1907 yılında Fransa’da dünyaya gelen Jacques Tati, sinemanın
unutulmaz karakterlerinden birini yaratmış ve yönettiği filmlerle tarihe adını
kazımış bir isim. Babası Rus, annesi Hollandalı olan Tati, taklit yeteneğini pandonim
sanatçılığına, pandonim sanatçılığını da sinema alanına aktararak kariyerini
çizmiştir. Oyunculuk ile başladığı sinema kariyerine kısa filmler yöneterek
devam etmiş, son tahlilde ise tüm dünyada ses getirecek filmlerin mimarı olarak
ustalar mertebesine yükselir. Uzun yönetmenlik hayatına bir tanesi tv yapımı
olmak üzere altı film sığdırır sadece. Çünkü Tati, filmlerinde de dile getirdiği
gibi hızlı yaşamaya, hemen üretip, tüketmeye karşı bir kişilik olmuştur hep. Bir
filmi için yıllarca çalışır, her detayı düşünür, filminin mekânını baştan
yaratır, objelerin tasarımı ile tek tek uğraşır, senaryolarını kendisi özenle
kaleme alır yönetmenlik kariyeri boyunca.
Tabii senaryo demişken Tati’nin senaryolarına biraz yakından
bakmak gerekir. Tati, olaya dayanan, giriş, gelişim ve sonuç bölümlerinden
olaşan, bir sorunun çözümlenmesi gibi klasik sinema anlayışını hiçbir zaman
benimsemez. Tati durum üzerinden derdini anlatmayı tercih eder tüm
filmografisinde. Ne çözülmesi gereken bir düğüm ne de onu çözerek seyirciyi
tatmine ulaştıran bir kahraman vardır Tati filmlerinde. Tati, kendisinin hayat
verdiği Mösyö Hulot karakteri ile sadece olanı gösterir ve başkarakterini de
hiçbir zaman bir kahraman gibi kusursuz bir şekilde çizmez. Aksine Mösyö Hulot,
her zaman için hata yapabilen ama bu hatalarıyla var olabilen bir profil çizer.
Bu kusurları, sakarlıkları ve komiklikleriyle Fransız halkının hatta tüm
dünyanın gönlünü kazanmıştır.
Kısa pantolonu, uzun pardüsüsü, şapkası, şemsiyesi, piposu,
hafif öne eğik duruşu, kibarlığı, zarafeti ve konuşmaktansa hareketleriyle
anlaşmayı tercih eden bir karakterdir Tati’nin hayat verdiği Mösyö Hulot. Her
ne kadar beyaz perdenin Charlie Chaplin’in Şarlo tiplemesi ya da Baston
Keaton’un hayat verdiği karakterler gibi anılsa da Mösyö Hulot daha farklı bir
kişiliktir. Mösyö Hulot, sesli sinemadaki bir karakter olmasına rağmen çok az
konuşur. Konuştuğunda da anlayamayacağımız bir ses tonunda konuşur, olaylara
pek müdahil olmaz sadece gözlemler. Dönüşüme ayak uydurmayı genelde reddetmiş,
geleneksel olana dört elle sarılmış, modernizm adı altında yaşanan gelişime
asla müdahil olmamıştır.
Modernizmin geldiği noktayı gözler önüne sermek için
filmlerini uzun yıllar çalışarak ortaya koymayı tercih eden Tati, yarattığı
muhteşem mekânlarla da bunu destekler. Bu her detayın titizlikle düşünüldüğü
mekânları perdeye taşırken ise mizansen konusunda büyük bir başarı sergiler.
Perdede her bir detayın tek tek kendine yer bulduğu kusursuz mizansenini
ustalıkla kullanılan ses tasarımı ile de destekler. Özellikle mekanik seslerin
varlığı, Tati filmlerinden oldukça önemlidir. Moderniteyi Tati gibi hicveden
bir başkasının daha olmadığını söyledikten sonra son olarak Tati’nin ölmeden
önce yazdığı senaryonun 2010 yılında Sylvain Chomet tarafından L’IIIusionniste adıyla
perdede yer bulduğunu söylemek gerek. Mösyö Hulot’un hüzünlü hikâyesinin
animasyon ile perdede hayat bulduğu filmin çok başarılı olduğunu da ekletelim.
1)Playtime (Oyun Zamanı) – 1967
Jacques Tati’nin başyapıtı olan Playtime, ne yazık ki
yönetmeni her açıdan da zora sokmuş bir filmdir. Zira Tati’nin yıllarını,
varını yoğunu ortaya koyduğu Playtime, ne ödüller tarafından ne de seyirci
tarafından görülmemiş bir film. Tati’nin Mon oncle’de yaşadığı başarıdan sonra
yıllarca ilmik ilmik dokuyarak oluşturduğu Playtime, özellikle inşa edilen dev
stüdyo ile büyük bir namın sahibi olur. Tativille (Tati Şehri) diye
adlandırılacak, Tati’nin her bir ayrıntıyı düşünerek yarattığı bu mekân, onun
aynı zamanda en sivri dilli eleştirisine de ev sahipliği yapar. Tati, Mösyö
Hulot tiplemesini bile bu filminde biraz geride bırakarak, artık gerçek anlamda
tahammül edemediği modernleşme çabalarını, özünü kaybeden vatandaşlarını,
ülkesini yerden yere vurur tabiri caizse. Peki, sadece bu kadar mı? Elbette
hayır. Tati, ülkesini görmeye gelen turistler üzerinden, bu dejenarasyonda en
büyük paya sahip olan Amerikalılara da oklarını fırlatmaktan geri kalmaz tabii.
Modernizmin bilinen en önemli mimarlarının mide bulandırıcı
projelerinden esinlenerek oluşturulan Tativille’de hikâye genel olarak üç
mekâna bölünmekte: bir havaalanı, ticaret merkezi ve fuarı, bir restoran… Tüm
bu mekânların ortak yanı ise; uzun koridorları, düğmelere teslim olmuş
işleyişleri, camlarla kuşanmış olmalarıdır daha çok. Sürekli bozulan parçaları,
adeta konuşan, tepki veren eşyaları ile aslında mekânlar da içinde bulundukları
duruma bir nevi isyan ederler. Özellikle filmin neredeyse yarısına ev sahipliği
yapan restoran, son kertede neredeyse bir harabeye dönerek kendini imha eder
aslında. Böylelikle gördükleri karşısında şaşkına düşen ve tüm bu gördüklerine
anlam vermeye çalışan ama bir türlü başaramayan Mösyö Hulot’un, edilgen
yapısından kalan boşluğu doldururlar da diyebiliriz mekânlar ve eşyalar için.
Zira üzerine oturan müşterinin ceketine izini çıkaran sandalyeyinin, garsonları
elektrik çarpan ışıklandırma sisteminin, görünmezliği ile insanların kendisine
çarparak yaralanmalarına neden olan cam duvarların ve daha nicelerinin
yatıklarını başka nasıl yorumlayabiliriz ki?
Geniş açı çekimleri, muhteşem ses tasarımı, çok katmanlı
kompozisyonları, bir mizansen harikası olan sahneleri, titizlikle hazırlanmış
mekânları ile seyirciyi büyüleyen Playtime’ın akılları baştan alan birçok
sahneye de ev sahipliği yaptığını söylemeden olmaz: mekânların ve eşyaların
adeta kölesi olmuş Fransızların özellikle cam duvarları sayesinde dışarıdan
görebildiğimiz evleri ve yaşantıları akıl alır gibi değildir. Peki, küçücük
bölmelerle birbirinden ayrılan işyeri temsili ile arabaların egemenliğine
teslim olmuş yollar? Tati’nin mekân eleştirisini adeta ayyuka çıkardığı bu
film, ne yazık ki Mösyö Hulot’un gölgede kalması sebebiyle yeterince hak ettiği
değeri görememiştir. Lakin Tati, büyük paralar harcayarak çektiği filminin
yıllarca borcunu ödese de sinemada bildiğini yapmaktan vazgeçmez asla.
2)Mon oncle (Dayım) – 1958
Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü ve Cannes Film
Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan Mon oncle, büyükşehrin her iki
yüzünü de göstermesi anlamında çok önemlidir. Zira Tati, Playtime ve Trafic’de
modernleşmeye artık her anlamda teslim olmuş metropolleri ya da Avrupa’nın
genelini gözler önüne sererken Mon oncle’da henüz değişime uğramamış semtleri
de içinde barındıran bir şehre konuk
ediyor bizleri. Yıkılmaya yüz tutmuş, sıradan bir duvar ile birbirinden ayrılan
eski ve yeni şehir arasında Mösyö Hulot sayesinde gidip, geliyoruz sürekli.
Zira hala özünü yaşatan, samimi ilişkileri, mimarisi ve el değmemiş dokusuyla
buram buram hayat kokan eski yerleşim yerinde yaşayan Mösyö Hulot, modernizmin
pençesinde tam bir mekanikleşme yaşayan yeni yerleşime ise evli olan kız kardeşini
ziyaret etmek ve yeğeniyle vakit geçirmek için gidiyor. Böylece film süresince
iki yerdeki yaşantıya ayrıntısıyla tanık oluyoruz. Mösyö Hulot’un kız kardeşi,
onun kocası ve çocuğuyla yaşadığı, mimarisiyle alışılagelenden farklı bir
görüntü çizen Arpel malikânesi, filmin en önemli karakterlerinden biridir adeta.
Havuzundan tut da mutfaktaki eşyaların işleyişine, salondaki koltukların
şekline kadar Arpel malikânesi, günümüzde bile hayal edemeyeceğimiz bir
işleyişe sahiptir. Elbette içindekiler de bu işleyişe teslim olmuş, adeta
eşyaların ve mekânın kölelerine dönüşmüşlerdir. Tüm zamanlarını onları
temizlemeye, çevrelerindeki insanlara gösterip, tanıtmaya ya da tamir etmeye
harcıyorlar. Zira bu aşırı mekanik eşyalar, Tati’nin diğer filmlerinde olduğu
gibi sürekli bozulup, duruyorlar.
Tati’nin modern mimariye, burjuva hayatına okkalı bir tokat
indirdiklerinden biri olan Mon oncle için Mösyö Hulot’un da oldukça ön planda
olduğu filmlerden biri denilebilir. Mösyö Hulot’u bu filmde her zamanki gibi mekânlar
arasında gezinerek, hareketleriyle bu anlamsız modernleşmeye hayretini açık
ederken, aynı zamanda iş hayatına da bir türlü adapte olamamasına şahit oluruz.
Mösyö Hulot, Playtime’daki iş peşinde koşan halinden de Trafic’deki gerçekten
saygın bir işi olandan da iz taşımaz. Burada daha çok yeğeniyle zaman
geçirmeyi, onunla oyunlar oynamayı, şehri dolaşmayı yani bir nevi aylaklık ya
da flanörlük yapmayı tercih eder. Kim bilir Mösyö Hulot, hastalıklı bir
gelişime bu şekilde davranarak tepki verir bekli de.
Tati’nin kuşkusuz hepsinin işleyişini kendisinin düşündüğü,
mekân veya eşya tasarımlarıyla yine kendine hayran bıraktığı Mon oncle’ın
filmografisindeki diğer filmlerden açık ara en ayırıcı özelliği ses kurgusu ve
müzik kullanımı olsa gerek. Tati, birbirine zıt iki mekân arasındaki geçişlerde
müziğin rolünü konuşturur. İnsanın içine huzur veren müziği sadece eski
mahalleye geçince duymamız, modernizmin teslimiyetine giren yerde ise sadece
mekanik sesleri işitmemiz manidar değil mi?
3)Trafic (Trafik) – 1971
Tati’nin son filmi olan Trafic, bu kez alanını daha da
büyüterek Avrupa’nın birkaç ülkesi arasında bir alana yayıyor hikâyesini. İlk
filminde köyü tercih eden Tati, daha sonra kasaba, büyükşehir, metropol ve son
olarak da Avrupa gibi daha büyük bir alana yöneltir eleştirilerini. Her
filminde olduğu gibi bu filmde de en büyük suçlu Amerika ve onların her
yaptığına özenen, özünü terk ederek, başka bir kültürün himayesine giren Fransızlar
hatta Avrupalılardır. Mösyö Hulot, Trafic’de hepimizi şaşırtarak saygın bir
çalışan olarak çıkar karşımıza. Bir otomotiv şirketinde, otomotiv tasarımı
yapan Mösyö Hulot, elbette sakarlıklarından ve talihsizliklerinden
sıyrılamamıştır hâlâ. Mösyö Hulot, doyumsuz, sürekli daha da işlevsel eşyalar,
mekânlar isteyen insanlık için ultra işlevsel bir kamp aracı tasarlar. Böylece
Tati, bu kez bizleri Mon oncle’daki gibi bir eve ya da Playtime’daki gibi iş
merkezlerine değil de onlardan kalır yanı olmayan bir araca maruz bırakıyor.
Kamp aracını tasarlayan Mösyö Hulot, araba şirketinin halkla
ilişkiler sorumlusu Maria ile birlikte Hollanda’da gerçekleşen bir araba
fuarına gitmek için yola koyulurlar. Elbette Mösyö Hulot’un olduğu yolculuğun
başı beladan kurtulmaz. Mösyö Hulot’un yol hikâyesi olarak da tanımlayabileceğimiz
Trafic, aynı zamanda Mösyö Hulot ile Maria arasındaki zıtlıktan da beslenmeyi
bilir. Mon oncle’daki zıt hayatlar, bu kez Maria üzerinden şekillenir. Maria,
Mösyö Hulot’un aksine çabuk karar verebilen, işini hemen yapıp, bitirmeye
odaklanmış, her yere anında yetişen, sürekli ortamına göre kıyafetlerini
değiştirebilen, bukalemun gibi bir kadındır. Maria modern dünyanın tam da
aradığı özellikleri bünyesinde barındıran Mösyö Hulot’un tam zıttı bir karakter
çizer. Bu ikilinin ortaklığı ise elbette oldukça izlenilebilirliği arttıran
etkenlerden biri olur. Zira bu çatışma, filmin asıl meselesini sürekli besler.
Her geçen gün araba alımının çılgınlık noktasına vardığı
Fransa’da Tati’nin bu filmi yapması elbette tesadüf değildir. Bu araba tüketimi
çılgınlığına karşı duruşunu belli etmek isteyen Tati, sadece bununla da kalmaz
adeta belgeselci bir gözle trafikte kalan insanların bin bir türlü hallerini
perdeye taşır. Sıkışan trafikte kalan insanların yaptıklarını izlediğimiz bu
sahneler adeta gerçekten yakalanan anları izliyormuş hissi uyandırır. Tati aynı
zamanda Playtime’da iş yerleri gibi yerlerde sıkışmış insan hallerini,
yollarda, arabalar arasında resmeder. Kısacası Tati, Mösyö Hulot ile bizleri bu
kez de taşıt alanındaki tüketim çılgınlığının zavallılığına ortak eder. Mösyö Hulot’un
tekrar perdede daha çok göründüğünü de belirtelim. Zira Playtime’da biraz geri
planda olması eleştirilince Tati, tekrar istenilen yönde şekillendirmiştir
karakterini.
4) Les vacances de Monsieur Hulot (Bay Hulot’un Tatili) – 1953
Jaqcues Tati’nin hayat verdiği Mösyö Holut karakterinin doğduğu film olmasıyla Les
vacances de Monsieur Hulot ayrıca önemlidir. Henüz ikinci uzun metrajında
ortaya koyduğu ve sonraki filmlerinde de asla vazgeçmeyeceği Mösyö Holut, ile
birlikte bir tatil kasabasına gideriz. Tati, ilk filmindeki köy ortamını
kasabaya taşır bu filminde. Her ne kadar bu film bir nebze daha modern yaşamın
çetrefiline yaklaşsa da henüz büyük kentin bozulmuş yapısından, dönüşen
mimarisinden etkiler görülmez. Peki, Tati bu filminde Mösyö Hulot aracılığıyla
neyi eleştirir? Çünkü Mösyö Hulot karakterinin olduğu bir filmde sorun vardır
ve onun sayesinde bu sorunlar biz seyircilere, bazen daha naif bazense oldukça
sert bir şekilde gösterilir. Bu filmde ise yaşanılan mekâna dönüşümün izleri
pek uğramasa da Amerikan kültüründen etkilenme başlamıştır. Bu nedenle Fransız
tatilciler ve Amerikalı tatilcilerin yaşam tarzları eleştiri oklarının hedefi
olmaktan kaçınamaz.
Genelde birbirinin aynısı olmaya çalışan, popüler kültür
tarafından edinilen maskelerle yaşayan bu tatilciler içerisinde sadece üç
karakter diğerlerinden farklıdır. Bunlardan biri Mösyö Hulot, diğeri karısıyla
tatile gelen ama asla karısının yapmacıktan hareketlerine uyum sağlayamayan
adam ve bir genç kadındır. Bu genç kadın ve adam Mösyö Hulot’u diğerleri gibi
görmemezlikten gelmez aksine ona yaklaşır, onu izler, görür, kısacası onu bir
birey olarak tanırlar. Bu üç karakterimiz dışındakiler ise Tati’nin gözünden
yerden yere vurulur, yaşadıkları özenti hayat nedeniyle. Genellikle ekonomik
durumu yüksek olan ve her şeyi parasıyla başarmaya alışmış grup içerisinde
Mösyö Hulot, onları birçok konuda ters köşe yapmayı başarır. Örneğin farklı bir
teknikle oynadığı tenis ile karşısına çıkan tüm o zengin ve elit kesimi sertçe
egale eder. Bazen de tatilde bile işleri dolayısıyla çocuğuyla ilgilenmeyen
babanın yerine geçerek, hala yapmacıklığa bulaşmamış bir çocuğa bir süreliğine
de olsa babalık yaparak, kendisini beğenmeyen kesimi bir kez daha alt eder.
Mösyö Hulot, elbette tüm bahsedilenlerden çok daha fazlasını
yaparak biz izleyicilerin, daha ilk filmden gönlüne yerleşmeyi başarırken,
yaptığı birbirinden sakar hareketle güldürmekte de ustalığını sergiler. Üstelik
Mösyö Hulot, tüm bu güldürü maharetini sergilerken çok fazla sözün gücünden
medet de ummaz: Mösyö Hulot, her zaman çok az konuşan, konuştuğunda da anlaşılmayacak
kadar sessiz konuşan bir karakterdir ne de olsa. Sonraki filmlerinde tam
anlamıyla üzerine oturacak Mösyö Hulot’un üst sınıf tatilcileri hicvettiği bu
muhteşem taşlama mutlaka görülmelidir.
5) Jour de fête (Bayram Günü) – 1949
1949 yapımı kısa metraj L'école des facteurs’dan referanslar
taşıyan Jour de fête, Tati’nin filmografisinin ilk uzun metrajı. Henüz Mösyö
Hulot karakterinin doğmadığı bu filmde elbette başrolde yine Tati’nin ta
kendisi var. Mösyö Hulot karakterinin nüvelerini her ne kadar köyün
postacısında görsek de daha çok hareketleri ve mimikleriyle Charlie Chaplin’in
Şarlo tiplemesi ya da Baston Keaton’un hayat verdiği karakterler ile benzerlik
taşır. Hızlı hareketleri –ki film ilerledikçe bu hızlılık gittikçe artacak-
komiklikleri böyle bir tespitin dayanakları elbette. Chaplin ve Keaton ile
özdeşleşen slapstick hareketleri, Tati’nin bisiklet kullanmasıyla da muhteşem
bir bütünlük yakalar.
Karakterimizin postacılık yaptığı köyü, milli bir bayramın
hazırlıkları sürerken tanımaya başlarız. Mutlu mesut yaşayan, kendi halinde
olan köylüler de köyün hali de fazlasıyla sevimli ve huzur verici bir etkiye
sahiptir. Bu şirin mi şirin köyün içerisinde bisikletiyle, hınzırlıklar yaparak
postaları dağıtan karakterimiz, her birimizin yüzünde bazen tebessüm bazen de
kahkahaya yol açacak hareketlerle şovunu icra eder. Lakin köydeki bayram
kutlamaları amacıyla gelen Amerikalı film, tüm düzeni belki de geri dönülmez
bir şekilde değiştirir. Postacının ufak sakarlıkları nedeniyle yaşanan
aksilikler, her şeyi kaosa sürükleyecek aksaklıklara evrilir.
Tati kırsalda çektiği ilk ve tek filmi olan Jour de fête ile
kentlerle sınırlı kalmayan, kırsala bile el uzatan Amerikan kültürüne olan ilk
eleştirisini dile getirmekte gecikmez. Daha sonra yavaş yavaş şehre geçiş yapan
Tati, kırılmayı önce daha küçük ölçekliden başlayarak göstermiş olur böylece. Tati’nin
hem siyah-beyaz hem de renkli çektiği filmin, ne yazık ki onun istediği gibi
renkli halinin gösterilemediğini ancak yıllar sonra siyah-beyaz halinin elle
boyanarak renkli hale kavuştuğunu belirtmek isterim. Zira Tati’nin filmi renkli
olarak izletmeyi çok istediği söylenir. Ayrıca kısa filmindeki sahnelerin bire
bir aynısını kullanmasına rağmen bu sahneleri tekrar çekmesi de onun ne kadar
titiz ve ayrıntıcı bir yönetmen olduğunun kanıtıdır hiç kuşkusuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder