1 Ağustos 2018 Çarşamba

Ulrich Seidl Sineması



Avusturyalı Ulrich Seidl, Avrupa sinemasının ilk akla gelen isimlerinden biri hiç kuşkusuz. Özellikle Cennet Üçlemesi serisiyle dikkatleri üzerine çeken yönetmenin birkaç yıl arayla birbirinden nitelikli işler üretmesine şaşırmıyoruz artık. 1980 yılında başladığı yönetmenlik kariyerinde kurmaca filmlerden daha çok belgesellere imza atan Seidl’in belgesellerinin dikkat çekme ve ilgi görme oranının kurmacalarından kalır yanı yok neredeyse. Bunun en büyük sebeplerinden biri de kuşkusuz onun belgesel kültürüne kendisi tarafından getirilen yorumu olsa gerek. Çünkü Seidl, klasik, alışılagelmiş belgesel tarzından oldukça farklı, aykırı bir yol benimsemektedir genelde. Adeta kurmaca bir film çekiyormuşçasına her şeyi iğneden ipliğine kadar tasarlayıp, kurmak Seidl’in biz seyircilere kurduğu bir oyun aslında. Seyircinin genel geçer film izleme algılarıyla oynayarak, en büyük kozunu sahneye koymaktadır böylelikle.

Böylesine akıl oyunlarının çok daha fazlasına gebe olan Seidl sinemasını adım adım incelemek gerekirse ilk öncelikle senaryodan yola başlamak gerek. Zira filmografisinin neredeyse büyük bir kısmında senaryo ayağını karısıyla birlikte ortaya koyan yönetmenimiz, sivri dilinden, odağına aldığı meselelerden tut da her konuda takdiri hak etmektedir.  Ülkesinin insanları üzerinden tüm Avrupa insanını odağına alan Seidl, lafını söylemekten asla geri durmamıştır. Neredeyse her filminde Avusturyalıların birçok insanın söylemeyeceği, saklayacağı yanlarını büyük bir cesaretle perdeye yansıtmış, çoğu zaman onları yerden yere vurmuştur. Karakter yaratımı, oyuncu seçimi, gereksiz hareketlerden kaçınan kamerası, etkileyici kadraj kullanımı, müzik vs gibi yardımcılara ihtiyaç görmeyen tavrı ve daha niceleriyle Seidl sineması abartısı bağımlısı olunacak bir sinemadır. Dilerseniz böylesine meziyetleriyle andığımız Seidl’in son dönem yapımlarından beş tanesine yakından bakalım.

1)Safari – 2016

Ulric Seidl’in beyaz insanın sömürgeci, faşist ve katliamcı yanını gözler önüne serdiği Safari, oldukça çarpıcı bir belgesel.  Avusturya’dan Afrika’ya av sporu adı altında hayvan katletmeye giden katil insanlığı perdeye yansıtan Seidl, izlerken kanımızı donduracak sahnelerle bizleri buluşturmaktan kaçınmıyor asla. Bir anlık zevk uğruna hayvanları katleden insan müsveddelerinin aynı zamanda yaptıklarını güzelledikleri konuşmalar adeta katliamın yapıldığı ve cesetlerin parçalandığı sahneler kadar insanın kanını donduracak cinsten. Tam anlamıyla hayvan türüne karşı bir faşizm söz konusu oluyor ne yazık ki. Beyaz insan ile katledilen hayvanlar arasındaki bu münasebete siyah insanın da dâhil olmasıyla sadece şekil değiştiren fakat aynen devam eden sömürgeciliğinde altı çizilmiş olan belgesel, eğer hayvan düşmanı, faşist ya da sömürgeci değilseniz alt-üst edecek cinsten.

Seidl’nin, filmografisinin en nitelikli en sert, en kan dondurucu yapımı olan Safari, izlenebilirliği de en zor işlerden biri adeta. İnsanlığın, özellikle de beyaz insanın yüzüne tokat gibi çarpan belgeseli izlerken gözlerinizi kapamamanız, duyduklarınız karşısında sinir krizine girmemeniz işte bile değil.




2) Paradies: Liebe (Cennet: Aşk) – 2012

Seidl'in üçlemesinin bu ilk halkası, kadınlara çevirdiği kamerasına yansıyan belki de en yalnız ve umutsuz karakterinin hikâyesidir. Kızını zayıflama kampına (Paradies: Hoffnung) gönderen Teresa, seks turizminin merkezi Kenya'ya tatile gider. Amaç elbette Kenya'nın masmavi okyanusu, bembeyaz kumsalı, cömert güneşi değildir. Amaç siyah insanın toprağını, madenlerini, hayvanlarını (Safari) ve akla gelmeyecek her şeyini sömüren beyaz insanın bu kez de siyah insanın vücuduna gözlerini dikmesidir. Gücü ve parasıyla dünyanın geri kalan topraklarının tanrısı olduğunu zanneden beyaz insan, cebine doldurduğu bir miktar parayla Kenya'ya giderek kendilerini Afrodit olarak hissetme hayali kurar. Her ne kadar Teresa karakteri, ilk etapta çekingen ve daha ilkeli davranıyor gibi çizilse de kısa sürede atalarının, arkadaşlarının bencil, megaloman, riyakâr tavrına fazlasıyla bürünür ne yazık ki. Yağ bağlamış ve sarkmış, kırışmış vücutlarıyla gencecik, yakışıklı Kenya erkeklerini adeta bir seks objesi gibi kullanan, kendi dillerinde onlara olmadık hakaretler eden, her ne kadar dile getirmeseler de onları, kendilerine hizmet etmek için var olan köleler olarak gören Avrupalı kadınlar, tek kelime ile mide bulandırıyor açıkçası. Sürekli takipte olduğumuz başkarakterimiz Teresa ile bu nedenle özdeşlik kurmak da mümkün değil. Büyük bir yalnızlık içerisinde acı çeken, tam anlamıyla bir kaybeden kadın olan Teresa'nın kızını bile terk edildiği, daha doğrusu iş üstünde olmadığı zaman hatırlaması ona karşı hissettiklerimizi bilemekten başka işe yaramıyor.

Seidl'inin yine ülkesindeki ve bu bağlamda tüm Avrupa’daki insanların mide bulandırıcı sömürge anlayışını bu kez de seks turizmi üzerinden perdeye yansıttığı Paradis: Liebe, tam anlamıyla bir başyapıt. Tam da üçlemesinin adı gibi cennetten bir parça olan Kenya'da mavi, beyaz ve siyahın muhteşem kontrasını yakalayan Seidl, sadece kıyıda geçen sahnelerde değil filmin tümünde beyaz insan ile siyah insan arasındaki renk zıtlığını ortamlara egemen olan mavi renk içinde buluşturuyor. Müzikten, metaforlardan, kamera hareketlerinden, kurgu oyunlarından uzakta, sade ve net bir şekilde, sakince hikâyesini anlatan Seidl, vuruculuğunu neye borçlu net olarak kestiremem belki ama en önemli sebebin samimi ve acımasız olması olsa gerek. Beyaz insanın Afrika topraklarında yaptığı vahşeti, talanı, sömürüyü perdeye yansıtan en önemli filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Paradise: Liebe, yönetmenin daha sonra çekeceği Safari'nin ayak seslerinin de habercisi aslında bir nevi.




3) Paradies: Glaube (Cennet: İnanç) – 2012

Cennet üçlemesinin ikinci ayağı olan Paradies: Glaube, bu kez de odağına dini yerleştirmekte. Başkarakter Anna Maria aracılığıyla Katolik Hıristiyanlığın en bağnaz hali ile bizi baş başa bırakan Seidl, bu kadarı ile de yetinmeyerek Anna Maria’nın kocası ayağıyla Müslümanlığı da karşımızda arz-ı endam ettiriyor. Her anında neredeyse yanında olduğumuz Anna Maria, oldukça dindar, daha doğrusu bağnaz, sapkın bir Katoliktir. İsa heykeli ile seks yapacak kadar sapkınlaşan karakterimiz, ev ev dolaşarak Avusturya’daki göçmenlere yönelik misyonerlik çalışmaları yapmaktadır. Burada aslında yine haddini bilmez beyaz insanın, inandığı dini yayma politikası ile karşı karşıya kalmaktayız. Kendisi dışındaki renge, dine, dile, kültüre tahammülü olmayan beyaz insan, pervasızca insanların evlerine girerek, onlara akıl verip, yol gösteriyor. Anna Maria üzerinden Seidl, tüm bunları ve bu rezaleti gerçekleştirenlerin zavallılığını muhteşem bir bakışla perdeye yansıtıyor.

Filmin büyük bir kısmına mekân olan evde Hıristiyanlık ile Müslümanlık sürekli çatışırken evin dışındaki zamanlarda ise sayıca üstün olan din olan Hıristiyanlık ve onun küstah tavrı ile zorlu koşullarda hayatta kalmaya çalışan insanların dünyası karşı karşıya geliyor. Seidl, yine çok da gevezelik yapmadan, didaktik olmadan, az lafla çok şey anlatmayı başarıyor Paradies: Glaube ile. Özellikle birkaç sahnesinin unutulmazlar arasında şimdiden yerini aldığı bu filmin, söylemek istediklerine mutlaka kulak verilmeli.




4) Paradies: Hoffnung (Cennet: Umut) -2013

Ulrich Seidl´ın Cennet Üçlemesi'nin son ve bana kalırsa diğerlerine göre en zayıf halkası olan Paradies: Hoffnung, zayıflama kampına katılan Melanie’nin büyüme hikâyesi aslında. Annesi, seks turizminin merkezi Kenya'ya (Paradies: Liebe’nin başkarakteri) gidince kendisini de kampa yollamıştır. Oldukça despot ve aşağılayıcı bir program uygulayan zayıflama kampında Melanie'yi her şeye rağmen orada olmaktan rahatsız etmeyecek bir sebep vardır; Melanie, kampın kendisinden oldukça yaşlı doktoruna âşık olmuştur.  Karakterimiz bu süreçte hem kilolarıyla, hem henüz tam olarak vakıf olamadığı cinsel hayatla, sigara, içki ve en önemlisi aşk ve reddedilmekle mücadele edecektir. Tüm bunların kısa sürede etrafını sardığını, ona nefes bile alacak an bırakmadığı süreçte Seidl, Melanie özelinde Avusturya gençliğine de etkili bir bakış atıyor. Seks, içki, sigara, internet ve yeme eylemi içerisine hapsolmuş, tamamen tüketime programlanmış gençler, minimalist bir anlatımla perdede arz-ı endam ediyor.

Seidl, soğuk ve mesafeli, durağan kamerası, karakterlerini elinden geldiğince köşeye sıkıştıran tarzı, diyaloglardan daha çok durumlar, bakışlar üzerinden yaptığı aktarımıyla seyircisinde derin bir etki bırakmayı başarıyor. Üçlemede takip ettiğimiz en genç ve bu sebeple de belki de hayata en umutlu bakması gereken Melanie'nin peşine kapılmak tartışmasız Seidl, ile tanışmak için doğru tercih.




5) Im Keller (Bodrumda) – 2014

Im Keller,  Seidl’in üçlemeden sonra hayata geçirdiği, yine Avusturya insanının gizil yanlarına odaklandığı belgesel filmi.  Sıradan hayatlar yaşadığını düşündüğümüz, her gün belki de yolda karşılaşıp, selamlaştığımız insanların aslında nasıl hayatlar yaşadıklarını sorgulamamıza sebep olan Im Keller, tıpkı bir psikolog gibi insanın bilinçaltına yolculuk ediyor. Avusturya insanının evlerinin bodrumunu bilinçaltının metaforu olarak seçen Seidl, insanların toplumdan sakladıkları, kabul edilemez yanlarına ısrarla bakmamızı isiyor. Hatta görmeye ya da duymaya tahammül edemeyeceğimiz gerçeklere tüm çarpıcılığıyla şahit olmamızı kendine bir görev biliyor. Seks bağımlıları ve köleleri, silah fetişistleri, Nazi düşkünü faşistleri ve daha nicelerini saklı köşeleri olan bodrumlarında sunuyor bizlere Seidl. Tabii bizi onların bu mahremiyetini izlemeye ortak ederken yönetmen kendini hiçbir yerde konumlandırmayarak mesafeli bir aktarım tercih ediyor. İnsanların gizli duygularını izlerken güldüren ama güldürürken de düşündüren benzersiz bir insanlık halleri Im Keller.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder