Sadece beş filmlik bir filmografi ile yerli sinemaya
damgasını vurmuş, en önemli yönetmenlerden biridir Tayfun Pirselimoğlu.
Yurtdışında resim ve gravür eğitimi alan Pirselimoğlu, birçok sergi açmış,
romanlar, hikâye kitapları ve senaryolar yazmış bir isim aslında. Tüm bu
meziyetlerinin yanında yönetmenlik kariyerinde de hep bol ödüllü filmlere imza
atan Pirselimoğlu, Yeni Türkiye Sineması’nın en önemli isimlerinden biri
olmuştur. Sinemada garanti formülleri uygulamak gibi bir kolaycılığın içine
girmemiş, seyirciyi rahatsız edecek, sorular sormasına neden olacak yapımlara
imza atmıştır.
İlk uzun metrajında her ne kadar daha konuşkan, seyircinin
daha rahat içine gireceği bir film çekmiş olsa da ikinci filminden itibaren
yavaş yavaş tarzını oturtmaya başlar. Az konuşan, varoluş sancıları yaşayan
karakterleri karşımıza çıkaran Pirselimoğlu, bu karakterleri alışılagelmiş olan
evrenlerinden bambaşka bir yere taşımıştır üstelik. Genelde üst sınıfın bitmek
bilmez doyumsuzluğu sonucu yaşadığı buhranlara, sıkıntılara birçok filmden
aşinayızdır. Fakat Pirselimoğlu’nun özellikle üçlemesi ile tanıştığımız
karakterleri, alt sınıftandır. Görmek
istemediğimiz ya da görmezden geldiğimiz mekânlarda yaşayan bu insanlar,
Pirselimoğlu sinemasında bizleri oldukça zorlu yolculuklara çıkarırlar.
Böylesine alışık olmadığımız karakterlere hayat vermesi
içinde genelde çok da aşina olmadığımız oyuncuları tercih etmektedir
Pirselimoğlu. Her ne kadar son filminde Ercan Kesal gibi göz önünde olan bir
oyuncuyu tercih etse de çoğu zaman ilk defa perde ile buluşan oyuncuları
kullanmıştır. İlk kez perde ile buluşan bu oyuncuların başarısı ise gerçekten
inanılır gibi değildir. Pirselimoğlu, elbette sadece bu risklere girmemiş,
konvansiyonel sinemanın birçok alışkanlığını elinin tersiyle itmiştir tahmin
edileceği üzere. Müzik asla kullanmayan Pirselimoğlu, filmlerinin çoğuna tv
sesini fon müziği olarak kullanmıştır adeta. Nerdeyse hiç susmayan aptal
kutusunun sesi, izlediğimiz amaçsız hayatları nasıl da etkisi altına aldığının
ispatıdır aslında.
Tüm bu sebepler nedeniyle seyircinin filme yabancılaşmasına
neden olan Pirselimoğlu, az konuşan ve asla anlayamayacağımız davranışlarıyla
karakterleri üzerinden de bu yabancılaşmayı destekler. Asla bakılan olmayan hep
bakan karakterleriyle bize, kimi zaman İstanbul’un varoşlarını, otobanlarını
kimi zamanda en işlek caddelerini izlettiren yönetmenimiz, bir kez bile ışıl
ışıl bir güne, güneşli bir sabaha izin vermez. Hep kış mevsimi, hep yağmur, sis
düşer bahtımıza. Yönetmenin yaratmak istediği kasvetli havaya fazlasıyla katkı
sağlayan bu havalar, ışık kullanımı ile daha da desteklenir. Pirselimoğlu’nun
biz seyircileri zorlamak amacıyla yaptığı bu bilinçli tercihlerle savaşıp da hikâyelerine
ortak olursanız ve sordurmak istediği sorularla baş başa kalmayı becerirseniz
tarifsiz bir hazinenin sizi beklediğini göreceksiniz. İsterseniz bu muhteşem
hazineyi tek tek konuşmaya devam edelim.
1)Ben O Değilim – 2013
Pirselimoğlu’nun şimdilik son filmi olan Ben O Değilim,
Ercan Kesal’in muhteşem oyunculuğuyla unutulmayacak bir başyapıt olmuştur.
Yönetmenin ilk filminden itibaren vazgeçemediği başka bir kimliğe geçme halini
tam olarak odağına alan film, aynı zamanda doppelgänger (çiftgezerler) mevzusunu
da kullanıyor. Nihat, bir hastanenin yemekhanesinde çalışmaktadır. Mesai
arkadaşı Ayşe ise kocasının ikizi denecek kadar benzeyen Nihat’a ilgi gösterir.
Kocası hapishanede olan Ayşe, Nihat’ı evine çağırır; kocasının oturduğu yere
oturtur onu, onun eşyalarını kullandırır, bir süre sonra tamamen onun yerine geçirir.
Nihat ise hiç itiraz etmeden bu durumu kabullenir. Peki, Nihat’ın bu durumu
kabul etmesinin sebebi nedir? Daha mutlu bir hayat? Ekonomik yönden daha
konforlu şartlar? Ama hayır. Hiçbiri değildir. Nihat, böylesine bir işe
girişirken tamamen sebepsizdir. Onun için Nihat olarak hayata devam etmekle
Necip olarak hayata devam etmek arasında pek de bir fark yoktur.
Pirselimoğlu, sinemada artık sık sık karşımıza çıkan amaçsız
bir karakter ile baş başa bırakıyor yine bizleri. Nihat’ın toplum içinde
olduğunda bile yalnız oluşu, amaçsız bir şekilde yaşayışı en çok Pus’taki Reşat
ile benzerlik taşır bana kalırsa. Mekân olarak ise İstanbul’da daha kimliksiz
yerleri tercih eden Pirselimoğlu, hikâyenin İzmir ayağında ise daha iddialı
yerleri seçer. Basmane gibi İzmir’in en çok kimlik kazanmış mekânında devam
eden Ben O Değilim’de ne olursa olsun üçlemesindeki gibi bir şehre bakma durumu
pek yoktur.
Pirselimoğlu’nun ustalık eseri olan Ben O Değilim, sinema tarihinde
az sayıda olan doppelgänger mevzusunu, muhteşem bir şekilde beyaz perdeye
taşıyan bir yapım. Aldığı ödüllerle de başarısını taçlandıran Ben O Değilim,
yerli sinemanın en değerli filmlerinden biridir hiç kuşkusuz.
2)Saç – 2010
Pirselimoğlu, ölüm ve vicdan üçlemesinin son ayağında bu kez
az da olsa rolü olan kadın temsilini biraz daha öne çıkardığı bir hikâye
çıkarıyor karşımıza. Kanser hastası olan ve peruk dükkânı işleten Hamdi (Ayberk
Pekcan) ile kocası tarafından aldatılan, şiddet gören Meryem ile tanışıyoruz bu
kez. Meryem para için saçlarını satacak kadar çaresiz, Hamdi ise hayatının son
günlerinde kendine bir amaç arayacak kadar boşluktadır. Meryem, Hamdi’nin bu
arayışında bir etken olur. Her ne kadar hayata karşı umursamaz davransa da
Hamdi’yi kocasından kurtuluşunda kullanabileceğini düşünmektedir. Kaybedecek
bir şeyi olmayan Hamdi, Rıza’nın para için, Reşat’ın bir şeyler hissetmek için
işledikleri cinayeti, Meryem’i kazanmak için işler.
Pirselimoğlu, bu kez kamerasını İstanbul’un göbeğindeki
Tarlabaşı’na ve yine Pus’taki gibi varoşlara kurar. Bu iki mekân arasında gidip
gelen filmde ne İstanbul’un göbeğindeki Tarlabaşı’nda ne de varoşlarda bir
hayat belirtisi okumak zordur. Hamdi’nin ölümü bekleyişi gibi bir durum her
yere sirayet etmiştir. Meryem’in kocasının da bir ölü yıkayıcısı olmasının
elbette bunda payı yadsınamaz. Canlı insanlardan elde edilip, cansız kafalara
geçirilen peruklar ile musalla taşında yatan cesetler, Hamdi’nin beklediği
ölümü, daha da hissedilir hale getirir.
Üçlemenin her ayağında bakan karakterler Saç’ta da Hamdi
özelinde devam eder. Hamdi kimi zaman dükkânının penceresinden İstanbul’a ve
insanlara kimi zaman da dükkânında peruk deneyen müşterilerine bakar. Ama en
önemlisi tarif edilemez bir tutku beslediği Meryem’e ve bu tutkuya ulaşmada
engel teşkil eden kocasına bakar. Kısacası Hamdi öyle ya da böyle hep
bakmaktadır. Bir kapı camından, bir pencere camından, bir balkondan ya da bir
dolmuşun arka koltuğundan… Müzik kullanımını tv sesi ve arada Hamdi’nin
dinlediği Brezilya müziklerinden öteye götürmeyen Pirselimoğlu, puslu, iç
karartıcı atmosferiyle seyirciye zor anlar yaşatan, sonu gelmez sorulara maruz
bırakan muhteşem bir filme imza atmıştır. Üçlemenin bu son ayağı, aynı zamanda
da üçlemenin en kusursuz işidir hiç kuşkusuz.
3)Pus – 2010
Ölüm ve vicdan üçlemesinin ikici ayağı olan Pus, aynı
zamanda üçleme içerisinde anlamakta ve anlamlandırmakta en çok zorlanacağımız
film. Zira filmin büyük kısmını sırtlayan Reşat (Ruhi Sarı) karakterinden tut
da hikâyede azımsanmayacak rolleri olan Emin ve Türkan’a kadar hiçbirini
anlamak mümkün değildir. İstanbul’un hâlâ en unutulmuş, en korkutucu ya da en
görmezden gelinen mahallesi Altınşehir’e taşıyor Pirselimoğlu hikâyesini. Unutulmuş,
görmezden gelinen insanlarla, özellikle gençlerle dolu bu mahallede yaşayan karakterlerimizin,
varoluş sancıları çekmeleri seyirci olarak bizlerin çok da anlamlandıracağı bir
durum olamıyor bir türlü. Zira özellikle yerli sinemada karşımıza çıkan ve
varoluş sıkıntıları yaşayan ya da adeta Walter Benjamin’in tasvir ettiği bir
flânuer temsiline uyan geçim derdi olmayan insan temsillerini Pirselimoğlu, alt
sınıfa yedirmeye çalışıyor. Peki, başarılı olabiliyor mu? Bana kalırsa
kesinlikle evet. Tabii karşımızda elbette şehrin sokaklarını sanatına malzeme
toparlamak için arşınlayan Benjamin tasviri gibi bir flânuer yoktur. Fakat tüm
yokluk, işsizlik gibi daha büyük dertlere rağmen varoluş sıkıntısına düşmüş ve
amaçsızca dolaşan Reşat karakterini anlamak gerçekten güçtür.
Korsan cd işinde paketleme gibi fazlasıyla rutin, sıradan
bir işte çalışan Reşat, bir gün patronun arkadaşı olan adamın dükkâna bıraktığı
paketi alır ve o andan sonra bir nevi paketin sahibinin yarım kalan hayatını
devam ettirme gayretine girer. Zira paketin sahibi öldürülmüştür. İşte
Pirselimoğlu’nun ilk filminden, kitaplarından hep esamelerini okuduğumuz,
sonrasında da tek bir filmin (Ben O Değilim)konusu olacak kadar ete kemiğe
büründürdüğü başka bir kimliğe geçme hali Pus’ta yavaş yavaş belirginleşmeye
başlar. Paketten çıkan silah, adres ve fotoğraf hem Reşat’ın hem de Emin ile Türkan’ın
hayatını geri dönüşü olmayacak şekilde değiştirir. Hem intihar hem de cinayeti
içinde barındıran Pus, üçlemenin ölümle en çok hemhal olan ayağıdır
diyebiliriz.
Pirselimoğlu’nun tüm filmlerinden aşina olduğumuz bakan
karakterleri, Reşat özelinde yine karşımıza çıkmaktadır. Birçokları nezdinde
görünmez olan karakterlerin, hep bakan, topluluk içerisine bir türlü sirayet
edemeyen Reşat karakteri, hayattan intihar edecek kadar kopmuş Emin ve yaşadığı
hayatı öylesine sürdüren Türkan, bizleri sıkıntıya, sorgulayışa
zorlamaktadırlar. Esnaf lokantaları, yarı boş iş hanları, atölyeler, mezbahalar
gibi görmeyi asla istemeyeceğimiz mekânlarda geçen Pus, özellikle mezbaha
görüntüleri ile Reha Erdem’in Kosmos’da yaptığı önemli bir sorumluluğu da bana
kalırsa yerine getirmekte. Hayvanların umarsızca katledilmesi ile görünmez olan
insanların umursanmaması tam olarak birbirini sarmalıyor. Hayvanlardan söz
açmışken Piselimoğlu Rıza’da hamam böceği ile özdeşleştirdiği karakterini bu
kez de kafesteki güvercin ile özdeşleştirdiğini de unutmayalım.
4)Rıza – 2007
Pirselimoğlunun ölüm ve vicdan üçlemesinin ilk filmi olan
Rıza, maddi imkânsızlıklar nedeniyle bir insanın sıkışması sonucu dönüşümünü
odağına almaktadır. Rıza isimli karakterimizin ekmek teknesi olan kamyonu
arızalanır. Yaptırmak için ise azımsanmayacak bir paraya ihtiyacı vardır.
Kendisinde hiç para olmadığı gibi tanıdığı hiç kimse de ona borç vermez. Zira
Rıza’nın borç istediği kişilere zaten yeterince vereceği vardır. Peki,
böylesine sıradan bir hikâye Pirselimoğlu evreninde nasıl bir noktaya taşınır?
Pirselimoğlu, sonraki filmlerinde iyice oturtacağı hatta kendisiyle
özdeşleşecek olan sinema anlayışının ilk tohumlarını Rıza ile ekmektedir. Hem
de oldukça ustaca başarmaktadır bunu.
Rıza’nın kamyonu sadece bir araç değildir öncelikle. Film
boyunca hiç görmediğimiz ama aslında filmin gidişatını belirleyen, belki de
filmin arzu nesnesi olan kamyon, Rıza’nın işi, evi, yol arkadaşı, kısaca her
şeyidir. Rıza, kamyonu olmadan ne yol ne iz ne de başka bir şey bilir. O yüzden
de hayata başka bir yerden asılmayı, yol değiştirmeyi aklından bile geçirmez. O
nedenle de kamyonunun yakınında bir otelde ve o civarda sıkışıp kalır. Ne
geriye ne ileriye adım atamaz. Mıh gibi çakılıp kalmıştır. Bir nevi Kafka’nın
sıkışmışlığı sirayet etmiştir Rıza’ya. Zaten Rıza’nın oteldeki hamam böceği ile
olan ilişkisi de enteresandır. Kimse tarafından fark edilmeyen, ciddiye
alınmayan, şüphelenilmeyen kısacası bir böcekten farkı olmayan Rıza, her
defasında kendi temsilini kendi ayaklarıyla ezip, çaresiz bırakır aslında.
Otelin koridorundaki akvaryumunda orada durmasının bir nedeni olduğu
dikkatlerden kaçmamalı. Akvaryum gibi sınırları belirlenmiş, çıkışsız bir nesne
tam da Rıza’nın kapana kısıldığı mekânın, balık da Rıza’nın temsilidir.
Pirselimoğlu, çoğumuzun görmezden geldiği, kafasını
çevirdiği İstanbul’un saklı köşelerinde oldukça rahatsız edici bir hikâyeye ortak
ediyor bizleri. Seyirciye mutlu olacağı, tatmin yaşayacağı bir sinema
anlayışından uzak olan yönetmenimiz, aksine biz seyircileri zorlayacak hiçbir
hamleden çekinmiyor. Rıza karakterinin çıkışsızlığı, bu çıkışsızlığın onu
sürüklediği nokta ve her şeye rağmen susmayı bırakmayan vicdanın sesi filmin
belli başlı dönemeçleri oluyor. Rıza’nın döndüğü her dönemeç, onun ile birlikte
bizleri de yorgun, bitap ve çaresiz bırakıyor. Rıza ile birlikte baktığımız
İstanbul’a ise hapishaneyi temsil etme görevinden başkası düşmüyor.
5)Hiçbiryerde – 2002
Pirselimoğlu’nun Dayım isimli kısa filminden sonra çektiği
ilk uzun metrajı olan Hiçbiryerde, filmografisinin de en politik, en yüklü
filmidir aynı zamanda. Faili meçhul cinayetleri odağına alan yönetmenimiz,
evladının kaybolması üzerine arayışa giren bir anne ile baş başa bırakır
bizleri. Zuhal Olcay’ın kusursuz oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen Şükran
karakteri, evladını faili meçhul cinayetlere kurban etmiş tüm annelerin beyaz
perdede temsili olur bir nevi.
İstanbul’da kaybolan oğlunun ölmüş olduğuna bir türlü
inanmayan Şükran, küçük bir ihtimal üzerine Mardin’e kadar gider. Filmin büyük
bir kısmı da böylece Mardin’de geçmektedir. Bir yandan oğlunu arayan annenin
çaresizliği bir yandan da ülkenin içinde bulunduğu duruma resmetmeye çalışan
Pirselimoğlu, elbette büyük bir cesaret örneği göstermiştir. Zira bırak filmini
yapmak, konuşulmasının bile suç sayıldığı, korkunun, bastırılmışlığın kol
gezdiği bir ülkede elini taşın altına sokan bir filmdir Hiçbiryerde.
Pirselimoğlu’nun daha kişisel hikâyelere odaklanacağı
yönetmenlik kariyerinin bu ilk durağı, diğer filmlere göre çok daha geveze, çok
daha duygusal bir filmdir. Kimi zaman Haydarpaşa Gar’ından denize ve İstanbul’a
kimi zamanda çorak topraklar üzerinden uçsuz bucaksız dağlara bakan Şükran,
aradığını bulamayacak belki ama bir başkasının aradığı oğlunu kendi oğlu yerine
koyarak, özlemini gidermeye çalışacaktır.
harika bir anlatım eline sağlık okurken çok büyük zevk aldım.
YanıtlaSil