Avusturyalı Ulrich Seidl, Avrupa sinemasının ilk akla gelen
isimlerinden biri hiç kuşkusuz. Özellikle Cennet Üçlemesi serisiyle dikkatleri
üzerine çeken yönetmenin birkaç yıl arayla birbirinden nitelikli işler
üretmesine şaşırmıyoruz artık. 1980 yılında başladığı yönetmenlik kariyerinde
kurmaca filmlerden daha çok belgesellere imza atan Seidl’in belgesellerinin
dikkat çekme ve ilgi görme oranının kurmacalarından kalır yanı yok neredeyse.
Bunun en büyük sebeplerinden biri de kuşkusuz onun belgesel kültürüne kendisi
tarafından getirilen yorumu olsa gerek. Çünkü Seidl, klasik, alışılagelmiş
belgesel tarzından oldukça farklı, aykırı bir yol benimsemektedir genelde.
Adeta kurmaca bir film çekiyormuşçasına her şeyi iğneden ipliğine kadar
tasarlayıp, kurmak Seidl’in biz seyircilere kurduğu bir oyun aslında.
Seyircinin genel geçer film izleme algılarıyla oynayarak, en büyük kozunu
sahneye koymaktadır böylelikle.
Böylesine akıl oyunlarının çok daha fazlasına gebe olan
Seidl sinemasını adım adım incelemek gerekirse ilk öncelikle senaryodan yola
başlamak gerek. Zira filmografisinin neredeyse büyük bir kısmında senaryo
ayağını karısıyla birlikte ortaya koyan yönetmenimiz, sivri dilinden, odağına
aldığı meselelerden tut da her konuda takdiri hak etmektedir. Ülkesinin insanları üzerinden tüm Avrupa
insanını odağına alan Seidl, lafını söylemekten asla geri durmamıştır.
Neredeyse her filminde Avusturyalıların birçok insanın söylemeyeceği,
saklayacağı yanlarını büyük bir cesaretle perdeye yansıtmış, çoğu zaman onları
yerden yere vurmuştur. Karakter yaratımı, oyuncu seçimi, gereksiz hareketlerden
kaçınan kamerası, etkileyici kadraj kullanımı, müzik vs gibi yardımcılara
ihtiyaç görmeyen tavrı ve daha niceleriyle Seidl sineması abartısı bağımlısı
olunacak bir sinemadır. Dilerseniz böylesine meziyetleriyle andığımız Seidl’in
son dönem yapımlarından beş tanesine yakından bakalım.
1)Safari – 2016
Ulric Seidl’in beyaz insanın sömürgeci, faşist ve katliamcı
yanını gözler önüne serdiği Safari, oldukça çarpıcı bir belgesel. Avusturya’dan Afrika’ya av sporu adı altında
hayvan katletmeye giden katil insanlığı perdeye yansıtan Seidl, izlerken
kanımızı donduracak sahnelerle bizleri buluşturmaktan kaçınmıyor asla. Bir
anlık zevk uğruna hayvanları katleden insan müsveddelerinin aynı zamanda
yaptıklarını güzelledikleri konuşmalar adeta katliamın yapıldığı ve cesetlerin
parçalandığı sahneler kadar insanın kanını donduracak cinsten. Tam anlamıyla
hayvan türüne karşı bir faşizm söz konusu oluyor ne yazık ki. Beyaz insan ile
katledilen hayvanlar arasındaki bu münasebete siyah insanın da dâhil olmasıyla
sadece şekil değiştiren fakat aynen devam eden sömürgeciliğinde altı çizilmiş
olan belgesel, eğer hayvan düşmanı, faşist ya da sömürgeci değilseniz alt-üst
edecek cinsten.
Seidl’nin, filmografisinin en nitelikli en sert, en kan
dondurucu yapımı olan Safari, izlenebilirliği de en zor işlerden biri adeta.
İnsanlığın, özellikle de beyaz insanın yüzüne tokat gibi çarpan belgeseli
izlerken gözlerinizi kapamamanız, duyduklarınız karşısında sinir krizine
girmemeniz işte bile değil.
2) Paradies: Liebe (Cennet: Aşk) – 2012
Seidl'in üçlemesinin bu ilk halkası, kadınlara çevirdiği
kamerasına yansıyan belki de en yalnız ve umutsuz karakterinin hikâyesidir.
Kızını zayıflama kampına (Paradies: Hoffnung) gönderen Teresa, seks turizminin
merkezi Kenya'ya tatile gider. Amaç elbette Kenya'nın masmavi okyanusu,
bembeyaz kumsalı, cömert güneşi değildir. Amaç siyah insanın toprağını,
madenlerini, hayvanlarını (Safari) ve akla gelmeyecek her şeyini sömüren beyaz
insanın bu kez de siyah insanın vücuduna gözlerini dikmesidir. Gücü ve
parasıyla dünyanın geri kalan topraklarının tanrısı olduğunu zanneden beyaz
insan, cebine doldurduğu bir miktar parayla Kenya'ya giderek kendilerini
Afrodit olarak hissetme hayali kurar. Her ne kadar Teresa karakteri, ilk etapta
çekingen ve daha ilkeli davranıyor gibi çizilse de kısa sürede atalarının,
arkadaşlarının bencil, megaloman, riyakâr tavrına fazlasıyla bürünür ne yazık
ki. Yağ bağlamış ve sarkmış, kırışmış vücutlarıyla gencecik, yakışıklı Kenya
erkeklerini adeta bir seks objesi gibi kullanan, kendi dillerinde onlara
olmadık hakaretler eden, her ne kadar dile getirmeseler de onları, kendilerine
hizmet etmek için var olan köleler olarak gören Avrupalı kadınlar, tek kelime
ile mide bulandırıyor açıkçası. Sürekli takipte olduğumuz başkarakterimiz
Teresa ile bu nedenle özdeşlik kurmak da mümkün değil. Büyük bir yalnızlık
içerisinde acı çeken, tam anlamıyla bir kaybeden kadın olan Teresa'nın kızını
bile terk edildiği, daha doğrusu iş üstünde olmadığı zaman hatırlaması ona
karşı hissettiklerimizi bilemekten başka işe yaramıyor.
Seidl'inin yine ülkesindeki ve bu bağlamda tüm Avrupa’daki
insanların mide bulandırıcı sömürge anlayışını bu kez de seks turizmi üzerinden
perdeye yansıttığı Paradis: Liebe, tam anlamıyla bir başyapıt. Tam da
üçlemesinin adı gibi cennetten bir parça olan Kenya'da mavi, beyaz ve siyahın
muhteşem kontrasını yakalayan Seidl, sadece kıyıda geçen sahnelerde değil
filmin tümünde beyaz insan ile siyah insan arasındaki renk zıtlığını ortamlara
egemen olan mavi renk içinde buluşturuyor. Müzikten, metaforlardan, kamera
hareketlerinden, kurgu oyunlarından uzakta, sade ve net bir şekilde, sakince hikâyesini
anlatan Seidl, vuruculuğunu neye borçlu net olarak kestiremem belki ama en
önemli sebebin samimi ve acımasız olması olsa gerek. Beyaz insanın Afrika
topraklarında yaptığı vahşeti, talanı, sömürüyü perdeye yansıtan en önemli
filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Paradise: Liebe, yönetmenin daha sonra
çekeceği Safari'nin ayak seslerinin de habercisi aslında bir nevi.
3) Paradies: Glaube (Cennet: İnanç) – 2012
Cennet üçlemesinin ikinci ayağı olan Paradies: Glaube, bu
kez de odağına dini yerleştirmekte. Başkarakter Anna Maria aracılığıyla Katolik
Hıristiyanlığın en bağnaz hali ile bizi baş başa bırakan Seidl, bu kadarı ile
de yetinmeyerek Anna Maria’nın kocası ayağıyla Müslümanlığı da karşımızda arz-ı
endam ettiriyor. Her anında neredeyse yanında olduğumuz Anna Maria, oldukça
dindar, daha doğrusu bağnaz, sapkın bir Katoliktir. İsa heykeli ile seks
yapacak kadar sapkınlaşan karakterimiz, ev ev dolaşarak Avusturya’daki
göçmenlere yönelik misyonerlik çalışmaları yapmaktadır. Burada aslında yine
haddini bilmez beyaz insanın, inandığı dini yayma politikası ile karşı karşıya
kalmaktayız. Kendisi dışındaki renge, dine, dile, kültüre tahammülü olmayan
beyaz insan, pervasızca insanların evlerine girerek, onlara akıl verip, yol
gösteriyor. Anna Maria üzerinden Seidl, tüm bunları ve bu rezaleti
gerçekleştirenlerin zavallılığını muhteşem bir bakışla perdeye yansıtıyor.
Filmin büyük bir kısmına mekân olan evde Hıristiyanlık ile
Müslümanlık sürekli çatışırken evin dışındaki zamanlarda ise sayıca üstün olan
din olan Hıristiyanlık ve onun küstah tavrı ile zorlu koşullarda hayatta
kalmaya çalışan insanların dünyası karşı karşıya geliyor. Seidl, yine çok da
gevezelik yapmadan, didaktik olmadan, az lafla çok şey anlatmayı başarıyor
Paradies: Glaube ile. Özellikle birkaç sahnesinin unutulmazlar arasında
şimdiden yerini aldığı bu filmin, söylemek istediklerine mutlaka kulak
verilmeli.
4) Paradies: Hoffnung (Cennet: Umut) -2013
Ulrich Seidl´ın Cennet Üçlemesi'nin son ve bana kalırsa
diğerlerine göre en zayıf halkası olan Paradies: Hoffnung, zayıflama kampına
katılan Melanie’nin büyüme hikâyesi aslında. Annesi, seks turizminin merkezi
Kenya'ya (Paradies: Liebe’nin başkarakteri) gidince kendisini de kampa
yollamıştır. Oldukça despot ve aşağılayıcı bir program uygulayan zayıflama
kampında Melanie'yi her şeye rağmen orada olmaktan rahatsız etmeyecek bir sebep
vardır; Melanie, kampın kendisinden oldukça yaşlı doktoruna âşık olmuştur. Karakterimiz bu süreçte hem kilolarıyla, hem
henüz tam olarak vakıf olamadığı cinsel hayatla, sigara, içki ve en önemlisi
aşk ve reddedilmekle mücadele edecektir. Tüm bunların kısa sürede etrafını
sardığını, ona nefes bile alacak an bırakmadığı süreçte Seidl, Melanie özelinde
Avusturya gençliğine de etkili bir bakış atıyor. Seks, içki, sigara, internet
ve yeme eylemi içerisine hapsolmuş, tamamen tüketime programlanmış gençler,
minimalist bir anlatımla perdede arz-ı endam ediyor.
Seidl, soğuk ve mesafeli, durağan kamerası, karakterlerini
elinden geldiğince köşeye sıkıştıran tarzı, diyaloglardan daha çok durumlar,
bakışlar üzerinden yaptığı aktarımıyla seyircisinde derin bir etki bırakmayı
başarıyor. Üçlemede takip ettiğimiz en genç ve bu sebeple de belki de hayata en
umutlu bakması gereken Melanie'nin peşine kapılmak tartışmasız Seidl, ile
tanışmak için doğru tercih.
5) Im Keller (Bodrumda) – 2014
Im Keller, Seidl’in üçlemeden sonra hayata geçirdiği,
yine Avusturya insanının gizil yanlarına odaklandığı belgesel filmi. Sıradan hayatlar yaşadığını düşündüğümüz, her
gün belki de yolda karşılaşıp, selamlaştığımız insanların aslında nasıl
hayatlar yaşadıklarını sorgulamamıza sebep olan Im Keller, tıpkı bir psikolog
gibi insanın bilinçaltına yolculuk ediyor. Avusturya insanının evlerinin
bodrumunu bilinçaltının metaforu olarak seçen Seidl, insanların toplumdan
sakladıkları, kabul edilemez yanlarına ısrarla bakmamızı isiyor. Hatta görmeye
ya da duymaya tahammül edemeyeceğimiz gerçeklere tüm çarpıcılığıyla şahit
olmamızı kendine bir görev biliyor. Seks bağımlıları ve köleleri, silah
fetişistleri, Nazi düşkünü faşistleri ve daha nicelerini saklı köşeleri olan
bodrumlarında sunuyor bizlere Seidl. Tabii bizi onların bu mahremiyetini
izlemeye ortak ederken yönetmen kendini hiçbir yerde konumlandırmayarak
mesafeli bir aktarım tercih ediyor. İnsanların gizli duygularını izlerken
güldüren ama güldürürken de düşündüren benzersiz bir insanlık halleri Im
Keller.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder