Tehlikeye ve Riske Karşı İflah Olmaz Bir Bağımlı
Yeni Alman Sineması’nın kurucularından olan Werner Herzog,
yetmişten fazla film çekmiş hala da çekmeye devam eden arsız bir yaratıcıdır.
Alexander Kluge, Rainer Werner Fassbinder, Wim Wenders gibi isimlerle birlikte
1920’lerdeki Alman Dışa Vurumculuk’u rehber alarak, birbirinden başarılı işlere
imza atmıştır. Herzog ise bu isimlerin içerisinde en çılgını, en aykırısı,
kısaca en delisi unvanını sonuna kadar hak etmektedir. Tehlike ve riske karşı
engellenemez bir istek duyan Herzog, hayatını tehlikeye atma pahasına çarpıcı
belgesellere, zorlu koşullar altında çektiği kurmaca filmlere imza atmıştır.
Kimi zaman patlamak üzere olan bir yanardağın dibine gitmiş, kimi zaman da eksi
yetmiş derecede Antarktika’ya yol almıştır. Gerçekçiliği sadece belgesellerde
değil kurmaca filmlerinde de yakalamak istemiş, bu nedenle de bir gemiyi raylar
üzerinde karadan kıyıya indirmek gibi bir çılgınlığa da imza atmıştır. Açıkçası
Herzog’un belgesel ve kurmaca dünyasına armağan ettiği her bir yapıtın ayrı bir
değeri, önemi vardır.
Almanya doğumlu olan bu çılgın sinemacı, çocukluk arkadaşı
Klaus Kinski ölünceye kadar sinema yolculuğuna onunla devam etmiştir. Herzog’un
en önemli kurmaca eserlerinin başrolünü hep Kinski üstlenmiştir. Üstelik her
birinde de üstün bir performans sergileyerek, Herzog’un filmlerini adeta
varlığıyla ihya etmiştir. Herzog ile Kinski, delilik noktasında birbirlerine o
kadar benzerler ki, bu benzerlik onları çoğu zaman sonu gelmez tartışmalara
sevk eder. Kafalara silahların bile çekildiği noktaya gelecek kadar ileri giden
tartışmalar, ikilinin belki de birlikte yarattıkları sinemayı daha da
beslemiştir kim bilir? Hiçbir şekilde sinema eğitimi almamış olan Herzog, çok
büyük üne sahip bir sinema kampı da kurmuştur. Bir sinema okulu demiyorum.
Çünkü Herzog asla öğrencilerine sinema adına teorik bilgiler vermemektedir.
Onların filmler çekebilmeleri için uygun ortam yaratmakta ve düşünce olarak yol
göstermekte, onları beslemektedir.
Deliliğin Sınırında Dolaşan Bir Adam
75 yaşına gelmesine
rağmen üretkenliğinden, deliliğinden bir şey kaybetmeyen, her daim
belgesellerine kaçak giriş yapmasıyla varlığını ensemizde hissettiren bir isim
o. Hatta belgesellerinde kamera karşısına çıkmak bir yana kendi düşüncelerini
dikte ettirmekten imtina duymayan, hınzır bir oyunbozan aynı zamanda. Her ne
kadar Kinski’nin ölümünden sonra kurmaca filmlerinin öksüz kaldığını düşünsem
de Herzog, belgeselleri ve Kinski ile hayat bulan kurmaca filmleriyle destan
yazmış bir sinemacıdır. Seyirciyi dehşete düşüren etkileyicilikteki
görüntüleri, sıra dışı mevzuları, hikâyeleri, filmlerindeki ustaca, oldukça
hesaplı-kitaplı yapılan müzik kullanımı onu tanımlarken ilk akla geleceklerdir.
Sinemaya başlamadan önce para kazanmak adına kaçakçılık bile
yapan bu gözünü budaktan sakınmayan adamın filmleri dışında da pek uslu durduğu
söylenemez. Kimi zaman verdiği röportajlarda söyledikleri ile gündeme oturmuş,
kimi zaman da çektiği videolarla akılları baştan almıştır. Birçok kez
röportajlarında hipi hareketini, new age’i, aerobik stüdyolarını, yoga sınıflarına
katılan yıldız adaylarını yerden yere vurmuş, tüm bunların büyük bir saçmalık
olduğunu dile getirmiştir. Böylesine kabına sığmaz demeçlerinin yanında ise
Werzog’un ne kadar deli olduğunu anlamanıza yardımcı olmak için, arkadaşıyla
girdiği iddiayı kaybetmesi üzerine ayakkabı pişirip, yediği videoyu da sizlerle
paylaşmak isterim.
1) Fitzcarraldo - 1982
Herzog bir kez daha yönünü Amazon’a çevirir Fitzcarraldo
ile. Yanına da asla vazgeçemediği Klaus Kinski’yi alır. Herzog’un tartışmasız
başyapıtı diyebileceğimiz bu filmi, üç yıl gibi akıl almaz uzunlukta bir
zamanda, oldukça büyük bir bütçeyle, tamamen gerçek görüntülerle çekilmiştir.
Herzog, kafasında hayal ettiği filmi çekebilmek adına kendisini ve film
ekibini, uzun ve meşakkatli bir sürece maruz bırakmıştır. Büyük emeklerle,
fedakârlıklarla çekilen böylesine bir filmin gişede karşılığını alamadığını
bilmek elbette çok üzücü. Neyse ki Herzog, Cannes Film Festivali’nden En İyi
Yönetmen ödülünün sahibi olmuştur. Kinski’nin ise ödüllendirilmemesi kapanmayan
bir yaradır bana kalırsa. Zira Aguirre, der Zorn Gottes’den sonra daha da
yükselttiği oyunculuğunun ödülsüz kalması hazmedilir gibi değildir.
Kauçuk avcılarının istila ettiği Peru’ya misafir etmekte bu
kez Herzog bizleri. Peru’ya gelerek, hadsizce toprakları istila eden, kauçuku
sahiplenerek zengin olan insan müsveddleri ile karşılaşırız. Toprakların asıl
sahiplerini köleleştirmiş, doğanın olanı da hadsizce sömürmüşlerdir bu
insanlar. Lakin bizim kahramanımız Fitzcarraldo, asla bu insanlardan biri
değildir. Açıkçası böylesine nevi şahsına münhasır bir kişiliğin istilacılarla
birlikte Peru’da ne işi olduğunu anlamak güç. Geçmişine dönük bir bilgiye sahip
olmadığımız için bunu anlayamıyoruz. Kültür-sanat ile hiçbir ilgileri olmayan
istilacıların arasında bir opera binası yapmayı düşleyen Fitzcarraldo, hep
dışlanır. Ama Fitzcarraldo, öylesine büyük bir hayranlık besliyordur ki
operaya, ne horlanması ne de başarısızlıkla sonuçlanan girişimleri onu
yıldırır. Ve sonunda akıl almaz bir işe girişir.
Herzog, kapitalizm, sömürgecilik, yerli halkların
köleleştirilmesi, ekolojik kriz gibi birçok meseleyi odağına alarak aynı
zamanda çok büyük bir sosyal sorumluluk bilinciyle hareket ediyor bu filmde.
Sömürgecileri, görgüsüz para babaları olarak çizmekten tut da balta girmemiş
ormanlarda yapılan kıyımın görüntülerine kadar her anıyla hem baş döndürücü hem
de iç karartıcı anlara sahiptir film. Bir geminin karadan, rayların üzerinden
karşı kıyıya indirilmesi kadar imkânsız bir şeyi gerçekleştiren Fitzcarraldo isimli,
sinemanın gelmiş geçmiş en büyük tutkunu ile tanıştığımız Fitzcarraldo’nun
finali ise tek kelime ile muazzamdır. Son olarak filmde kullanılan opera
müziklerinin güzelliği ve tüm hikâyeye eşlik etmesi de unutulmamalı.
2) Grizzly Man (Ayı Adam) – 2005
Herzog, kariyerinin belki de en ilginç belgeseline imza
atmıştır Grizzly Man ile. Alaska’daki vahşi boz ayılara kendini adayan, hatta
onlardan biri olmak isteyen Traedwell’ın trajedisine ortak eder bizleri. 2003
yılında boz ayılar tarafından yenilen Traedwell’in beş yıl boyunca yaptığı yüz
saatin üzerindeki görüntüler, çok isabetli bir kararla Herzog’un ellerine
teslim ediliyor. Herzog da bu akıl almaz beş yılın kayıtlarını kullanarak,
kıskanılası bir belgesele imza atıyor.
Traedwell, Alaska’da ulusal parkta yaşayan boz ayıların
yanına her yaz gitmekte ve tüm tehlikesine rağmen aylarca orada yaşamıştır.
Üstelik yaşadıklarını da kayıt altına almaktan geri durmamıştır. Hatta bu
misafirliklerini bir süre sonra iki kişiyle gerçekleştirmeye başlamış,
sevgililerini de kendisiyle götürmüştür. Amie de bunlardan biridir. Fakat ne
yazık ki Amie, Traedwell ile kaçınılmaz sonu da paylaşmıştır.
Traedwell’in kayıtlarda, ulusal parktaki varlığını duvardaki
sinek olarak tanımlasa da aslında pek de öyle değildir. Zira Traedwell’in
kayıtlarının bir belgeselci tarzıyla çekilmediği hemen anlaşılıyor. Kameranın
her daim karşısına geçerek, ayılarla nasıl yaşadığını, onlarla nasıl iletişim
kurduğunu, onlara nasıl hükmettiğini anlatıp, duruyor. Arka fonda da dolaşan,
arada kendisine yaklaşan ayılar fon görevi görmekten öteye gidemiyor. Gerçek
kayıtlarda durum bu iken, röportajların olduğu süreçlerde ise yine kamera
karşısına geçmekten kendini alıkoyamayan Herzog çıkıyor karşımıza. Herzog, her
zamanki gibi genel geçer belgesel algısını ters düz etmekte, müdahil olmayan
yönetmen çizgisine ise adeta nanik yapmaktadır.
Bu kamera karşısına geçmekten ve kendilerini, fikirlerini
empoze etmekten de asla geri durmayan Herzog ile Traedwell’i görmediğimiz
zamanlar ise Grizzly Man’in değerini asıl ortaya çıkaran anlardır. Herzog,
Traedwell’i tanıyan ya da olaya öyle ya da böyle müdahil eden herkesi dinliyor,
farklı düşüncelerden herkesin konuşmasını sağlıyor. Traedwell’in ayılarla
yaşamasını onaylamayanlardan, ona hayranlık duyanlara kadar farklı açıdan
birçok kişiyi dinlerken bir yandan da sürekli yaşananları ölçüp, biçiyoruz ve
bitmek bilmez sorularla baş başa kalıyoruz; ortada bir suçlu var mı?
Traedwell’in ayıların yaşam alanına bu kadar uzun bir süre yaptığı davetsiz
misafirliği doğru mu? En önemlisi ise ayıların insanları yemesi bir vahşet
olarak düşünülüyor da insanların ayıları sorgusuz sualsiz katletmesi doğuştan
gelen bir hak olarak görülüyor? Herzog’un aklımıza düşürdüğü bu ve bunun gibi
bir yığın soru ile tanışmak isteyenler için Grizzly Man, muhteşem bir tecrübe.
3) Aguirre, der Zorn Gottes (Aguirre, Tanrının Gazabı) – 1972
Efsanevi altın şehir El Dorado’ya ulaşmak için Amazon’un
derinliklerine dalan bir grup İspanyol’un yol hikâyesi esasında Aguirre, der
Zorn Gottes. Lakin El dorado’ya ulaşmaya çalışan bu topluluğun içerisinde
yaşanılacak güç kavgaları ve dışarıdan gelen saldırılar umuda yapılan yolculuğu
hayal kırıklığına sürükler. Önce kıyıdaki yolculuklarında tanımaya başladığımız
bu topluluğun içerisinde imparator, komutan ve askerleri, papaz, köleler vs
gibi bir kast sisteminde olabilecek tüm grupları temsilen birilerinin bulunması
bu grubun İspanya’nın bir alegorisi olduğunu ispatlamaktadır. Daha sonra
yaptıkları bir salla yola devam eden grup içerisinde baş gösteren çatışmalar
Tanrı’nın gazabını temsilen Aguirre’nin doğuşuna sebep oluyor. Klaus Kinski
gibi muhteşem bir oyuncuyla hayat bulan Aguirre’nin tüm filme damga vuran,
unutulmaz bir anti kahraman olduğu inkâr edilemez.
Aguirre’nin sal içerisinde, gücü eline aldıktan sonra bile
hırslarını devam ettirmesi nedeniyle süren olumsuzluklar, bir de kıyıdan
sürekli yerliler tarafından saldırıya uğramalarıyla içinden çıkılmaz bir hal
alır. İçte ve dışta sürekli devam eden tekinsizlik hali filmin en büyük
çatışmasını doğurur. Bu da zaten Aguirre, der Zorn Gottes’in unutulmazlar
arasında yerini almasında hatta kült mertebesine erişmesinde en önemli etkendir.
Bu yarattığı tekinsiz evreni ile seyirciyi epey zorlayan filmde, bir süre sonra
karakterlerin halüsinasyonlar görmeleriyle iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.
Kinski ile Herzog’un arasında yaşanılan kavga ile de kendine
bir popülerlik sağlayan film, çok düşük bütçe ile bir hafta gibi kısa bir
sürede çekilmiştir. Tüm bu sebepler de elbette filmin kült olmasındaki
etkenlerdir. Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now filmine esin kaynağı
olduğunu fark etmemek ise mümkün değildir. Coppola, bu filmin ruhuyla muhteşem
eserine hayat vermiştir. Aguirre, der Zorn Gottes de yarattığı etkiyi daha
birçok filme yansıtmaya, aradan yıllar geçse de devam etmektedir hiç kuşkusuz.
4) Lektionen in Finsternis (Karanlığın Dersleri) – 1992
Yıldız evreninin çöküşü, yaratılış gibi,
görkemli bir ihtişamla gerçekleşir.
Blasie Pascal
Pascal’ın bu sözleriyle başlayan Lektionen in Finsternis,
tam da bu sözlerde vurgulanan çöküşü resmetmektedir. Werzog, insan eliyle
yapılan cehennemi belgeselinde bizlere sunarken, oldukça görkemli olmasında
özel bir çaba sarf etmiş olabilir. Zira yirminci yüzyılın sonlarına doğru
yaşanılan savaş üzerinden elde edilen görüntülerin, korkutucu olmasının yanında
nefes kesici bir etkileyiciliğe de sahip olduğunu inkâr edemeyiz. Ateş
üzerinden, dünyanın sonuna hızla yapılan yolculuk, Herzog ellerinde -kendisi ne
kadar inkâr etse de- estetize edilmektedir. Üstelik bu baş döndürücü
görüntülerin Mahler, Prokofieff, Verdi, Wagner ve Arvo Part gibi klasik müziğin
dehası olan isimlerin eserleri eşliğinde verildiğini de unutmayalım.
Tüm bu sebeplerden dolayı ilk kez gösterildiği Berlin Film
Festivali’nde savaşı estetize ettiği gerekçesiyle eleştirilen Herzog, elbette
kendini temeli sağlam bir noktadan savunmayı da biliyor. Medyanın verdiği
patlama, ateş görüntüleriyle algılarımızda var olan savaşa tam tersinden,
bozulan ekolojik denge üzerinden savaşa baktığını söylüyor. Tüm bu eleştiriler,
yakıştırmalar ve savunmalar bir yana, Birinci Körfez Savaşı ile ilgili yapılmış
en etkili belgesellerden biri olan Lektionen in Finsternis ile Herzog,
medeniyet ile barbarlık arasındaki ince çizgiyi oldukça etkili bir şekilde
veriyor.
Film boyunca ihtişamlı patlama ve ateş görüntülerinden
birkaç defa sıyrılıp, savaş mağduru insanlara odaklanıyoruz. Bunlardan ikisi
kadın, biri de çocuk. Oğluna işkence edilmesini izlemek zorunda kalan ve
yaşadıklarının vahşetinden ötürü artık konuşamayan bir kadın ile uzunca bir
süre baş başa kalıyoruz. Sürekli bir şeyler anlatan, ama hiçbir şey anlatamayan
bu kadın ile birlikteliğimiz filmin belki de en çarpıcı anlarına ev sahipliği
yapmaktadır. İnsanlığın ilk kullandığı aletleri andıran, işkence araçlarının
görüntüleri de aynı şekilde seyirci olarak bizleri afallatmaya yetiyor. Bu
işkence aletlerinin ve konuşamayan kadının insanlığın ilk dönemlerini temsil
ettiğini gözden kaçırmamak gerek.
Herzog, insanlığın aslında bir adım bile öteye gidemediğini ifade etmek
istiyor. On üç epizotdan oluşan, bu belgesellik harikasının, bir nevi kutsal
kitaplar gibi tane tane bize bir şeyler anlattığını ve kulak vermeniz
gerektiğini söylemeden edemeyeceğim.
5) La Soufrière – 1977
Herzog, bu belgeseliyle
doğa ile arasına hiçbir şeyin giremeyeceğini göstermiştir. Zira Karayip
Denizi’nde bulunan Montserrat Adası’ndaki La Soufrière adlı yanardağın her an
patlaması beklenirken ve adadan 75.000 kişi tahliye edilmişken, Herzog’dan
başka kim oraya gider? Herzog, doğaya ve onun ihtişamına duyduğu açlığı bir kez
daha bastıramamıştır. Kendisinin ve yanında gitmek için ikna ettiği iki
arkadaşının da hayatını tehlikeye atarak adaya gitmeye karar verir. Herzog,
televizyonda izlediği haberde, bir kişinin kasabayı terk etmediğini öğrenince
aslında gitmek için istek duyar. Zaten belgeselin en büyük amaçlarından biri yanardağı
çekmek ise biri de kasabayı ter etmeyen adamı bulmaktır. Herzog ve arkadaşları
sadece bu adamı değil onun gibi iki kişiyi, en önemlisi ise açlıktan ölmüş ve
ölmek üzere olan, yüz üstü bırakılmış hayvanları da bulur.
La Soufrière’u izliyor olmamız, yanardağın zaten
patlamadığının kanıtı oluyor bir nevi. Zira yanardağ patlasaydı ne bu belgesel
ne de Herzog olurdu. Neyse ki yanardağ, belki de Herzog’a, ayağına kadar gelen
bu kabına sığmaz deliye bir jest yapıyor. Böylece hem korkunun nasıl alt
edilebileceğine, gerçek bir belgeselcinin sınırlarının olmadığına ve elbette doğanın
ihtişamına, kudretine bir kez daha, yine Herzog sayesinde tanık oluyoruz. Bana
kalırsa gerçekten patlayan bir yanardağın yarattığı etkiden, Herzog’un bu deli
işi cesareti çok daha başka.
Herzog, tıpkı Lektionen in Finsternis’deki gibi bir tarz
izliyor; yanardağı tepeden, geniş açılarla gösterip, tam da ondan beklenilen
bir estetik kurarken bir yandan da kasabayı terk etmeyen insanları ekrana
taşıyor. Heybetli görüntüler ile Herzog olmasa belki de hiç tanımayacağımız
küçük hayatlar, kendi kaderine bırakılan hayvanlar birbiri içinde eritiliyor. Tüm
bunların içerisine 1902 yılında adayı tamamen yok eden patlamanın gerçek
hikâyesine de değinen belgesel, sonunda dile getirdiği birkaç cümle ile medya
eleştirisini de yapmadan edemiyor.
Nosferatu: Phantom der Nacht (Vampir: Nosferatu) – 1979
Vampir külliyatına bir katkı da Nosferatu: Phantom der Nacht
ile Herzog’dan gelmiştir. Herzog, F.W. Murnau’nun Bram Stoker’ın Drakula adlı eserinden yola
çıkarak çektiği Nosferatu, eine Symphonie des Grauens’un neredeyse birebir
uyarlamasını yapmıştır. Murnau’ya saygı duruşu niteliği taşıyan film, elbette
Herzog gibi bir delinin elinde ve ondan kalır yanı olmayan Klaus Kinski ile
bambaşka bir boyuta taşınıyor. Herzog’un film için binlerce fareyi çekimleri
yaptığı yere getirmesi gibi akıl almaz hareketleri, Kinski’nin sıra dışı
görüntüsü ve olağanüstü oyunculuğu film ile anılacak en büyük etkenlerdir.
Tarihi bir film olan Nosferatu: Phantom der Nacht, bu konuda
bana kalırsa pek de titiz bir çalışma içerisine girmemiş açıkçası. Amsterdam’ın
yapısı bozulmamış sokaklarında yapılan çekimler, nedense bir türlü o eski
hissiyatını oluşturamıyor. Lakin bu olumsuzluğunun yanında Drakula’nın yaşadığı
şato, bu eksikliği biraz olsun telafi ediyor. Film başlarken ekrana gelen mumya
görüntüleri, Kinski’nin hayat verdiği Drakula’nın etkileyici görüntüsü,
farelerin seyircide yarattığı rahatsızlığın gerçekçiliği film için
söylenebilecek en önemli etkenler.
Benim gibi vampir filmlerine meraklı olanları, tüm
eksikliklerine rağmen etkileyecek bu filmin, bilim ile hurafelerin çatışmasına
da ev sahipliği yaptığını, dini de oldukça cesur bir şeklide eleştirdiğini
söylemeyi unutmamak gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder