filmleri boyunca hiç susmayacak müziklerin mimarı olarak yanına Radiohead üyesi Johnny Greenwood’u alması olsa gerek. Hem başarılı müzisyenler, hem de başarılı oyuncular yönünden şansı bol olan Anderson’u ilk ve son filmi arasında kalan beş filmiyle daha yakından tanıyalım;


1)There Will Be Blood (Kan Dökülecek) – 2007

Anderson, Upton Sinclair’in 1927 yılında yazdığı Oil adlı romanından uyarlamıştır There Will Be Blood’u. İlk kez bir uyarlamaya yeltenen Anderson, alt metni oldukça güçlü olan romana büyük oranda sadık kalarak, oldukça cesur bir işi anlının akıyla kotarmıştır. Zira petrol üzerinden birçok şeye değinen, bir nevi Amerika’nın portresini çizen Anderson, 2007 yılında hala devam etmekte olan Irak Savaşı’na rağmen There Will Be Blood’u yapma cesaretini göstermiştir. Filmin protagonisti olan Daniel (Daniel Day-Lewis) ve antagonisti Eli (Paul Dano) üzerinde temellenen filmin, tek meselesi petrol yani para ve güçtür. Kapitalizmi, Amerika’yı hatta tüm dünyayı yöneten birkaç tekelden birini temsil eden Daniel ile Hıristiyanlık dininin temsilcisi Kilise’nin de ete kemiğe bürünmüş hali olan Eli arasında yaşanılan iktidar savaşı ve bu amaçları uğruna kendileri dışındaki herkesi harcamaları, elbette fazlasıyla gerçekleri teşhir eden bir noktadadır.

Daniel Day-Lewis ile Paul Dano’nun kıskanılası oyunculukları, Anderson ile özdeşleşen hareketli kamera, hızlı kurgu, ihtişamlı görüntüler, geniş açılı çekimler ve tabii ki susmak bilmez müzikler… Tüm bunları başarıyla kotaran Anderson’un bu filminde özellikle müziklere ayrıca bir yer açmak gerek. Zira Jonny Greenwood’un imza attığı müzikler, seyirci olarak her bir zerremize nüfus edip, akılları baştan almaktadır. Arızalı adamları perdeye taşımakta usta olan hikâye aktarımı ile teknik beceriyi kusursuzca buluşturan Anderson, There Will Be Blood ile sinemanın en unutulmaz anti-kahramanlarından birini bizlerle tanıştırarak, kalplerimizin en müstesna yerine oturmuş ve kendi başyapıtına da imza atmıştır. 21. Yüzyılın en önemli filmlerinden birinin ve bu filmle adeta şahlanan Daniel Day-Lewis’in Oscar’dan elleri boş dönmesi ise bana kalırsa affedilmez bir hatadır.




2)Magnolia (Manolya) – 1999

Anderson, henüz üçüncü filminde, daha yirmi dokuz yaşındayken çoğu ustanın bile cesaret edemeyeceği belki de altından kalkamayacağı bir işe girişir. Julianne Moore, William H. Macy, John C. Reilly, Philip Seymour Hoffman, Alfred Molina, Tom Cruise, Philip Baker Hall gibi Hollywood’un başarılı isimlerini bir araya toplayarak üç saat uzunluğunda bir kesişen hayat hikâyesi çıkarır ortaya. Üstelik bugüne kadar bu yapılmış en çetrefilli kesişen hayatlardır karşımızda arzı endam eden hikâyeler. Küçük yaşta babasından cinsel taciz gördüğü için sorunlu olan ve uyuşturucu bağımlısı olan Claudia, onun evine şikâyet üzerine giren başarısız polis memuru Jim, Claudia’nın babası, eski bir yarışma programı sunucusu Jimmy, Jimmy’nin yarışmasına katılan sevgisiz bırakılmış Stanley, Jimmy’nin sunduğu programa çocukken katılmış, şimdi ise tam bir kaybeden olan Donnie, ölmeden önce oğluyla görüşerek günah çıkarmak isteyen Early, Early’i geçmişte aldatmış fakat şimdi pişman olan genç karısı Linda, belki de babasının davranışından dolayı kadın düşmanı olan Early’nin oğlu Frank…

Anderson, tüm bu karakterleri ve daha fazlasını mükemmel bir senaryo ve ustalıklı bir kurguyla bir araya getirerek akıl almaz bir işe imza atmıştır hiç kuşkusuz. Zira her biri birbirinden sorunlu birçok hayat, adeta bir illüzyonistin hızıyla bir araya getirilen puzzle gibi biz seyircilerin ağzını açık bırakır Magnolia’da. Anderson, öyle mükemmel kurgulamıştır ki filmini filmin süresini üç saat değil abartısız en fazla bir buçuk saat olarak hissederiz seyirci olarak. Anderson, Boogie Nights’da giriştiği kurgu tekniğini bir sonraki filmi Magnolia’da adeta zirveye taşımıştır. Geniş açılı çekimler, kaydırma tekniğiyle kamera kullanımı, kusursuz oyuncu yönetimi, hiç susmayan ama asla bir an bile kafa şişirmeyen enfes müzikler ve elbette şapka çıkarılası oyunculuklar… Magnolia, teknik anlamda ve hikâye anlatma konusunda tam puanla sınıfı geçiyor. Lakin diğer filmlerinde yine çok güçlü olan alt metin, nispeten bu filmde tökezliyor bana kalırsa. Zira Anderson, tesadüflerin hayatımızı yönlendirme mevzusunda dile getirdikleri konusunda tam da tatmin edeci bir açıklama yapamıyor. Böylece Anderson, alt metin olarak en cılız fakat teknik anlamda en kusursuz işine imza atmış oluyor bu filmiyle.




3)Boogie Nights (Ateşli Geceler) – 1997

Anderson’un kariyerinin ikinci filmi Boogie Nights, yetmişli yılların Amerika’sına bir bakış aslında. Yetmişli ve seksenli yıllarda büyük bir sektör olan porno endüstrisine, Eddie Adams nam-ı diğer Dirk Diggler (Mark Wahlberg) ve onun çevresindeki kişiler özelinde bakan Boogie Nights, yine ustalıklı bir şekilde her karakterin altını doldurur. Her ne kadar Dirk Diggler karakterini merkeze alıp, bu gencin bir nevi büyüme hikâyesine odaklansa da sektörde öyle ya da böyle kendine yer bulmuş tüm karakterlerin başarısız hayatına, kaybetme durumuna da incelikli bir bakış atar.

Video kasetlerin yaygınlaşmasıyla sektörün kan kaybetmesi karşısında çaresiz kalan porno film yönetmeni Jack Horner (Burt Reynolds), yanlış tercihlerle savrulmuş, başarısız bir anne ve zamanı geçmek üzere olan seksi porno oyuncusu Amber Waves (Julianne Moore), porno film oyuncusu karısı tarafından hadsizce aldatılan ve bu yükün altından kalkamayarak intihar eden Little Bill (William H. Macy), yeteneği ve hayalleri anlaşılamayan Buck Swope (Don Cheadle) ve daha niceleri filmin bel kemiğini oluşturur. Her ne kadar Dirk Diggler karakteri etrafında şekillenen bir hikâye izlediğimiz düşünülse de aslında filmde bulunan her karakterin kaybedişine, bazen bir yolunu bulup tutunuşuna bazen de tutunamayıp, yok olmasına şahit oluruz.

Anderson’un tüm filmograsine öyle ya da böyle sirayet eden baba-oğul mevzusunun Jack ile Eddie özelinde etkileyici bir şekilde karşımıza çıktığı Boogie Nights, her türlü kaybedişe rağmen finali itibariyle umut vaad etmeyi de ihmal etmez. Anderson ile özdeşleşecek birçok tekniğin(uzun plan sekanslar, birbirine paralel öyküler, hareketli kamera, hızlı kurgu ve müziklerin sahneler arasındaki müthiş uyumu) kullanıldığı, ona güvenmemizi ve her yeni işini heyecan ile beklememizi sağlayacak Boogie Nights, bir kalfalık eseridir.




4) Punch-Drunk Love (Aşk Sarhoşu) -2002

Anderson, aşk filmi çekerse nasıl olur sorusunun karşılığı elbette Punck-Drunk Love olur. Asla genel geçer, alışılagelmiş işlerden medet ummayan Anderson, Hollywood içindeki birbirinin neredeyse tıpa tıp aynısı, klişelerle dolu bir yığın romantik komedi içerisine bu filmiyle kaçak giriş yapmıştır adeta. Kariyerinin belki de en müstesna rolüne imza atan Adam Sandler tarafından hayat verilen Barry Egan ile Lena Leonard (Emily Watson) arasında yaşanılan aşk, tam anlamıyla seyirci olarak bizleri mest ediyor. Zira sıra dışı bir karakteri ve tuhaf denilebilecek bir çevresi, hayatı olan Barry ile asla romantik komedi filmlerinden aşina olmadığımız bir şahsına münhasırlıkta olan Lana arasında yaşanılanlar, tarifi mümkünsüz bir farklılık içerir. Anderson bu ikili arasında yaşanılanlara ve çevrelerindeki insanların ya da ikilinin karakter yapısını öyle derinlikli ve başarılı bir şekilde irdeler ki biz seyircilere eleştiri yapacak açık kapı asla bırakmaz.

Anderson’a Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran bu nev-i şahsına münhasır aşk filmi, her bir sahnesi incelikle dokunmuş titizliği, güçlü yaratılmış karakterleri, Amerikan toplum ve aile yapısına getirdiği yorumlarıyla tam anlamıyla takdir edilmeyi hak ediyor. Filme alakasız bir şekilde sürekli eşlik eden çakma piyanonun varlığını da es geçmemek gerek. Zira romantizmin sembolü olan piyanonun bu filmde tabiri caizse yapısıyla oynanmıştır. Alışılmışın dışında bir aşk, alışılmışın dışında bir metafor ile temsil edilir. Kamera açıları, renkleri, hikâyesi, karakter yaratımı, oyunculukları ve elbette müzikleri ile tadından yenmeyecek bu sıra dışı romantik komedi ile tanışmayan kalmamalı.




5)The Master (Usta) – 2012

Anderson, sondan bir önceki filmi olan The Master ile daha tehlikeli sularda yüzmekten imtina etmiyor. Tom Cruise’nin bayraktarlığını yaptığı Scientology’den güçlü esintiler taşıyan bir oluşum olan The Cause tarikatı ve tarikatın kurucusu, fikir babası Lancaster Dodd, Amerikan toplumuna ve o toplumu yönlendiren kişilere yakından bakıyor. Lancaster karakterini Amerikan toplumunu yönlendiren birkaç kişiden biri olarak, Lancaster’in karşısına çıkan toplumsal normların oldukça dışında olan Freddie karakterini de yönlendirilen, ruhsal yapısı bozulmuş Amerikan toplumuna benzetebiliriz. Bu ikili arasındaki tarif edilmesi, adı konulması zor, ilginç bir ilişki, film boyunca seyirci olarak bizlere bitmek bilmez sorular sordurur. Anderson’un tıpkı There Will Be Blood gibi seyirciyi hikâyeye kaptırmaktansa sorgulamasını isteyen, Amerika’nın yapısını oluşturan belli başlı gerçekleri ortaya döken yapımlarından biri olan The Master, Philip Seymour Hoffman ve Joaquin Phoenix’in tapılası oyunculuklarıyla yükseliyor.

Yolları tesadüf eseri birleşen ve uzun bir süreçlerini birlikte geçiren bu ikilinin, bir süre sonra hayatlarının en önemli süreçlerini geçirdiklerini anlıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve psikolojik olarak sarsılmış Freddie olgunlaşmış, ne istediğini bilen, yolunu çizebilen bir kişi olmuş, Lancaster ise hedefinde ilerlemiş ama ilerledikçe de kendisine inanıp, güvenen kitle içerisinde sorgulanmaya başlamıştır. Freddie özgürleştikçe, Lancaster bir yalanın içine daha da saplanmış ve kendisine inananlardan uzaklaşmıştır. Anderson, bu süreçleri büyük bir incelikle hiçbir detayı atlamadan iç içe geçirerek aktarmakta çok başarılıdır.

Anderson filmlerinin hepsine sirayet eden baba-oğul mevzusunun belki de en çok ete kemiğe büründüğü The Master, Boogie Nights ile de çok sağlam bağlarla bağlıdır hiç kuşkusuz. Hem There Will Be Blood hem de Boogie Nights ile olan bu inkâr edilemez bağlar belki deThe Master’ı , Anderson filmografisinin geniş bir özeti olarak okumamızı sağlar. Müzikleriyle yine büyüleyen The Master, teknik ve hikâye anlatma açısından daha durgun daha deneysel bir çizgide ilerler. Hızlı, takip edilemez kurgusundan Anderson’un neredeyse eser yoktur. Tüm bunları söyledikten sonra Anderson’un büyük bir radikallik yaparak filmi 65 mm peliküle çektiğini de eklemek isterim. Gördüğünüz gibi Anderson, kaç yaşına gelirse gelsin, kaçıncı filmini çekerse çeksin sürprizlerinden, aykırılıklarından asla dem vurmadan yoluna devam eder. Son olarak yıllardır her filmine mükemmel bir başarıyla eşlik etmiş Radiohead üyesi Johnny Greenwood’un nasıl bu kadar muhteşem müziklere imza attığı artık gerçekten ayrı bir araştırma konusudur bana kalırsa demeden edemeyeceğim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder