1 Ağustos 2018 Çarşamba

Tayfun Pirselimoğlu Sineması



Sadece beş filmlik bir filmografi ile yerli sinemaya damgasını vurmuş, en önemli yönetmenlerden biridir Tayfun Pirselimoğlu. Yurtdışında resim ve gravür eğitimi alan Pirselimoğlu, birçok sergi açmış, romanlar, hikâye kitapları ve senaryolar yazmış bir isim aslında. Tüm bu meziyetlerinin yanında yönetmenlik kariyerinde de hep bol ödüllü filmlere imza atan Pirselimoğlu, Yeni Türkiye Sineması’nın en önemli isimlerinden biri olmuştur. Sinemada garanti formülleri uygulamak gibi bir kolaycılığın içine girmemiş, seyirciyi rahatsız edecek, sorular sormasına neden olacak yapımlara imza atmıştır.

İlk uzun metrajında her ne kadar daha konuşkan, seyircinin daha rahat içine gireceği bir film çekmiş olsa da ikinci filminden itibaren yavaş yavaş tarzını oturtmaya başlar. Az konuşan, varoluş sancıları yaşayan karakterleri karşımıza çıkaran Pirselimoğlu, bu karakterleri alışılagelmiş olan evrenlerinden bambaşka bir yere taşımıştır üstelik. Genelde üst sınıfın bitmek bilmez doyumsuzluğu sonucu yaşadığı buhranlara, sıkıntılara birçok filmden aşinayızdır. Fakat Pirselimoğlu’nun özellikle üçlemesi ile tanıştığımız karakterleri,  alt sınıftandır. Görmek istemediğimiz ya da görmezden geldiğimiz mekânlarda yaşayan bu insanlar, Pirselimoğlu sinemasında bizleri oldukça zorlu yolculuklara çıkarırlar.

Böylesine alışık olmadığımız karakterlere hayat vermesi içinde genelde çok da aşina olmadığımız oyuncuları tercih etmektedir Pirselimoğlu. Her ne kadar son filminde Ercan Kesal gibi göz önünde olan bir oyuncuyu tercih etse de çoğu zaman ilk defa perde ile buluşan oyuncuları kullanmıştır. İlk kez perde ile buluşan bu oyuncuların başarısı ise gerçekten inanılır gibi değildir. Pirselimoğlu, elbette sadece bu risklere girmemiş, konvansiyonel sinemanın birçok alışkanlığını elinin tersiyle itmiştir tahmin edileceği üzere. Müzik asla kullanmayan Pirselimoğlu, filmlerinin çoğuna tv sesini fon müziği olarak kullanmıştır adeta. Nerdeyse hiç susmayan aptal kutusunun sesi, izlediğimiz amaçsız hayatları nasıl da etkisi altına aldığının ispatıdır aslında.

Tüm bu sebepler nedeniyle seyircinin filme yabancılaşmasına neden olan Pirselimoğlu, az konuşan ve asla anlayamayacağımız davranışlarıyla karakterleri üzerinden de bu yabancılaşmayı destekler. Asla bakılan olmayan hep bakan karakterleriyle bize, kimi zaman İstanbul’un varoşlarını, otobanlarını kimi zamanda en işlek caddelerini izlettiren yönetmenimiz, bir kez bile ışıl ışıl bir güne, güneşli bir sabaha izin vermez. Hep kış mevsimi, hep yağmur, sis düşer bahtımıza. Yönetmenin yaratmak istediği kasvetli havaya fazlasıyla katkı sağlayan bu havalar, ışık kullanımı ile daha da desteklenir. Pirselimoğlu’nun biz seyircileri zorlamak amacıyla yaptığı bu bilinçli tercihlerle savaşıp da hikâyelerine ortak olursanız ve sordurmak istediği sorularla baş başa kalmayı becerirseniz tarifsiz bir hazinenin sizi beklediğini göreceksiniz. İsterseniz bu muhteşem hazineyi tek tek konuşmaya devam edelim.

1)Ben O Değilim – 2013

Pirselimoğlu’nun şimdilik son filmi olan Ben O Değilim, Ercan Kesal’in muhteşem oyunculuğuyla unutulmayacak bir başyapıt olmuştur. Yönetmenin ilk filminden itibaren vazgeçemediği başka bir kimliğe geçme halini tam olarak odağına alan film, aynı zamanda doppelgänger (çiftgezerler) mevzusunu da kullanıyor. Nihat, bir hastanenin yemekhanesinde çalışmaktadır. Mesai arkadaşı Ayşe ise kocasının ikizi denecek kadar benzeyen Nihat’a ilgi gösterir. Kocası hapishanede olan Ayşe, Nihat’ı evine çağırır; kocasının oturduğu yere oturtur onu, onun eşyalarını kullandırır, bir süre sonra tamamen onun yerine geçirir. Nihat ise hiç itiraz etmeden bu durumu kabullenir. Peki, Nihat’ın bu durumu kabul etmesinin sebebi nedir? Daha mutlu bir hayat? Ekonomik yönden daha konforlu şartlar? Ama hayır. Hiçbiri değildir. Nihat, böylesine bir işe girişirken tamamen sebepsizdir. Onun için Nihat olarak hayata devam etmekle Necip olarak hayata devam etmek arasında pek de bir fark yoktur.

Pirselimoğlu, sinemada artık sık sık karşımıza çıkan amaçsız bir karakter ile baş başa bırakıyor yine bizleri. Nihat’ın toplum içinde olduğunda bile yalnız oluşu, amaçsız bir şekilde yaşayışı en çok Pus’taki Reşat ile benzerlik taşır bana kalırsa. Mekân olarak ise İstanbul’da daha kimliksiz yerleri tercih eden Pirselimoğlu, hikâyenin İzmir ayağında ise daha iddialı yerleri seçer. Basmane gibi İzmir’in en çok kimlik kazanmış mekânında devam eden Ben O Değilim’de ne olursa olsun üçlemesindeki gibi bir şehre bakma durumu pek yoktur.

Pirselimoğlu’nun ustalık eseri olan Ben O Değilim, sinema tarihinde az sayıda olan doppelgänger mevzusunu, muhteşem bir şekilde beyaz perdeye taşıyan bir yapım. Aldığı ödüllerle de başarısını taçlandıran Ben O Değilim, yerli sinemanın en değerli filmlerinden biridir hiç kuşkusuz.




2)Saç – 2010

Pirselimoğlu, ölüm ve vicdan üçlemesinin son ayağında bu kez az da olsa rolü olan kadın temsilini biraz daha öne çıkardığı bir hikâye çıkarıyor karşımıza. Kanser hastası olan ve peruk dükkânı işleten Hamdi (Ayberk Pekcan) ile kocası tarafından aldatılan, şiddet gören Meryem ile tanışıyoruz bu kez. Meryem para için saçlarını satacak kadar çaresiz, Hamdi ise hayatının son günlerinde kendine bir amaç arayacak kadar boşluktadır. Meryem, Hamdi’nin bu arayışında bir etken olur. Her ne kadar hayata karşı umursamaz davransa da Hamdi’yi kocasından kurtuluşunda kullanabileceğini düşünmektedir. Kaybedecek bir şeyi olmayan Hamdi, Rıza’nın para için, Reşat’ın bir şeyler hissetmek için işledikleri cinayeti, Meryem’i kazanmak için işler.

Pirselimoğlu, bu kez kamerasını İstanbul’un göbeğindeki Tarlabaşı’na ve yine Pus’taki gibi varoşlara kurar. Bu iki mekân arasında gidip gelen filmde ne İstanbul’un göbeğindeki Tarlabaşı’nda ne de varoşlarda bir hayat belirtisi okumak zordur. Hamdi’nin ölümü bekleyişi gibi bir durum her yere sirayet etmiştir. Meryem’in kocasının da bir ölü yıkayıcısı olmasının elbette bunda payı yadsınamaz. Canlı insanlardan elde edilip, cansız kafalara geçirilen peruklar ile musalla taşında yatan cesetler, Hamdi’nin beklediği ölümü, daha da hissedilir hale getirir.

Üçlemenin her ayağında bakan karakterler Saç’ta da Hamdi özelinde devam eder. Hamdi kimi zaman dükkânının penceresinden İstanbul’a ve insanlara kimi zaman da dükkânında peruk deneyen müşterilerine bakar. Ama en önemlisi tarif edilemez bir tutku beslediği Meryem’e ve bu tutkuya ulaşmada engel teşkil eden kocasına bakar. Kısacası Hamdi öyle ya da böyle hep bakmaktadır. Bir kapı camından, bir pencere camından, bir balkondan ya da bir dolmuşun arka koltuğundan… Müzik kullanımını tv sesi ve arada Hamdi’nin dinlediği Brezilya müziklerinden öteye götürmeyen Pirselimoğlu, puslu, iç karartıcı atmosferiyle seyirciye zor anlar yaşatan, sonu gelmez sorulara maruz bırakan muhteşem bir filme imza atmıştır. Üçlemenin bu son ayağı, aynı zamanda da üçlemenin en kusursuz işidir hiç kuşkusuz.




3)Pus – 2010

Ölüm ve vicdan üçlemesinin ikici ayağı olan Pus, aynı zamanda üçleme içerisinde anlamakta ve anlamlandırmakta en çok zorlanacağımız film. Zira filmin büyük kısmını sırtlayan Reşat (Ruhi Sarı) karakterinden tut da hikâyede azımsanmayacak rolleri olan Emin ve Türkan’a kadar hiçbirini anlamak mümkün değildir. İstanbul’un hâlâ en unutulmuş, en korkutucu ya da en görmezden gelinen mahallesi Altınşehir’e taşıyor Pirselimoğlu hikâyesini. Unutulmuş, görmezden gelinen insanlarla, özellikle gençlerle dolu bu mahallede yaşayan karakterlerimizin, varoluş sancıları çekmeleri seyirci olarak bizlerin çok da anlamlandıracağı bir durum olamıyor bir türlü. Zira özellikle yerli sinemada karşımıza çıkan ve varoluş sıkıntıları yaşayan ya da adeta Walter Benjamin’in tasvir ettiği bir flânuer temsiline uyan geçim derdi olmayan insan temsillerini Pirselimoğlu, alt sınıfa yedirmeye çalışıyor. Peki, başarılı olabiliyor mu? Bana kalırsa kesinlikle evet. Tabii karşımızda elbette şehrin sokaklarını sanatına malzeme toparlamak için arşınlayan Benjamin tasviri gibi bir flânuer yoktur. Fakat tüm yokluk, işsizlik gibi daha büyük dertlere rağmen varoluş sıkıntısına düşmüş ve amaçsızca dolaşan Reşat karakterini anlamak gerçekten güçtür.

Korsan cd işinde paketleme gibi fazlasıyla rutin, sıradan bir işte çalışan Reşat, bir gün patronun arkadaşı olan adamın dükkâna bıraktığı paketi alır ve o andan sonra bir nevi paketin sahibinin yarım kalan hayatını devam ettirme gayretine girer. Zira paketin sahibi öldürülmüştür. İşte Pirselimoğlu’nun ilk filminden, kitaplarından hep esamelerini okuduğumuz, sonrasında da tek bir filmin (Ben O Değilim)konusu olacak kadar ete kemiğe büründürdüğü başka bir kimliğe geçme hali Pus’ta yavaş yavaş belirginleşmeye başlar. Paketten çıkan silah, adres ve fotoğraf hem Reşat’ın hem de Emin ile Türkan’ın hayatını geri dönüşü olmayacak şekilde değiştirir. Hem intihar hem de cinayeti içinde barındıran Pus, üçlemenin ölümle en çok hemhal olan ayağıdır diyebiliriz.

Pirselimoğlu’nun tüm filmlerinden aşina olduğumuz bakan karakterleri, Reşat özelinde yine karşımıza çıkmaktadır. Birçokları nezdinde görünmez olan karakterlerin, hep bakan, topluluk içerisine bir türlü sirayet edemeyen Reşat karakteri, hayattan intihar edecek kadar kopmuş Emin ve yaşadığı hayatı öylesine sürdüren Türkan, bizleri sıkıntıya, sorgulayışa zorlamaktadırlar. Esnaf lokantaları, yarı boş iş hanları, atölyeler, mezbahalar gibi görmeyi asla istemeyeceğimiz mekânlarda geçen Pus, özellikle mezbaha görüntüleri ile Reha Erdem’in Kosmos’da yaptığı önemli bir sorumluluğu da bana kalırsa yerine getirmekte. Hayvanların umarsızca katledilmesi ile görünmez olan insanların umursanmaması tam olarak birbirini sarmalıyor. Hayvanlardan söz açmışken Piselimoğlu Rıza’da hamam böceği ile özdeşleştirdiği karakterini bu kez de kafesteki güvercin ile özdeşleştirdiğini de unutmayalım.




4)Rıza – 2007

Pirselimoğlunun ölüm ve vicdan üçlemesinin ilk filmi olan Rıza, maddi imkânsızlıklar nedeniyle bir insanın sıkışması sonucu dönüşümünü odağına almaktadır. Rıza isimli karakterimizin ekmek teknesi olan kamyonu arızalanır. Yaptırmak için ise azımsanmayacak bir paraya ihtiyacı vardır. Kendisinde hiç para olmadığı gibi tanıdığı hiç kimse de ona borç vermez. Zira Rıza’nın borç istediği kişilere zaten yeterince vereceği vardır. Peki, böylesine sıradan bir hikâye Pirselimoğlu evreninde nasıl bir noktaya taşınır? Pirselimoğlu, sonraki filmlerinde iyice oturtacağı hatta kendisiyle özdeşleşecek olan sinema anlayışının ilk tohumlarını Rıza ile ekmektedir. Hem de oldukça ustaca başarmaktadır bunu.

Rıza’nın kamyonu sadece bir araç değildir öncelikle. Film boyunca hiç görmediğimiz ama aslında filmin gidişatını belirleyen, belki de filmin arzu nesnesi olan kamyon, Rıza’nın işi, evi, yol arkadaşı, kısaca her şeyidir. Rıza, kamyonu olmadan ne yol ne iz ne de başka bir şey bilir. O yüzden de hayata başka bir yerden asılmayı, yol değiştirmeyi aklından bile geçirmez. O nedenle de kamyonunun yakınında bir otelde ve o civarda sıkışıp kalır. Ne geriye ne ileriye adım atamaz. Mıh gibi çakılıp kalmıştır. Bir nevi Kafka’nın sıkışmışlığı sirayet etmiştir Rıza’ya. Zaten Rıza’nın oteldeki hamam böceği ile olan ilişkisi de enteresandır. Kimse tarafından fark edilmeyen, ciddiye alınmayan, şüphelenilmeyen kısacası bir böcekten farkı olmayan Rıza, her defasında kendi temsilini kendi ayaklarıyla ezip, çaresiz bırakır aslında. Otelin koridorundaki akvaryumunda orada durmasının bir nedeni olduğu dikkatlerden kaçmamalı. Akvaryum gibi sınırları belirlenmiş, çıkışsız bir nesne tam da Rıza’nın kapana kısıldığı mekânın, balık da Rıza’nın temsilidir.

Pirselimoğlu, çoğumuzun görmezden geldiği, kafasını çevirdiği İstanbul’un saklı köşelerinde oldukça rahatsız edici bir hikâyeye ortak ediyor bizleri. Seyirciye mutlu olacağı, tatmin yaşayacağı bir sinema anlayışından uzak olan yönetmenimiz, aksine biz seyircileri zorlayacak hiçbir hamleden çekinmiyor. Rıza karakterinin çıkışsızlığı, bu çıkışsızlığın onu sürüklediği nokta ve her şeye rağmen susmayı bırakmayan vicdanın sesi filmin belli başlı dönemeçleri oluyor. Rıza’nın döndüğü her dönemeç, onun ile birlikte bizleri de yorgun, bitap ve çaresiz bırakıyor. Rıza ile birlikte baktığımız İstanbul’a ise hapishaneyi temsil etme görevinden başkası düşmüyor.




5)Hiçbiryerde – 2002

Pirselimoğlu’nun Dayım isimli kısa filminden sonra çektiği ilk uzun metrajı olan Hiçbiryerde, filmografisinin de en politik, en yüklü filmidir aynı zamanda. Faili meçhul cinayetleri odağına alan yönetmenimiz, evladının kaybolması üzerine arayışa giren bir anne ile baş başa bırakır bizleri. Zuhal Olcay’ın kusursuz oyunculuğuyla ete kemiğe bürünen Şükran karakteri, evladını faili meçhul cinayetlere kurban etmiş tüm annelerin beyaz perdede temsili olur bir nevi.

İstanbul’da kaybolan oğlunun ölmüş olduğuna bir türlü inanmayan Şükran, küçük bir ihtimal üzerine Mardin’e kadar gider. Filmin büyük bir kısmı da böylece Mardin’de geçmektedir. Bir yandan oğlunu arayan annenin çaresizliği bir yandan da ülkenin içinde bulunduğu duruma resmetmeye çalışan Pirselimoğlu, elbette büyük bir cesaret örneği göstermiştir. Zira bırak filmini yapmak, konuşulmasının bile suç sayıldığı, korkunun, bastırılmışlığın kol gezdiği bir ülkede elini taşın altına sokan bir filmdir Hiçbiryerde.

Pirselimoğlu’nun daha kişisel hikâyelere odaklanacağı yönetmenlik kariyerinin bu ilk durağı, diğer filmlere göre çok daha geveze, çok daha duygusal bir filmdir. Kimi zaman Haydarpaşa Gar’ından denize ve İstanbul’a kimi zamanda çorak topraklar üzerinden uçsuz bucaksız dağlara bakan Şükran, aradığını bulamayacak belki ama bir başkasının aradığı oğlunu kendi oğlu yerine koyarak, özlemini gidermeye çalışacaktır.



1 yorum:

  1. harika bir anlatım eline sağlık okurken çok büyük zevk aldım.

    YanıtlaSil