1 Ağustos 2018 Çarşamba

Werner Herzog Sineması



Tehlikeye ve Riske Karşı İflah Olmaz Bir Bağımlı

Yeni Alman Sineması’nın kurucularından olan Werner Herzog, yetmişten fazla film çekmiş hala da çekmeye devam eden arsız bir yaratıcıdır. Alexander Kluge, Rainer Werner Fassbinder, Wim Wenders gibi isimlerle birlikte 1920’lerdeki Alman Dışa Vurumculuk’u rehber alarak, birbirinden başarılı işlere imza atmıştır. Herzog ise bu isimlerin içerisinde en çılgını, en aykırısı, kısaca en delisi unvanını sonuna kadar hak etmektedir. Tehlike ve riske karşı engellenemez bir istek duyan Herzog, hayatını tehlikeye atma pahasına çarpıcı belgesellere, zorlu koşullar altında çektiği kurmaca filmlere imza atmıştır. Kimi zaman patlamak üzere olan bir yanardağın dibine gitmiş, kimi zaman da eksi yetmiş derecede Antarktika’ya yol almıştır. Gerçekçiliği sadece belgesellerde değil kurmaca filmlerinde de yakalamak istemiş, bu nedenle de bir gemiyi raylar üzerinde karadan kıyıya indirmek gibi bir çılgınlığa da imza atmıştır. Açıkçası Herzog’un belgesel ve kurmaca dünyasına armağan ettiği her bir yapıtın ayrı bir değeri, önemi vardır.

Almanya doğumlu olan bu çılgın sinemacı, çocukluk arkadaşı Klaus Kinski ölünceye kadar sinema yolculuğuna onunla devam etmiştir. Herzog’un en önemli kurmaca eserlerinin başrolünü hep Kinski üstlenmiştir. Üstelik her birinde de üstün bir performans sergileyerek, Herzog’un filmlerini adeta varlığıyla ihya etmiştir. Herzog ile Kinski, delilik noktasında birbirlerine o kadar benzerler ki, bu benzerlik onları çoğu zaman sonu gelmez tartışmalara sevk eder. Kafalara silahların bile çekildiği noktaya gelecek kadar ileri giden tartışmalar, ikilinin belki de birlikte yarattıkları sinemayı daha da beslemiştir kim bilir? Hiçbir şekilde sinema eğitimi almamış olan Herzog, çok büyük üne sahip bir sinema kampı da kurmuştur. Bir sinema okulu demiyorum. Çünkü Herzog asla öğrencilerine sinema adına teorik bilgiler vermemektedir. Onların filmler çekebilmeleri için uygun ortam yaratmakta ve düşünce olarak yol göstermekte, onları beslemektedir.


Deliliğin Sınırında Dolaşan Bir Adam

75 yaşına gelmesine rağmen üretkenliğinden, deliliğinden bir şey kaybetmeyen, her daim belgesellerine kaçak giriş yapmasıyla varlığını ensemizde hissettiren bir isim o. Hatta belgesellerinde kamera karşısına çıkmak bir yana kendi düşüncelerini dikte ettirmekten imtina duymayan, hınzır bir oyunbozan aynı zamanda. Her ne kadar Kinski’nin ölümünden sonra kurmaca filmlerinin öksüz kaldığını düşünsem de Herzog, belgeselleri ve Kinski ile hayat bulan kurmaca filmleriyle destan yazmış bir sinemacıdır. Seyirciyi dehşete düşüren etkileyicilikteki görüntüleri, sıra dışı mevzuları, hikâyeleri, filmlerindeki ustaca, oldukça hesaplı-kitaplı yapılan müzik kullanımı onu tanımlarken ilk akla geleceklerdir.

Sinemaya başlamadan önce para kazanmak adına kaçakçılık bile yapan bu gözünü budaktan sakınmayan adamın filmleri dışında da pek uslu durduğu söylenemez. Kimi zaman verdiği röportajlarda söyledikleri ile gündeme oturmuş, kimi zaman da çektiği videolarla akılları baştan almıştır. Birçok kez röportajlarında hipi hareketini, new age’i, aerobik stüdyolarını, yoga sınıflarına katılan yıldız adaylarını yerden yere vurmuş, tüm bunların büyük bir saçmalık olduğunu dile getirmiştir. Böylesine kabına sığmaz demeçlerinin yanında ise Werzog’un ne kadar deli olduğunu anlamanıza yardımcı olmak için, arkadaşıyla girdiği iddiayı kaybetmesi üzerine ayakkabı pişirip, yediği videoyu da sizlerle paylaşmak isterim.




1) Fitzcarraldo - 1982

Herzog bir kez daha yönünü Amazon’a çevirir Fitzcarraldo ile. Yanına da asla vazgeçemediği Klaus Kinski’yi alır. Herzog’un tartışmasız başyapıtı diyebileceğimiz bu filmi, üç yıl gibi akıl almaz uzunlukta bir zamanda, oldukça büyük bir bütçeyle, tamamen gerçek görüntülerle çekilmiştir. Herzog, kafasında hayal ettiği filmi çekebilmek adına kendisini ve film ekibini, uzun ve meşakkatli bir sürece maruz bırakmıştır. Büyük emeklerle, fedakârlıklarla çekilen böylesine bir filmin gişede karşılığını alamadığını bilmek elbette çok üzücü. Neyse ki Herzog, Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülünün sahibi olmuştur. Kinski’nin ise ödüllendirilmemesi kapanmayan bir yaradır bana kalırsa. Zira Aguirre, der Zorn Gottes’den sonra daha da yükselttiği oyunculuğunun ödülsüz kalması hazmedilir gibi değildir.

Kauçuk avcılarının istila ettiği Peru’ya misafir etmekte bu kez Herzog bizleri. Peru’ya gelerek, hadsizce toprakları istila eden, kauçuku sahiplenerek zengin olan insan müsveddleri ile karşılaşırız. Toprakların asıl sahiplerini köleleştirmiş, doğanın olanı da hadsizce sömürmüşlerdir bu insanlar. Lakin bizim kahramanımız Fitzcarraldo, asla bu insanlardan biri değildir. Açıkçası böylesine nevi şahsına münhasır bir kişiliğin istilacılarla birlikte Peru’da ne işi olduğunu anlamak güç. Geçmişine dönük bir bilgiye sahip olmadığımız için bunu anlayamıyoruz. Kültür-sanat ile hiçbir ilgileri olmayan istilacıların arasında bir opera binası yapmayı düşleyen Fitzcarraldo, hep dışlanır. Ama Fitzcarraldo, öylesine büyük bir hayranlık besliyordur ki operaya, ne horlanması ne de başarısızlıkla sonuçlanan girişimleri onu yıldırır. Ve sonunda akıl almaz bir işe girişir.

Herzog, kapitalizm, sömürgecilik, yerli halkların köleleştirilmesi, ekolojik kriz gibi birçok meseleyi odağına alarak aynı zamanda çok büyük bir sosyal sorumluluk bilinciyle hareket ediyor bu filmde. Sömürgecileri, görgüsüz para babaları olarak çizmekten tut da balta girmemiş ormanlarda yapılan kıyımın görüntülerine kadar her anıyla hem baş döndürücü hem de iç karartıcı anlara sahiptir film. Bir geminin karadan, rayların üzerinden karşı kıyıya indirilmesi kadar imkânsız bir şeyi gerçekleştiren Fitzcarraldo isimli, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük tutkunu ile tanıştığımız Fitzcarraldo’nun finali ise tek kelime ile muazzamdır. Son olarak filmde kullanılan opera müziklerinin güzelliği ve tüm hikâyeye eşlik etmesi de unutulmamalı.




2) Grizzly Man (Ayı Adam) – 2005

Herzog, kariyerinin belki de en ilginç belgeseline imza atmıştır Grizzly Man ile. Alaska’daki vahşi boz ayılara kendini adayan, hatta onlardan biri olmak isteyen Traedwell’ın trajedisine ortak eder bizleri. 2003 yılında boz ayılar tarafından yenilen Traedwell’in beş yıl boyunca yaptığı yüz saatin üzerindeki görüntüler, çok isabetli bir kararla Herzog’un ellerine teslim ediliyor. Herzog da bu akıl almaz beş yılın kayıtlarını kullanarak, kıskanılası bir belgesele imza atıyor.

Traedwell, Alaska’da ulusal parkta yaşayan boz ayıların yanına her yaz gitmekte ve tüm tehlikesine rağmen aylarca orada yaşamıştır. Üstelik yaşadıklarını da kayıt altına almaktan geri durmamıştır. Hatta bu misafirliklerini bir süre sonra iki kişiyle gerçekleştirmeye başlamış, sevgililerini de kendisiyle götürmüştür. Amie de bunlardan biridir. Fakat ne yazık ki Amie, Traedwell ile kaçınılmaz sonu da paylaşmıştır.

Traedwell’in kayıtlarda, ulusal parktaki varlığını duvardaki sinek olarak tanımlasa da aslında pek de öyle değildir. Zira Traedwell’in kayıtlarının bir belgeselci tarzıyla çekilmediği hemen anlaşılıyor. Kameranın her daim karşısına geçerek, ayılarla nasıl yaşadığını, onlarla nasıl iletişim kurduğunu, onlara nasıl hükmettiğini anlatıp, duruyor. Arka fonda da dolaşan, arada kendisine yaklaşan ayılar fon görevi görmekten öteye gidemiyor. Gerçek kayıtlarda durum bu iken, röportajların olduğu süreçlerde ise yine kamera karşısına geçmekten kendini alıkoyamayan Herzog çıkıyor karşımıza. Herzog, her zamanki gibi genel geçer belgesel algısını ters düz etmekte, müdahil olmayan yönetmen çizgisine ise adeta nanik yapmaktadır.

Bu kamera karşısına geçmekten ve kendilerini, fikirlerini empoze etmekten de asla geri durmayan Herzog ile Traedwell’i görmediğimiz zamanlar ise Grizzly Man’in değerini asıl ortaya çıkaran anlardır. Herzog, Traedwell’i tanıyan ya da olaya öyle ya da böyle müdahil eden herkesi dinliyor, farklı düşüncelerden herkesin konuşmasını sağlıyor. Traedwell’in ayılarla yaşamasını onaylamayanlardan, ona hayranlık duyanlara kadar farklı açıdan birçok kişiyi dinlerken bir yandan da sürekli yaşananları ölçüp, biçiyoruz ve bitmek bilmez sorularla baş başa kalıyoruz; ortada bir suçlu var mı? Traedwell’in ayıların yaşam alanına bu kadar uzun bir süre yaptığı davetsiz misafirliği doğru mu? En önemlisi ise ayıların insanları yemesi bir vahşet olarak düşünülüyor da insanların ayıları sorgusuz sualsiz katletmesi doğuştan gelen bir hak olarak görülüyor? Herzog’un aklımıza düşürdüğü bu ve bunun gibi bir yığın soru ile tanışmak isteyenler için Grizzly Man, muhteşem bir tecrübe.




3) Aguirre, der Zorn Gottes (Aguirre, Tanrının Gazabı) – 1972

Efsanevi altın şehir El Dorado’ya ulaşmak için Amazon’un derinliklerine dalan bir grup İspanyol’un yol hikâyesi esasında Aguirre, der Zorn Gottes. Lakin El dorado’ya ulaşmaya çalışan bu topluluğun içerisinde yaşanılacak güç kavgaları ve dışarıdan gelen saldırılar umuda yapılan yolculuğu hayal kırıklığına sürükler. Önce kıyıdaki yolculuklarında tanımaya başladığımız bu topluluğun içerisinde imparator, komutan ve askerleri, papaz, köleler vs gibi bir kast sisteminde olabilecek tüm grupları temsilen birilerinin bulunması bu grubun İspanya’nın bir alegorisi olduğunu ispatlamaktadır. Daha sonra yaptıkları bir salla yola devam eden grup içerisinde baş gösteren çatışmalar Tanrı’nın gazabını temsilen Aguirre’nin doğuşuna sebep oluyor. Klaus Kinski gibi muhteşem bir oyuncuyla hayat bulan Aguirre’nin tüm filme damga vuran, unutulmaz bir anti kahraman olduğu inkâr edilemez.

Aguirre’nin sal içerisinde, gücü eline aldıktan sonra bile hırslarını devam ettirmesi nedeniyle süren olumsuzluklar, bir de kıyıdan sürekli yerliler tarafından saldırıya uğramalarıyla içinden çıkılmaz bir hal alır. İçte ve dışta sürekli devam eden tekinsizlik hali filmin en büyük çatışmasını doğurur. Bu da zaten Aguirre, der Zorn Gottes’in unutulmazlar arasında yerini almasında hatta kült mertebesine erişmesinde en önemli etkendir. Bu yarattığı tekinsiz evreni ile seyirciyi epey zorlayan filmde, bir süre sonra karakterlerin halüsinasyonlar görmeleriyle iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.

Kinski ile Herzog’un arasında yaşanılan kavga ile de kendine bir popülerlik sağlayan film, çok düşük bütçe ile bir hafta gibi kısa bir sürede çekilmiştir. Tüm bu sebepler de elbette filmin kült olmasındaki etkenlerdir. Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now filmine esin kaynağı olduğunu fark etmemek ise mümkün değildir. Coppola, bu filmin ruhuyla muhteşem eserine hayat vermiştir. Aguirre, der Zorn Gottes de yarattığı etkiyi daha birçok filme yansıtmaya, aradan yıllar geçse de devam etmektedir hiç kuşkusuz.




4) Lektionen in Finsternis (Karanlığın Dersleri) – 1992

Yıldız evreninin çöküşü, yaratılış gibi, görkemli bir ihtişamla gerçekleşir.

Blasie Pascal
Pascal’ın bu sözleriyle başlayan Lektionen in Finsternis, tam da bu sözlerde vurgulanan çöküşü resmetmektedir. Werzog, insan eliyle yapılan cehennemi belgeselinde bizlere sunarken, oldukça görkemli olmasında özel bir çaba sarf etmiş olabilir. Zira yirminci yüzyılın sonlarına doğru yaşanılan savaş üzerinden elde edilen görüntülerin, korkutucu olmasının yanında nefes kesici bir etkileyiciliğe de sahip olduğunu inkâr edemeyiz. Ateş üzerinden, dünyanın sonuna hızla yapılan yolculuk, Herzog ellerinde -kendisi ne kadar inkâr etse de- estetize edilmektedir. Üstelik bu baş döndürücü görüntülerin Mahler, Prokofieff, Verdi, Wagner ve Arvo Part gibi klasik müziğin dehası olan isimlerin eserleri eşliğinde verildiğini de unutmayalım.

Tüm bu sebeplerden dolayı ilk kez gösterildiği Berlin Film Festivali’nde savaşı estetize ettiği gerekçesiyle eleştirilen Herzog, elbette kendini temeli sağlam bir noktadan savunmayı da biliyor. Medyanın verdiği patlama, ateş görüntüleriyle algılarımızda var olan savaşa tam tersinden, bozulan ekolojik denge üzerinden savaşa baktığını söylüyor. Tüm bu eleştiriler, yakıştırmalar ve savunmalar bir yana, Birinci Körfez Savaşı ile ilgili yapılmış en etkili belgesellerden biri olan Lektionen in Finsternis ile Herzog, medeniyet ile barbarlık arasındaki ince çizgiyi oldukça etkili bir şekilde veriyor.

Film boyunca ihtişamlı patlama ve ateş görüntülerinden birkaç defa sıyrılıp, savaş mağduru insanlara odaklanıyoruz. Bunlardan ikisi kadın, biri de çocuk. Oğluna işkence edilmesini izlemek zorunda kalan ve yaşadıklarının vahşetinden ötürü artık konuşamayan bir kadın ile uzunca bir süre baş başa kalıyoruz. Sürekli bir şeyler anlatan, ama hiçbir şey anlatamayan bu kadın ile birlikteliğimiz filmin belki de en çarpıcı anlarına ev sahipliği yapmaktadır. İnsanlığın ilk kullandığı aletleri andıran, işkence araçlarının görüntüleri de aynı şekilde seyirci olarak bizleri afallatmaya yetiyor. Bu işkence aletlerinin ve konuşamayan kadının insanlığın ilk dönemlerini temsil ettiğini gözden kaçırmamak gerek.  Herzog, insanlığın aslında bir adım bile öteye gidemediğini ifade etmek istiyor. On üç epizotdan oluşan, bu belgesellik harikasının, bir nevi kutsal kitaplar gibi tane tane bize bir şeyler anlattığını ve kulak vermeniz gerektiğini söylemeden edemeyeceğim.




5) La Soufrière – 1977

Herzog,  bu belgeseliyle doğa ile arasına hiçbir şeyin giremeyeceğini göstermiştir. Zira Karayip Denizi’nde bulunan Montserrat Adası’ndaki La Soufrière adlı yanardağın her an patlaması beklenirken ve adadan 75.000 kişi tahliye edilmişken, Herzog’dan başka kim oraya gider? Herzog, doğaya ve onun ihtişamına duyduğu açlığı bir kez daha bastıramamıştır. Kendisinin ve yanında gitmek için ikna ettiği iki arkadaşının da hayatını tehlikeye atarak adaya gitmeye karar verir. Herzog, televizyonda izlediği haberde, bir kişinin kasabayı terk etmediğini öğrenince aslında gitmek için istek duyar. Zaten belgeselin en büyük amaçlarından biri yanardağı çekmek ise biri de kasabayı ter etmeyen adamı bulmaktır. Herzog ve arkadaşları sadece bu adamı değil onun gibi iki kişiyi, en önemlisi ise açlıktan ölmüş ve ölmek üzere olan, yüz üstü bırakılmış hayvanları da bulur.

La Soufrière’u izliyor olmamız, yanardağın zaten patlamadığının kanıtı oluyor bir nevi. Zira yanardağ patlasaydı ne bu belgesel ne de Herzog olurdu. Neyse ki yanardağ, belki de Herzog’a, ayağına kadar gelen bu kabına sığmaz deliye bir jest yapıyor. Böylece hem korkunun nasıl alt edilebileceğine, gerçek bir belgeselcinin sınırlarının olmadığına ve elbette doğanın ihtişamına, kudretine bir kez daha, yine Herzog sayesinde tanık oluyoruz. Bana kalırsa gerçekten patlayan bir yanardağın yarattığı etkiden, Herzog’un bu deli işi cesareti çok daha başka.

Herzog, tıpkı Lektionen in Finsternis’deki gibi bir tarz izliyor; yanardağı tepeden, geniş açılarla gösterip, tam da ondan beklenilen bir estetik kurarken bir yandan da kasabayı terk etmeyen insanları ekrana taşıyor. Heybetli görüntüler ile Herzog olmasa belki de hiç tanımayacağımız küçük hayatlar, kendi kaderine bırakılan hayvanlar birbiri içinde eritiliyor. Tüm bunların içerisine 1902 yılında adayı tamamen yok eden patlamanın gerçek hikâyesine de değinen belgesel, sonunda dile getirdiği birkaç cümle ile medya eleştirisini de yapmadan edemiyor.




Nosferatu: Phantom der Nacht (Vampir: Nosferatu) – 1979

Vampir külliyatına bir katkı da Nosferatu: Phantom der Nacht ile Herzog’dan gelmiştir. Herzog, F.W. Murnau’nun  Bram Stoker’ın Drakula adlı eserinden yola çıkarak çektiği Nosferatu, eine Symphonie des Grauens’un neredeyse birebir uyarlamasını yapmıştır. Murnau’ya saygı duruşu niteliği taşıyan film, elbette Herzog gibi bir delinin elinde ve ondan kalır yanı olmayan Klaus Kinski ile bambaşka bir boyuta taşınıyor. Herzog’un film için binlerce fareyi çekimleri yaptığı yere getirmesi gibi akıl almaz hareketleri, Kinski’nin sıra dışı görüntüsü ve olağanüstü oyunculuğu film ile anılacak en büyük etkenlerdir.

Tarihi bir film olan Nosferatu: Phantom der Nacht, bu konuda bana kalırsa pek de titiz bir çalışma içerisine girmemiş açıkçası. Amsterdam’ın yapısı bozulmamış sokaklarında yapılan çekimler, nedense bir türlü o eski hissiyatını oluşturamıyor. Lakin bu olumsuzluğunun yanında Drakula’nın yaşadığı şato, bu eksikliği biraz olsun telafi ediyor. Film başlarken ekrana gelen mumya görüntüleri, Kinski’nin hayat verdiği Drakula’nın etkileyici görüntüsü, farelerin seyircide yarattığı rahatsızlığın gerçekçiliği film için söylenebilecek en önemli etkenler.

Benim gibi vampir filmlerine meraklı olanları, tüm eksikliklerine rağmen etkileyecek bu filmin, bilim ile hurafelerin çatışmasına da ev sahipliği yaptığını, dini de oldukça cesur bir şeklide eleştirdiğini söylemeyi unutmamak gerek.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder